Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

Emirali Türkmen: “Devrimci olan sadece gerçeğin kendisidir”

Bu içeriği paylaş:

Türkmen: “Ortak siyasal derdimiz; demokratik, özgürlükçü ve eşitlikçi bir düzenin kurulması, güçlü demokrasinin inşasının sağlanması için parti, platform, hareket ve her türlü toplumsal örgütler ile bu hedef doğrultusunda orta ve uzun vadeli birlikte mücadele etme hattını inşa etmek olmalıdır ki; bu, içinde bulunduğumuz dönem açısından elzemdir.”

Praksis Güncel/Mustafa Bayram Mısır (*) – Emirali merhaba. Praksis Güncel olarak yola çıktık ve ilk söyleşimizi, yakın dönemdeki milletvekili adaylığı deneyimini merkeze alarak, seninle yapmak istedik. 14-28 Mayıs’ta iktidar bloğu Cumhurbaşkanlığı seçimini kazandı ve parlamentoda da çoğunluk elde etti. Solda genellikle farklı kavramlarla analiz edilmekle birlikte, iktidar bloğunun bu seçimleri kazanması, genellikle “Erdoğan rejiminin kurulu düzene (establishmente) dönüşmesi” olarak değerlendiriliyor. Seçimin öncesinden başlayalım. İzlediğimiz kadarı ile senin de adayı olduğun Emek ve Özgürlük İttifakı içinde seçim taktiğinin oluşumunda bu sonuçtan kaçınmak temel gerekçelerden biriydi. Bu ittifak hangi gerekçelerle ve nasıl oluştu? Birkaç cümle ile temel hedefi neydi?

Emirali Türkmen: 2023 seçimleri iktisadi, sosyal, siyasal, kültürel bir çürümenin, yozlaşmanın, çöküş ve yıkımın yaşandığı, açlığın, sefaletin, işsizliğin, yoksulluğun, adaletsizliğin, hukuksuzluğun, çocuklara istismarın, kadın cinayetlerinin, iş cinayetlerinin vaka-i adiyeden sayıldığı, toplumun geleceğinin ipotek altına alındığı olağandışı bir momentte yapıldı. 2023 seçimlerini öncekilerden daha farklı ve önemli kılan temel faktör, Türkiye’yi uçurumun eşiğine sürüklemiş olan Erdoğan rejiminden kurtulma olanaklarının ortaya çıkmış bulunması ve yeni bir siyasal atmosferle birlikte Türkiye’nin bir ‘yön değiştirme’ sürecine girme olanaklarını bünyesinde barındırıyor olmasıydı. Öyleyse seçim stratejileri, taktikleri, öncelikleri, ittifak ilişkileri dâhil, seçime dair diğer her şeye bu realitenin prizmasından yaklaşılmalıydı.

Türkiye’de, solda, seçimi kazanmaya dönük bir örgütlenme için çabadan ziyade, sürecin üzerine konuşmanın merkezde olduğu bir gerçeklikle karşı karşıya kaldığımızı ifade etmeliyim. Bu seçim öncesinde başladı ve bugüne kadar herkes kendi durduğu yerden kucağında ne kadar taş varsa onu dökerek bolca analiz yaptı. Maalesef küçük ayrılıklarımız büyük iddialarımızın önüne geçmeye devam etti ve ediyor… Gelecekten çok geçmişi konuşuyoruz.

Toplumsal süreçler olup bittikten sonra bu olayları belirli bir makro perspektiften bakarak analizlere konu etmek görece kolaydır. Ancak asıl kıymetli ve tarihsel olan; olayların devam ettiği anda, eylemselliğin sıcak atmosferi içerisinde isabetli analizler yapmaktır. Şu var ki, yerden çöpü kaldırmak isteyenler de, tek adam rejimini yıkmak isteyenler de, İslami faşizm analizi yapıp ama seçim pratiğinde mezarlıkta ıslık çalanlar da, herkes haklı.

Bu seçim sürecini doğru analiz etmek için yakın tarihe bakmak lazım. Bugünkü rejimin ana taşıyıcı kolonları 12 Eylül’den gelir. Bu kolonlar ilk kez, 7 Haziran 2015 seçimleriyle sarsıldı. Kürt toplumsal muhalefetiyle Türkiye’deki sosyalistlerin ve demokrasi güçlerinin ortak birleşik mücadelesini esas alan şimdiki ismimizle HEDEP çizgisinin, çözüm sürecinin ve Gezi’nin rüzgârını arkasına alarak 12 Eylül rejiminin örgütsel formlarının kurmuş olduğu seçim barajını yıkarak parlamentoya gitmesi Türkiye’nin yakın tarihindeki önemli kırılma anlarındandır. Kadıköy’deki kitleler Roboski’ye sahip çıkıyor, Cizre’deki İstanbul’a selam gönderiyordu. Yeni bir siyasal sistem arayışında olan, toplumsal ve siyasal hayatımızda yer bulan bütün aktör ve kesimlerin bu dönüşüm sürecine adapte olduğu, bu süreçte rol almak üzere aktif bir katılım ve arayış içinde olduğu bir süreçten geçiliyordu. Siyasetin niteliği, işlevi ve öncelikleri değişiyor; siyasal kimlikler dönüşüyor, siyasal harita yeniden şekilleniyordu.

Kürt halkı, sosyalist bileşenlerin önemli kesimi, Geziye katılan demokratik kentli orta sınıf ve Alevilerin bir kısmı, bütün katliamlara, şiddet atmosferine rağmen HDP’ye destek vererek yüzde 7’den yüzde 13’e ulaşmasında etkili oldu. HDP’nin savunduğu üçüncü yol/kutup çizgisinin toplumsal alanda karşılık bulmasıydı bu. Bu durum, müesses nizamda büyük endişelerin doğmasına yol açtı. 7 Haziran’dan sonra Türk devleti ve oligarşisi devletin bekasının konuşulduğu alanın HDP’nin de içinde olduğu parlamento  olamayacağını görerek, bunun için de kimimizin saray rejimi, kimimizin tek adam düzeni dediğimiz yeni türde bir istisnai rejim inşasına yöneldi. Bu sürece kadar birbiriyle kayıkçı kavgası yapan Cumhur İttifakının şimdiki bileşenleri AKP-MHP ve ulusalcı sol bir anda kan kardeşi oldular. Çünkü HDP Bloku’nun Kürtlerin barış ve eşit yurttaşlık talebiyle sosyalistlerin iş aş mücadelesini ortaklaştırmasından, halklar arasında eşitlik ve dayanışma bağlarının gelişmesinden büyük korku duyuyorlardı. Bütün farklılıklarımızla çoğulcu bir demokrasi için birlikte, omuz omuza mücadele onlara siyasal panik yaşatıyordu. Haksızlıklara, eşitsizliklere ve adaletsizliklere karşı mücadele edenlerin ortak ruhu yakalaması, demokratik siyaset alanını genişletecek adımları atması devlet aklı ve devletin tarihsel kurgusu için büyük tehlikeydi.

Buna dur denilmesi gerekiyordu. Ocak 2015’teki Milli Güvenlik Kurulu toplantısında çözüm sürecinin gerisindeki rejim onayı sonlandırıldı. Bu MGK toplantısında müesses nizam -Gezi ve Rojava dayanışmasını- “düşman” olarak kodlamış; “Çöktürme Harekâtı”na yol vermişti. Çözüm sürecinin bitmesinin ardından iktidarın HDP’ye yönelik saldırıları da beraberinde geldi. Bugün Kobani davası ve Gezi yargılamaları bize yeterince fikir veriyor. Parantez içinde şunu da söylemek isterim: Kürt hareketine yönelik tasarlanıp uygulanan ‘çöktürme planı’ Kürtlerin 12 Eylül’üdür.

Eş başkanların tutuklandığı, belediyelere el konulduğu, her sabah kesintisiz, haftada en az iki üç ilde yönetici arkadaşlarımızın gözaltına alındığı ve tutuklandığı bir yakın zaman akışından geliyoruz. Önce Kobani davası sonra HDP kapatma davası açıldı. Adeta bir cadı avı yürütülüyor. HEDEP çizgisi bu sürece kadar kimi sarsıntılar geçirmesine rağmen devlet merkezli olan otoriter rejimlere pabuç bırakmadı. Geçmişi düşündüğümüzde; örneğin Türkiye sosyalist hareketi 12 Eylül’e karşı mücadele araçlarını üretemedi ve bu onun adım adım tasfiyesine neden oldu. Buna karşın HEDEP geleneği otoriter rejimin tasfiye etme ve çöktürme operasyonu karşısında bir yandan direniş ve mücadele repertuarını geliştirirken bir yandan da geleceğe dönük normalleşme ve umut duygusunu da üretiyor.

14 Mayıs seçimlerine doğru ise bütün toplumsal bloklar siyasi iktidarın ömrünü tamamladığı analizleri yapıyordu. Biz de “Türkiye halkları bir tarafta zulmün, adaletsizliğin, hukuksuzluğun, zorbalığın ve faşist kurumsallaşmanın üssü olan iktidar blokunun olduğu, diğer tarafta kendisini Millet İttifakı diye adlandıran sınırlı bir değişim vaadiyle toplumun değişim taleplerinin içini boşaltan ve esasen yeni bir şey söylemeyen restorasyoncu ulusalcı çizgi arasında sıkıştırıldığını” söylüyorduk. Her iki blokun da yaşanan toplumsal, siyasal ve ekonomik krizlere, dönüştürücü ve yapısal çözümler üretemeyeceği tespitinden hareketle bu iki bloka mahkûm olmadığımızı vurguluyorduk. Bu blokların dışında 3. Yolu Türkiye halklarının eşit haklar temelinde birlikte yaşamasını esas alan, emekçilerin ve ezilenlerin tarihsel ittifakına dayanan, egemen güçlerin şu ya da bu ad altındaki tüm bloklarının dışında; devletten, sermayeden ve erkek egemenliğinden bağımsız bir mücadele ve örgütlenme çizgisini kurmanın gerekli olduğunu ısrarla vurguluyorduk. Bu çizginin ezilenlerin ve sömürülenlerin devrimci-demokratik karşı hegemonya kurma zeminini oluşturacağının altını çizen ve üçüncü yol tezini savunan bir parti olarak aynı zamanda üçüncü yolun asgari ihtiyaçlarına yanıt verecek bir ittifak modelini de inşa etmemiz gerektiğini tespit ediyorduk.

Emek ve Özgürlük İttifakı bu anlamda birleşik bir mücadele için kuruldu. Ne var ki, AKP-MHP rejimi karşısında mücadele ortaklığı olarak kurulan Emek ve Özgürlük ittifakı daha sonra pratikte seçim ittifakının sınırlarını aşamadı. İttifakın biçimi ve içeriği, toplumsal alanda güçlü bir mücadele birliği yaratamadı. Maria Popova “… eleştirel düşünce umuttan yoksun ise sinizimdir, eleştirel düşünceden yoksun umut ise safdillilikten ibarettir” der. Kendisini seçim ittifakına hapseden, mücadele birliği olmayı başaramayan Emek ve Özgürlük İttifakı da geride bıraktığımız seçim sürecinde yaşadığı zaaflardan gerekli dersleri çıkarıp toplumsal ve siyasal yaşamın bütün alanlarında bu eksik ve yetersizliklerine rağmen seçim sürecinde yaşadığımız pratiğimizle ve gerçekliğimizle yüzleşmelidir.

Demokratik ve sosyalist nitelikli toplumsal ve siyasal hareketlerin tamamına açık bir ittifak anlattın ama bazı sol parti ve eğilimler ittifakta yer almadı.

Emirali Türkmen: Bu durum; HDP’nin birlikte yapabiliriz, birlikte başarabiliriz, birlikte geriletebiliriz ve birlikte kazanabiliriz tutumu karşısında HEDEP dışındaki solun bu meseleye öncelik olarak bakmamasıyla ilgili. CHP’nin sağ ittifaka yöneldiği bir dönemde solun bütün kesimleri 20 yıllık iktidarı yenilgiye uğratabilmek için asgari müştereklerde ortaklık kurma becerisini göstermeliydi ama gösteremedi.

“Herkes kendini nasıl bilirse, başkalarını da öyle düşünürmüş” sözü akla geliyor. Birincisi, bu seçimlerin en temel sorunu –solu da körelten kısmı– bence esnek, farklılıkları içselleştiren, büyük hedefi unutmayan ama güncel siyasetin ihtiyaçlarına yanıt veren yaklaşımdan çok kendi toplumsal köklerini, ihtiyaçlarını esas alan yaklaşım tarzı üzerinden yürümekte ısrar edilmesi. Böyle olunca memleket için İslamcı faşizm analizi yapıp ama HEDEP’in çağrısı karşısında bunun gereğini yapmamak nasıl açıklanabilir ki? “Türklük sözleşmesi” dersem, haksızlık etmiş olmam sanırım.

Buradaki mesele politikaya yaklaşım tarzı ve güncel siyasal taleplerin nasıl ifade edileceği konusundaki anlayış farklılığından kaynaklanıyor bence. Politik mücadeleye ilişkin bu farklı yaklaşımlar Türkiye’nin yakın tarihindeki önemli kırılma anlarında manzarayı umutsuz hale getiren demokrasinin içeriğini, öznesini içermeyen solun kırk yıllık hikayesi. Türkiye sosyalist hareketi ile Kürt hareketi arasında ortak mücadele zeminleri konusunda Türkiye sosyalist hareketinde iki farklı çizginin bugüne yansıması. Bu çizginin biri, demokratik Kürt hareketiyle Türkiye sosyalist hareketinin birleşik mücadelesinin Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin ana dinamiği olduğunu savunuyor. Bir de bunun karşısında “Kürtler kendi toplumsal örgütlenmelerini gerçekleştiriyorlar, birleşik örgütlenme doğru değil, biz sosyalistler ayrı örgütlenmeliyiz. Türkiye’de ancak bağımsız sol sosyalist bir hareketin gelişmesi Kürt sorununun çözümüne katkı yapar” diyen diğer siyasal yönelim var. Birincisini savunan enternasyonalist solun politik güçleri HEDEP’de bir tür birleşik bir mücadele ortaklığını kurdular. İkinci yönelim sahibi olanlar ise Emek ve Özgürlük İttifakında asgari müştereklerde buluşmayı dahi kendilerince doğru bulmadılar. Hatta HEDEP “Cumhurbaşkanı adayı çıkarmıyoruz” diyene kadar bizle görüşmeyen kimi çevreler bile oldu.

-Bu seçim sürecinin muhalefetteki temel güdüleyicisinin Cumhurbaşkanı Erdoğan şahsında somutlaşan rejimin kökleşmesinin önüne geçmek, başka deyişle, rejimin kökleşmesi otoriter bir rejimin yerleşmesi olacağından bunu engelleyerek demokratik bir dönüşüme en azından kapı aralamak olduğu, anlaşılıyor. Sen, Emek ve Özgürlük İttifakı Seçim Komisyonu’nda yer aldın, bildiğimiz kadarıyla. Cumhurbaşkanı adayı çıkarmama fikri ortak görüşünüz müydü?

Emirali Türkmen: Milyonların katıldığı mitingler örgütleyebilen, hamle üstünlüğünü ele geçirmiş, oyun kurucu hale geldiği söylenen muhalefet neden iktidar olamadı? HDP’nin de içinde olduğu ülkenin muhalefet bloğu neden tek adam rejimini gönderemedi? Türkiye’deki herkes gibi muhalefetin bütün kanatları, bütün anket sonuçlarının verdiği rakamlara bakıp “evet, gidiyorlar” tespitinde bulunuyorlardı. Özellikle büyük deprem sonrası rejimin içine girdiği çoklu kriz ortamı bu duyguyu güçlendiriyordu.

Emek Özgürlük İttifakı içindeki bileşenlerin HDP hariç hiçbirisi “kendi adayımızı çıkaralım” tartışması yürütmedi. Hatta onlar HDP’nin ayrı, ortak aday çıkarma tartışma önerileri karşısında “ikinci turda oy vereceksek birinci turda niye oy vermeyelim” tezlerini medya üzerinden görünür kılarak biz aday çıkarmayalım diye basınç uyguluyorlardı.

HDP içindeyse iki eğilim vardı. Bir eğilim “biz üçüncü yol üzerinden kendi adayımızı çıkaralım, kampanyamıza başlayalım, gerekli an geldiğinde adayımız çekilir” tezini savunuyordu. Bir eğilimse “birinci önceliğimiz tek adam rejimini göndermekse bunu birinci turda yapmalıyız. İkinci tura kalırsa Erdoğan seçimi vermez” vb. gerekçelerle aday çıkarmayı doğru bulmuyordu. Ortak tespitimiz “bunlar çok kolay gitmeyecekler, hatta seçimi kazanırlarsa Türkiye’de faşizm kurumsallaşacak, bunun için birinci önceliğimiz tek adam rejimini yıkmaktır” idi. İkincisi, bunlar gitmiş olsalar dahi elde etmiş oldukları mevzileri ortadan kaldırabilmek, bu tahribatı giderebilmek için yeni bir mücadele süreci gereklidir. Parlamentoda Emek Özgürlük İttifakının bir anahtar rol üstlenmesiyle Türkiye’de demokrasinin inşasının önünü açacak bir imkân üretebilir miyiz? Depremden sonra ise HDP açısından ayrı aday çıkarma tartışmaları da kapanmış oldu.

-Demirtaş’ın seçim sonrasında, “Cumhurbaşkanı adayı olmaya hazır olduğumu ve seçimi ikinci tura bırakıp o aşamada demokratik hamlelerle daha fazla katkı sunabileceğimizi belirttim. Fakat bu önerim, herhangi bir gerekçe sunulmadan reddedildi. Gerekçesini halen bilmiyorum” şeklinde bir açıklaması var. Sen biliyor musun? Örneğin, Bekir Ağırdır gibi bazı anketçiler (saha analizcileri), seçimlere Erdoğan karşısında tek adayla girilmesi gerektiğini hararetle savundular. Sizin aday çıkarmama kararınızda bu saha analizcilerinin görüşleri de karşılık bulmuş görünüyor. Demirtaş’ı değil de liberal saha analizcilerini mi dinlediniz? 

Emirali Türkmen: Sorunun birinci kısmı için çok açık cevabım yok. Demirtaş cezaevinde ne söylese başımız gözümüz üstüne, ama herkes farklı hikâye anlatıyor.

Aday çıkarmama kararımızda, anketçilerin ve saha analizcilerinin görüşlerin en az karşılık bulduğu parti biziz. Ama Türkiye demokratik kamuoyunun basıncının daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Sol liberaller, sosyalistler, kadın hareketi, aydınlar, akademisyenler vb. kesimlerin tümünün aday çıkarmamak üzerine güçlü bir basınç oluşturduğu bir süreç yaşadık. Asıl mesele ise bir bütün olarak herkesin süreci doğru analiz edememesi ve siyasal-toplumsal hakikatin yerine temennilerin geçmesi ile ilintili. Bu seçimlerde devlet aklının, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi diye adlandırılan saray rejiminin sandıktan rıza üreterek kalıcı olmasını sağlamak için özel planlama yaptığını anlıyoruz. İkinci önemli siyasal kurgu ise HDP’in sistematik bir ‘çöktürme planı’ doğrultusunda örgütsel varlığı ortadan kaldırılmak ve güç dengelerini esastan değiştirecek bir ‘politik faktör’ olmaktan çıkarılmak istenmesi üzerine yaşandı. Hatta Millet İttifakı kazansa bile HEDEP’in demokratik değişimde etken olmaması için özel rol sahibi partiler var. Akşener Millet İttifakı masasından kalkıp ortaklarına ağza gelmeyecek bir sürü söz söyleyip sonra hiçbir şey olmamış gibi dönünce herkes “seçmen baskısı dönmesine neden oldu” dedi ama şimdi anlaşılıyor ki Millet İttifakı’ndaki rolü farklıymış.

-Cumhurbaşkanı adayı çıkarmamaya karar verdiniz. Sonrasında listeler nasıl oluşturuldu? Seçim sonrasında ittifak bileşeni Emek Partisi Genel Başkanı Ercüment Akdeniz’in açıklamasından, her gruba bir “sayı” verildiği sonucu çıkıyor. Doğru bir yöntem mi sence?

Emirali Türkmen: HDP açısından çoğulcu kimliğini, yani hem Kürt halkının toplumsal taleplerini savunan, hem Batı’nın demokrasi ve emeğin özgürlükleri meselesini, kadın hareketinin toplumsal taleplerini, ekolojik hareketin toplumsal taleplerini savunan bütün farklılıkları içeren bir siyaseti kurma deneyimi bu geleneği biricik kılıyor.

HDP geleneği 7 Haziran sürecinden itibaren Kürt halkının temsilcileri, sosyalist hareketler, kadınlar ve farklı ulusal ve kültürel kimlikler, bireyler, ekolojik direniş hareketleri vb. herkesin temsilcisini parlamentoya taşımayı esas alan bir yerden listeler yapmaya çalışıyor. Yani meselemiz sayılarla ilgili değil, siyasal temsilin güçlü ve çoğul kılınması ile ilgili.

-Özellikle sosyalist eğilimli genel kamuoyu içinde Hasan Cemal ve Cengiz Çandar isimlerinin neyi temsil ettikleri anlaşılamadı. Çoğunlukla, “yeni bir çözüm süreci”nin aktörleri olarak görüldüler. Neyi temsil ediyorlardı?

Emirali Türkmen: Ben kendimi sosyalist ve devrimci olarak adlandırıyorum. Bir taraftan da ideolojik olarak liberalizme karşı güçlü mücadele veren hattan geliyorum. Dipnot Yayıncılığına baktığınızda da bu görülür. Öte yandan HDP de çoğulcu bir parti. Türkiye’de diğer partilere benzemeyen farklılıkları içinde barındıran bir partiyiz. Kürt Sorunu Türkiye’nin güncel siyasi hayatının tartışmasız düğüm noktasını oluşturuyor. Her cenahtan farklı seslerin yarattığı gürültü ortasında Türkiye’nin siyasi hayatındaki en yakıcı probleme ilişkin farklı blokların asgari ortaklaşması önemli. Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda uzun süre yazı yazmış, açık tutumlarını beyan etmiş arkadaşlar. Kürt sorununun demokratik çözümü imkanlarını aramak konusunda herkesin katkı vermesi gerektiği görüşündeyim. Bu konuda onların da bir katkısı olursa bu toplumun ve hepimizin yararına olur. Ama bu konuda ben şahsen açıkçası şunu düşünüyorum. Eski ağaçtan yeni ev olmaz. Bundan dolayı tarihin bir noktasından gelmiş olanların bugünün sorunlarına cevap vermelerini beklemek mümkün değil. Bu çerçevede mesele artık kimlerin olmaması gerektiğinden öte kimlerin olması gerektiği üzerine konuşacağımız ve yeni kurucu siyasal öznelerin yetişeceği yeni bir dönemin kapısını aralama çabası ile ilgili. O açıdan soru, bizim için geride bıraktığımız bir tartışmadan ibaret sadece…

-İkinci tur öncesinde Kılıçdaroğlu – Özdağ arasında yapılan biri gizli biri açık iki ayrı protokol var. Gizli olanı kamuoyu sonradan öğrendi, açık olanını görünce İttifak içinde desteği geri çekmeyi konuştunuz mu? Kılıçdaroğlu demişken, seçim öncesine dönersek, İYİ Parti tarafından köpürtüldüğü söylense de CHP Genel Merkezi anketleri dahil tüm anketlerde çıkan “kazanacak aday” yerine Kılıçdaroğlu tercihinin genel olarak Emek ve Özgürlük İttifakı içinde de kabul gördüğü, İttifak bileşeni partilerin o süreçte yaptığı “adayları Millet İttifakı belirler, biz ittifak dışındayız ama şu isme oy vermeyiz” benzeri açıklamalarından anlaşılıyordu. CHP cenahını sormuyorum, İttifak içinde de, eğer öyle ise, neden Kılıçdaroğlu’nda ısrar edildi?

Emirali Türkmen: Kılıçdaroğlu – Özdağ arasındaki protokol açığa çıkınca geri çekilmek saray rejiminin ikinci turda açık farkla kazanması demekti. Bundan dolayı biz durumu HDP olarak MYK’da değerlendirdik ve eş başkanlar açıklama yaptı. “21 yıllık tek adam rejimiyle karşı karşıyayız. 28 Mayıs seçimi demokrasiden yana olanlarla tek adam rejimini isteyenler arasındadır. Pazar günü sandığa eksiksiz gideceğiz ve tek adam rejimini değiştireceğiz” dedik. Emek ve Özgürlük İttifakı içindeki kimi bileşenler Kılıçdaroğlu adaylığından yanaydılar. Karşı olduklarını beyan edene rastlamadım. Bizse Millet İttifakının yeni bir milliyetçi muhafazakâr adayla çıkması halinde desteklemeyeceğimizi söylüyorduk. Hatta kimi isimleri de adlandırıyorduk. Kılıçdaroğlu adaylığı konuşulurken bir arkadaş “68’de bırak insanları, dağdaki kurt kuş solcuyken bile solcu olmayan Kılıçdaroğlun’dan memleket için solcu yaratılmaya çalışılıyor” demişti. Özdağ ile yaptığı gizli protokol ve devamında yaşananlara bakınca ne kadar haklıymış. Buna rağmen devlet, Kılıçdaroğlu’nun kendisi dahi doğrudan ve açıktan kimliğini ifade etmemesine rağmen Alevi bir cumhurbaşkanına yol vermedi ve kendi yüz yıllık çerçevesine sahip çıkmaya devam etti.

-Millet İttifakı deneyimi içinde, CHP tarafından yapılan ortak listenin işe yaramadığı hatta olumsuz sonuçları olduğu, anlaşılıyor. Bununla karşılaştırılınca, TİP’in ayrı liste deneyimi, kendi açılarından başarılı sayılabilecek bir sonuç almış görünüyor. İttifak listeleri oluşurken TİP üzerinde ayrı listelerden seçime girmemesi için bir kamuoyu baskısı oluşmuştu, ısrar ettiler ve TİP ayrı bir liste ile seçime girdi. Toplumdaki çoğulluğa ve çoğulculuk ihtiyacına bunca vurgu yapan bir ittifak içinde, neden ayrı listeler tercihine bu denli karşı çıkıldı? Matematikten söz etmeksizin (zira, matematik birkaç yer dışında TİP görüşünü de destekler analizlere de izin veriyordu), siyasal bir nedeni var mıydı bu itirazın?

Emirali Türkmen: Siyaseti sadece matematiksel bir hesaba indirgeyen akstan bakmamak gerekir. Aslında seçim sandığa gitmeden önceki süreçte parça parça kaybedildi. Saray rejiminin attığı her adım aslında muhalefeti antidemokratik bir seçime sürüklüyordu. Önce seçim sistemi değiştirildi, YSK kuralları değişti. Doğal hakim ilkesi kalktı. Asıl HDP’nin üzerinde kapatma baskısı oluşturuldu. Partimize açılan kapatma davası, belediyelere kayyım uygulamaları, Kobani davası ve istikrarlı hukuksuz tutuklamalar ve baskılarla sadece bir parti olarak HDP değil, Türkiye halklarının ortak mücadelesi ve demokratik iradesi de tasfiye edilmek istenmekteydi. Bizim dışımızda sosyalist sol da dâhil, muhalefet HDP kapatma davası karşısında hiçbir ihtiraz ve dayanışma oluşturmadı. Oysa bu açıktan seçimlere müdahaleydi. HDP’yi savunmak tam da bu zamanda toplumsal itirazı, siyasal demokrasinin inşasını savunmaktı. Her şey seçim anına ve sandık güvenliğine indirgendi. Sonuçta “kaç milletvekili çıkartırız”a indirgenen bir siyasete sıkışıldı.

Tek liste konusundaki ısrarımızsa; HDP’nin 11 yıllık deneyimi itibarıyla daha çok kendisine dahil olmuş bileşenlerle bir seçim taktiği kuruyordu ya da dışarıdan katılanlar HDP’nin listelerine dahil oluyorlardı. Daha önce TİP’li arkadaşlar da böyle parlamentoya girmişti. Bütün seçimlerden kendisini muhafaza ederek veya güçlenerek çıktı. Bunun pozitif yanı sosyalist bileşenlerin aralarındaki rekabet, daha da önemlisi Kürt Özgürlük Hareketiyle Türkiye solu arasındaki rekabeti değil, dayanışma ve ortaklığı büyüttü. Ayrıca bu birliktelikte büyük bir sinerji oluşturuyordu. Şimdi ilk defa farklı bir ittifak modeli arayışı doğdu. TİP’in ayrı girmesi sürecinde yürüyen tartışmaları, gerilimleri düşününce asla onaylamayacağımız bir siyaset yapma biçimi baskın hale geldi. Sosyalistlerin kendi siyasi literatüründen çıkarması gereken rekabetçiliği yükseltti. Seçim sürecinde yaşananlar ortak mücadele zeminlerinin güçlenmesine zarar verdi. Bu olumsuz deneyimden, ittifak meselesine hem fikri anlamda hem de ilişkilenme anlamında yeni bir biçim bulunması gerektiğini anlamalıyız.

“Türkiye’de faşizm kurumsallaşacak” analizi yapıyorsan, buna karşı mücadele araçlarıyla bütün toplumsal taleplerini bir siyasal mücadele üzerinden örgütlemen, içinden geçtiğin yeni sürecin biçimine uygun, ona cevap veren modelleri inşa etmen gerekir. Genişlemek ve büyümek amacıyla geliştirilen ittifak üzerinden siyasetimizi söyleme dönüştürmek ve halklarımıza anlatmak yerine ittifaklarla yaşanan polemikler ittifakın enerjisini ortadan kaldırdı.  Bu süreçte siyasetin ve toplumsallığın biz duygusundan çok ben duygusu öne geçti. Asıl önceliklerimizden çok kendi sayısal başarılarımıza hapsolduk. Ama şunu da söylemek isterim. TİP’in bu seçimlerde aldığı oy Türkiye sosyalist hareketi için yeni bir çıtadır. Buna rağmen sonuç olarak “tek adam rejimini yıkamadık”. “Can’ı da cezaevinden çıkaramadık”.

-Can Atalay’ın  bireysel başvurusu sonrasında Anayasa Mahkemesi’nin verdiği hak ihlali kararı ve ardı sıra yaşananlar, rejimin niteliği tartışmalarında turnusol işlevi görecek kadar anlamlı. Öte yandan Can Atalay’ın mazbatasını alarak TİP Hatay Milletvekili ünvanını kazanmakla birlikte, Yargıtay 3. Ceza Dairesi kararı ile tahliye edilmeyerek yasama görevine başlatılmaması, başlı başına bir demokratik siyasi mücadele konusuna dönüştü. Seçimlere dönersek, Emek ve Özgürlük İttifakı dışındaki muhalefet ve gelecekle ilgili gözlemlerin nedir?

Emirali Türkmen: Seçim evresinde muhalefet değişime atıfta bulunmasına rağmen gerilimler, kampanyalar Türkiye’nin siyasi coğrafyasında radikal bir değişim meydana getirmedi. Ekonominin içinde bulunduğu kriz, Kürt meselesinin ulaştığı çoklu boyut, süreklileşmiş savaş ve güvenlikçi politikaların yarattığı tahribat, toplumsal ayrışmanın sergilediği tablo, emek sömürüsünün ve yoksulluğun ulaştığı acımasız sınırlar, siyasetin bir türlü içinden çıkamadığı kriz, depremin ağır sonuçlarının yaşamsal her alanla çok daha derin etkileşimler yaratmış olması, muhalefete avantaj sağlamadı.

Seçim sürecinde gerilim alanları iş-aş, demokrasi, adalet, birlikte yaşam üzerinden olmadı. Boş tencere de iktidar göndermedi. Daha doğrusu toplumun tercihinde bunlar belirleyici olmadı. Türkiye’de temel ayrım ve kamplaşma milliyetçilik, dindarlık, laiklik Türklük/Kürtlük, “Terörist olanlar ve olmayanlar” ekseninde şekillendi. Demem o ki devletin Türklük’ü odağa alan yüz yıllık referans çerçevesi yeniden vatandaşa sunuldu ve bu referans çerçevesinin dağılması tehlikesine ilişkin milliyetçi kurgu her aşamada yeniden hatırlatıldı.

Devlet aklı saray rejimini kalıcılaştırmak için milliyetçi histeri üzerinden sandıkta rıza üretmeyi başardı ama aynı zamanda milli ve yerli Nas’ı unutup seçimler öncesi uluslararası sermayeyle küresel sermayenin yasalarını esas alma temelinde uzlaştı. Olağanüstü düzeyde ihtiyaç duyduğu mali/finansal dış kaynağa ulaşmak için yeniden, sermayenin Mehmet Şimşek bekçiliğine yol verdi.

Diğer taraftan Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına geçerken rejim; kuruluşundan beri farklı kimliklerin, kültürlerin, anadillerin ve inançların varlığının reddine dayalı inkârcı, asimilasyoncu, tekçi ve katı merkeziyetçi devlet kurgusunu pekiştirerek sürdürmek istiyor. Türkiye, tarihi boyunca demokratik olan bir cumhuriyetten yoksun olmanın sancılarını yaşıyor. Bütün bu sürece damgasını vuran “tek millet-tek mezhep” anlayışı hüküm sürüyor. Yerli ve milli edebiyatı üzerinden tekçi, otoriter ve baskıcı rejim yüzyıllık inkara dayalı “Türkiye Türklerindir” siyasallığını korumaya devam ediyor. Türk-Sünni-erkek kimliğine dayanan siyasetin faşizmle birleşerek bunun dışındaki bütün kimliklere savaş açıldığı bir dönemdeyiz. Cumhuriyet, resmi paradigmanın üfürdüğü gibi “kimsesizlerin kimsesi” değil, sermaye-bürokrasi-siyaset üçgeninde yer alan oligarşinin, toplumu zapt u rapt altına alma, sömürme aracı olmuştur.

Kavramların aşındığı, katı olan her şeyin buharlaştığı bu uğrakta toplumsal çürümenin ve yozlaşmanın derinleştiği Cumhuriyetin ikinci yüzyılında önümüzde iki seçenek var: ya tekçi, oligarşik Cumhuriyette ısrar edenler nihai zaferini ilan edecek ya da Demokratik Cumhuriyet mücadelemizi güçlendirerek eşit, adil, özgür bir arada yaşamın kapılarını aralayacağız.

-Sana gelelim. Neden diye sormuyoruz. Bir görev olarak görmüşsündür. Ama nasıl diye soracağız: Sen nasıl aday oldun?

Emirali Türkmen: Bir insan için en zor şey herhalde kendisini anlatmasıdır. Bu biraz terzinin kendi söküğünü dikememe halidir. Ben HDP kurulduğundan beri partinin farklı organlarında sürekli görev aldım. Kimi zaman Parti Meclisi, kimi zaman MYK, kimi zaman Strateji Merkezinde on bir yıl boyunca partide üstüme düşen görevleri yerine getirmeye çalıştım. Bu dönemde seçim işlerinden sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcılığını yürütüyordum. Partim böyle bir görev verince bunun gereğini yerine getirmeye çalıştım. Kampanya süresince ısrarla kendime vekil adayı demedim. Halk temsilcisi olmak istediğimi ısrarla vurguladım. Biz sosyalistler için parlamento mücadelesi toplumsal alan örgütlenmesinin zeminlerinden sadece bir tanesi. Toplumsal demokrasinin genişlemesini sağlayan başka dinamiklerin örgütlenmesi, inşa edilmesi lazım. Parlamentoda etkili olmak, orayı emekçilerin ve ezilenlerin sonuç alıcı kürsüsüne dönüştürmek, sokağın sesiyle meclis kürsüsünü birleştirecek adımları atmaktan geçiyor. Sosyalistler ‘temsili demokrasi’ye dayalı parlamento mücadelesiyle de yetinemez.

-Yıllardır insan hakları mücadelesi içindesin, sosyalist mücadele geleneğinden geliyorsun ve “Dipnot” yayıncılık serüvenin var. Parlamento adaylık deneyimi, tüm bunlardan farklı sanıyoruz. Türkiye’de yerleşik bir parlamento geleneği ve seçimler var. Kendine has kurumları, hatta ritüelleri var. Düğün fotoğrafçıları gibi aday fotoğrafçıları var, mesela, muhtarları, hemşeri derneklerini tek tek ziyaret etmeyen adaya aday denmez vb… Nasıl geçti?

Emirali Türkmen: Seçim kampanyalarının kendine has özellikleri olduğu doğru. Öncelikle aday adaylığıyla başlıyor. Bir dizi resmî belge hazırlaman gerekiyor. HDP’ye yanlış hatırlamıyorsam 2750 üzerinde başvuru yapıldı. Partiler günlerce bunlarla uğraşıyor. Öncelikle senin de atıfta bulunduğun gibi düğün fotoğrafçıları gibi aday resimleri çeken fotoğraf stüdyoları var.  Adaylığı kesinleşenler farklı fotoğraflar çektirmek için oraları ziyaret ediyorlar. Ben adaylığım kesinleşince fotoğraf sanatçısı arkadaşım Alper’i (Fidaner) aradım. Önce bana espri yaptı “oy vereceğim vekilimin resmini çekeceğim!” Alper benim sorunumu çözmüş oldu. Ben de ona sonradan espri yaptım. “Ben sanatçı değil, halk temsilcisi adayıyım. Senin çektiğin resimlerden dolayı kaybettim.” Seçim kampanyasının en önemli ayaklarından birisi yöre derneklerini ziyaret etmek. Buralardaki yurttaşlarla muhabbetler hem etkili hem de keyifli. Her muhtar değil ama kimi muhtarları ziyaret ediyorsun. Onlar daha protokol karşılıyorlar. Bir de farklı partilerin geçerken seçim bürolarına uğruyorsun; gençliğinde birlikte devrimcilik yaptığın arkadaşlarınla karşılaşıyorsun. Onların biraz mahcup “kırkına kadar sosyalist, kırkından sonra sosyal demokrat olduk. Ama bu seçimde oyumuz yoldaşımıza” sohbetleri eşliğinde çaylar içiliyor. Tabii apartman görevlileri unutulmamalı. Apartmanlara bildiri dağıtılırken ki mavralar kendine has. Bir de seçimlerde benim için en keyifli anlar pazar ziyaretleriydi. Ankara’da pazarcılar ağırlıklı Haymanalı Kürtler ve HEDEP seçmenleri. Pazara girince kampanyayı onlar tamamlıyordu. Genç yoldaşlarla gece geç saatlere kadar afiş ve pankart asma maceraları da unutulmamalı. Bizim partide halay çekmeyi bilmeyen arkadaş azdır, en coşkulu birliktelikler halaylarda oluşuyor. Özellikle sola gidilen Hakkâri halayını öğrenmek hiç de kolay değil.

-Aday olduğun Ankara 1. Bölge’de, adı tartışmalı eski Adalet Bakanı Sadullah Ergin de adaydı. Özellikle sol sosyal demokrat CHP seçmeninin oy vermeyeceği konuşuluyordu ama sonuçlar pek öyle söylemedi. Ya da sonuçlar ne söyledi, diye sana soralım.

Emirali Türkmen: Daha önceki üç seçim sonuçlarından farklı olarak bu seçimlerde Batıda büyük kentlerde HDP’den yana stratejik oy kullanan kentli demokratik orta sınıf tercihini CHP’den yana yaptı. Bu seçimlerde geçmiş seçimlerden farklı olarak özgürlükten yana olan genç seçmen yönelimini TİP’ten yana, “vatan millet” diyenler Zafer Partisi’nden yana kullandılar. HDP kurulduğundan beri siyasi yönelimini HDP’den yana kullanan Kürt Aleviler bu seçimde Kılıçdaroğlu faktöründen dolayı -kanı kanımızdan canı canımızdan- diyerek önemli ölçüde bizi tercih etmediler. Biz de Yeşil Sol’la seçime girme tercihimizle HDP’nin oluşturduğu hegemonya gücünü terk etmiş olduk. Ayrıca bu ortam içinde devlet aklının bizi seçimlerde tasfiye etmek istediğini gören ve buna karşı cevap veren seçim söylemi ve politikası kuramadık.  Şimdi filmi geri sarsak bütün riskleri üslenip kapatılma kaygısına düşmeden, HDP’yi ve HDP fikriyatını savunarak ve güçlendirerek seçimlerde milliyetçilik, dindarlık, sekülerlik, Türklük/Kürtlük, “Terörist olanlar ve olmayanlar” alanına hapseden Cumhur İttifakı kampanyasına karşı Demokrasiden yana mısınız değil misiniz? Parti kapatmaya karşı mısınız değil misiniz? ekseninde bir kampanyayı kurmayı savunurdum.

Sol-sosyal demokrat CHP seçmeninin Sadullah Ergin meselesinde tutumu ise CHP delegesinin kurultayda Kılıçdaroğlu’na imza verip sandıkta Özgür Özel’e oy vermesi gibi oldu. Sokaklarda, parklarda pazarlarda karşılaştığım “Sadullah’a değil, oylar sana” diyen yurttaşlar sandıkta tercihini Sadullah’tan yana kullanmış oldu.

-İttifak bileşenlerinin de, belki TİP dışında, seçimi bir yenilgi olarak gördüğünü söyleyebilir miyiz? Sana nasıl görünüyor?

Emirali Türkmen: İçinden geçtiğimiz sürece bakınca “bu seçimde yenildik veya başarısız olduk” demek yeterli değil. Partimiz bu yönde hedeflediği sonuçları elde edemedi. Biz müştereklerimizi genişletemedik. Doğal olarak otoriter rejim güçlenince Türkiye’de tek adam rejimi, bu seçimlerde iktidar bloğu karşısındaki muhalefetin farklı toplumsal kesimler arasındaki asgari ortaklaşma zemininin oluşmamasını, uzun süredir keşfettikleri yıkıcı siyaset söylemi üzerinden kendi iktidarını sürdürmede bir yöntem olarak kullanmakta. Karşıtlık yaratmak için özel politikalar yürüten sağ-popülist, tekçi, ırkçı, cinsiyetçi, otoriter iktidar süreçlerine karşı çoğulculuğu ortaklaştırarak yaygınlaştırmak önemliydi. Bunu hem emek özgürlük ittifakını oluşturan bileşenlere anlatmakta hem de genel sol ve demokratik kamuoyuna anlatma ve söz kurma konusunda yeterince mahir olamadık.

Siyaset insanların kendi geleceklerine sahip çıkma duygusu ve deneyimidir. Bu sürecin en büyük kötülüğü; halkın siyasetten tamamen soyutlandığı, siyasetin kriminal bir hale getirildiği, “aman örgütlenmeyelim, sokağa çıkmayalım” şeklinde bir hak arama ve mücadele pratiğini dışta bırakan siyasal-toplumsal aklı güçlendirmesidir.

Umut bilinmeyen ve bilinmeyecek olanın kucaklanmasıdır. Bu otoriter baskıcı rejimin önünü, bütün toplumsal ve siyasal muhalif kesimlerin umudu büyütecek ve topluma güven verecek bir demokrasi, barış ve adalet mücadelesi, insanların kendilerini içinde hissedecekleri, var edebilecekleri bir demokrasi hamlesi kesebilir.

-Seçimler geride kaldı. Praksis’te yayınlanan bir makalede, ilginç bulunabilecek bir dönemselleştirme eşliğinde, krize giren sınırlı/kırılgan hegemonyanın 2016 sonrasında istisnai rejim araçları ile güçlendirilmeye çalışıldığı ve cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi ile istisnai rejimin kurumsallaştırıldığı ancak mevcut kurumsallaşmanın geniş bir mutabakatı amaçlayan hegemonya projesini örgütlemek amacıyla parlamenter sistemin meşruiyet araçlarına ihtiyaç duymakta olduğu, söyleniyordu. Seçim sonuçlarından bakılınca, kurumsallaşan istisnai rejimin bu ihtiyacı taşımaksızın dönüşümü kendi kurumları içinde gerçekleştirerek ilerleyeceği, söylenebilir: Barış İçin Akademisyenler için çözümün mahkeme sonuçlarına bağlı olması gibi. Bu tabi demokratik bir ilerleme beklentisi olan toplum kesimleri için iyi bir haber değil. Sana nasıl görünüyor?

Emirali Türkmen: Küresel ölçekte yaşanan ekonomik, siyasal, toplumsal ve ekolojik kriz gün geçtikçe daha da derinleşiyor. Dünya bir sağcılık, ırkçılık, milliyetçilik ve otoriterlik dalgasının etkisi altında. Hukukun, ortak sözleşmelerin etkisini yitirdiği, gücün tek belirleyen olduğu bir yere doğru gidiyoruz. Neoliberalizm yavaş yavaş tarih sahnesini terk ederken; geriye paramparça edilmiş toplumlar ve aşırı yozlaşmış/kirlenmiş bir siyaset alanı bırakıyor.

Otoriter rejim kendini tahkim etme, kültürel ve ideolojik hegemonyasını genişletme konusunda Mayıs seçimlerinden toplumsal rıza üreterek çıktı. Bunun anlamı, rejim krizinin, çoklu karakter kazanmış ekonomik, politik, toplumsal-kültürel nesnel çelişki ve dinamiklerin etkisi ve baskısı altında yapısal olarak sürmesiyle birlikte, iktidar güçleri bakımından “yönetilebilir” halde kalmasıdır. Bu koşullardan doğan avantajlarını sonuna kadar ve kararlılıkla kullanmakta tereddüt etmeyecektir. İktidarını perçinlemek için seçim sonrası birçok girişimde bulunduğunu hep birlikte görüyoruz. Bu girişimlerden bir tanesi de son olarak Yargıtay eliyle yürütülen, Anayasa Mahkemesi’ne saray müdahalesi olarak karşımıza çıkmıştır. Evrensel temel hakların ve özgürlüklerin reddine dayalı, demokrasiden yoksun bir rejim öyle görünüyor ki önümüzdeki dönem yeni anayasa üzerinden tahakkümünü kalıcılaştırmak isteyecek.

Ancak şunu da görmek gerekir ki tüm bu siyasal-toplumsal kötülüklere rağmen Türkiye’de hiç de küçümsenmeyecek bir devrimci-demokratik birikim var. Demokratik değişim ve dönüşümün yaşanabilmesinin yolu; keyfiliği, zorbalığı, hukuksuzluğu ve adaletsizliği kurumsallaştırmış olan, bu ülkenin ve halkların yaşadığı çoklu krize ve vazgeçilmez/zorunlu olarak sunulana karşı toplumsal ve siyasal muhalefetin birleşik mücadelesini kurmaktan geçiyor. Ortak siyasal derdimiz; demokratik, özgürlükçü ve eşitlikçi bir düzenin kurulması, güçlü demokrasinin inşasının sağlanması için parti, platform, hareket ve her türlü toplumsal örgütler ile bu hedef doğrultusunda orta ve uzun vadeli birlikte mücadele etme hattını inşa etmek olmalıdır ki; bu, içinde bulunduğumuz dönem açısından elzemdir. Bu bakımdan yerel seçimler önümüzde bir tür sınav olarak duruyor ve bu sınav derdimizin ortaklığının ve gelecek ufkumuzun netliğinin sınanması anlamına da gelecektir.

-Var mı eklemek istediğin bir şey?

Emirali Türkmen: Antonio Gramsci’ye atıfta bulunarak bitirelim: “Devrimci olan sadece gerçeğin kendisidir.”

(*) Okuduğunuz “söyleşi” -bir “röportaj” değil-, Praksis Güncel adına Mustafa Bayram Mısır tarafından gerçekleştirilmiştir.