Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

Devlet krizi ve sol

Bu içeriği paylaş:

“Gök kubbenin altında kaos var, koşullar mükemmel”. Mao’nun bu ünlü sözü devrimciler tarafından bir düstur olarak kabul edilir ve siyasal ortamın ilk bakışta endişe verici güçlükler içermesine rağmen iyimser olmayı gerektiren fırsatlar da barındırdığını anlatırdı. Bugün, bu ülkenin devrimcileri de aynı iyimserliğe sahip olabilir mi? İyimser olmak için ya kaosun bir doğa olayı gibi rejimi kendiliğinden iflas ettireceğine inanmak ya da kaosu fırsata çevirme planına, imkanına ve iddiasına sahip olmak gerekir. Bugün solun politik aktörleri birinci olasılığa dayalı iyimserlik görüntüsü vermeye çalışırken sol kitlelere ikinci seçeneğin yokluğuna dayalı bir kötümserlik hakim. Yaşanan krizlere dair yapılan analizlere ve halkın tüm sol muhalefete dair kanaatlerine bakınca bu durum rahatlıkla gözlemlenebiliyor.

“Kaosu” tanımlamakla tartışmaya başlayalım. Kaosun bileşenlerini ekonomik, toplumsal ve siyasal krizler olarak birbiriyle etkileşimli üç ana başlık altında tasnif edebiliriz. Bu yazıda asıl olarak siyasal kriz üzerinde duracağız. Siyasal krizi faşist bir rejim inşasının krizi olarak görmek gerektiğini baştan belirtelim ve unsurlarını özetlemeye çalışalım.

Tarihlendirirsek, 15 Temmuz 2016’daki iktidar içi kanlı çatışmayla başlayan siyasal kriz, süreç içinde bir devlet krizine dönüşmüştür. Bu tanımlamayı yaşanan krizi, daha sıkça karşılaşılan krizlerden, (hükümet krizi, yönetememe krizi, sınıflararası ilişkileri stabil tutamama krizi vb.) ayırt etmek amacıyla kullanıyoruz. Modern devlet aygıtına atfedilen ve sermayenin sonsuz birikiminin güvencesini sağlayan yapı ve işleyişleri bozan bir krizler dizisi yaşanmaktadır. Temelinde ise neoliberalizmin dünya çapında devletin dönüştürülmesi projesinin Türkiye’deki uygulanma biçimi yatmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devletini emperyalizmin Geniş Ortadoğu Projesine uyumlu hale getirmek üzere ABD güdümlü Gülen Cemaati yapılanması destekli AKP iktidarında başlatılan operasyonlar, devletin ideolojik ve politik yapısında gerekli dönüşümleri eski yapıları (gündelik dille “eski devleti”) yıkarak başlattı (deformasyon ve yıkım iç içe). Ancak eskinin tadilatıyla kurulmaya çalışılan “yeni devlet”, krizli bir yapı olarak türemiş ve sürekli yeni tadilatlara ihtiyaç duymaktadır. Bu krizli yapıyı ayakta tutabilmek, yönetebilmek için Erdoğan’ın mutlak otoritesine dayalı bir hükümet sistemi kurulsa da “yeni devletin” anayasal, yasal, kurumsal işleyişi oturtulamadığından Erdoğan’ın kısa devre müdahaleleriyle malul bir devlet işleyişi ortaya çıkmıştır. Ve kısa devre müdahalelerin mümkün olabildiği bir devlet işleyişi “güç sahibi” tüm devlet veya parti görevlilerinin dikey ve yatay kısa devre müdahalelerde bulunabildiği bir keyfiyete yol açmıştır. Anayasa Mahkemesinin Can Atalay kararının uygulanmaması üzerinden yargı içinde baş gösteren (ilk defa olmayan) Anayasanın tanınmaması ve yürütmenin yargı üzerindeki hakimiyetini meşrulaştırmayı hedefleyen gelişmeler (Yürütmenin başı Erdoğan’ın yargı üzerindeki hakemliğini ilan etmesi, Akşener’in de desteklemesi) öteden beri gelmekte olan bu devlet krizinin seviye atlamasıdır.

 

Faşizmin inşası

Modern devlet anayasal devlettir. Nasıl işleyeceği, nasıl denetleneceği anayasa, yasalar, yönetmeliklerle belirlenir. Böylece yönetici değişimlerinin sistemin istikrarını bozmaması sağlanmış, kapitalist sistemin sürekliliği güvenceye alınmış olur. Yasama, yürütme ve yargının ayaklarını oluşturduğu kuvvetler ayrılığı ilkesi, sermayenin ortak ve genel çıkarlarının en iyi biçimde gerçekleştirilmesinin güvencesini oluşturuyordu. Kuvvetler ayrılığı veya temsili devlet aygıtlarının varlığı halk sınıfları açısından kendiliğinden demokrasi getirmez. Ancak kuvvetler ayrılığı da içinde olmak üzere temsili aygıtların varlığı, diğer organların işleyişi ve yapısal özelliklerinin elverişliliği halk sınıflarının mücadelesiyle demokratikleşme yönünde gelişmeler sağlamıştır. Neoliberal dönemle birlikte burjuva devlette yaşanan anti-demokratik dönüşümler halk sınıflarının devleti kendi çıkarları doğrultusunda zorlamasına imkan tanıyan kanalları tıkamayı hedeflemiş ve demokratikleşmenin geriletilmesinde önemli mesafeler kat etmiştir. Demokratikleşme doğrultusunda zorlanabilen yapıların ve işleyişlerin ortadan kaldırılması, daha önceki çeşitli deneyimlerde görüldüğü üzere, süreç içinde halk sınıfları için açık baskı rejiminin yani faşizmin inşası anlamına gelir. Faşizm, olağan devletin biçimlerinin çözülemeyen yönetme krizlerine çözüm olarak devreye sokulan, krizlerle iç içe inşa edilebilen bir rejimdir. Egemen sınıfların faşizmi tercih etmesi için devrim tehlikesi şart değildir.

Olağan bir devletin işleyişinin güvencesi olan anayasal-yasal mekanizmaların deformasyona uğratılmasının neden olduğu işleyiş bozukluklarını ve sonuçlarını ana başlıklarıyla şöyle özetleyebiliriz:

Yargıda kriz: Yargının bağımsızlığı ortadan kaldırılmış, denge ve denetleme işlevi sakatlanmıştır. Yargı yetkisi tarikatlarla paylaşılıyor. Dinin ve hukukun ayrıştığı seküler yapının ihlal edilmesi, yargı organlarına atamalarda ve iç seçimlerinde tarikatların belirleyiciliğini ve dini referansların hukuk üzerindeki ağırlığını arttırmış, yargı içinde uyumu bozmuş ve adalet sağlama kapasitesini krize sokmuştur.

Vergi sisteminde kriz: Vergilendirme sistemi dejenere edilerek, yaygın hale gelmiş kişiye/şirkete özel ‘yasal’ vergi afları; vergi kaçırılması ve “naylon fatura” ticaretine göz yumulması (devlete ödenecek verginin kişilerin cebine girmesi) yoluyla gerçekleşen servet transferi, kapitalistlerin ortak ve genel çıkarlarının hizmetinde olması gereken devletin özel ve gündelik çıkarlara fazlasıyla odaklanması anlamına geliyor.

Kamu kaynaklarının özellikle altyapı yatırımlarının sermaye grupları arasında “adaletli olmayan” tarzda paylaştırılması, kredi sisteminde özellikle kamu bankaları eliyle benzer “adaletsizlikler” yaratılması yine ortak ve genel çıkar gözetme görevinin ihlaline neden oluyor.

Siyasetin finansallaşması: Neoliberal dönemde doruk noktasına varan, devasa finansallaşmanın siyaseti de bir yatırım alanı haline getirmesiyle birlikte, paranın gücünün siyasette (devlette ve siyasal partilerde) belirleyici hale gelmesine, siyasal tercihlerin önüne geçmesine neden olmuştur. Kara paranın gücü, yarattığı yapılar ve bu yapıların yasal kurumları yönetir hale gelmesi, yeraltı ekonomisi ile devlet görevlerinin kaynaşması; siyasetin devasa servetler edinme aracı haline gelmesinin yarattığı çürüme devlet kadroları arasında çatışmayı sürekli hale getirmiştir.

Güvenlik krizi: Devletin düzeni koruma, işleyişini sağlama görevinin gereği olan şiddet tekelinin mafyatik yapılara kısmi devri söz konusudur (önce Sedat Peker, sonra Alaattin Çakıcı ve diğerleri). Her gün bağımsız gazeteciler tarafından ortaya çıkartılan skandallar; tecavüzcü aşiret mensuplarının beraat etmesi, cinayet işleyen ve milyon dolarlar gasp eden mafyacıların altı ayı bulmayan sürelerde tahliye edilmeleri, yurttaşların can güvenliğini sağlanamadığını ve hatta ihlal edildiğini göstermektedir. Devletin şiddet tekelini elinde bulundurma gereği esasen alt sınıflara dair bir tedbir olmakla birlikte mülk sahibi sınıfların servetlerini birbirlerinden de korumayı içerir, oysa AKP-MHP iktidarında bunun çok sayıda ihlali basına sıkça yansımaktadır.

Seçim ve temsil sisteminde kriz: HDP belediyelerinin hukuksuz biçimde görevden alınması, temsilci seçiminin nüfusun büyük bir kesimi (Kürt nüfusu) için ortadan kaldırılması. Kürt siyasetine dönük kayyum, siyaset yasağı, tutuklama baskısının Kaftancıoğlu, İmamoğlu örneklerinde görüldüğü gibi tüm ülkeye doğru genişletilmesi; mühürsüz oylar ve şaibeli sayımların bunlara eklenmesiyle seçme ve seçilme hakkı nüfusun büyük çoğunluğu nezdinde inandırıcılığını yitirmektedir.

Devlet organlarındaki bu dejenarasyonun asıl nedeni devletin anayasal olmaktan uzaklaşmasıdır, devlet organlarının ve kadrolarının yasadışı icraatlarının artışı bu uzaklaşmanın sonucudur.

Yargı krizde, maliye krizde, yürütme krizde, yasama krizde, güvenlik aygıtları krizde… bunlar toplamda hem daha büyük bir devlet krizinin çıktıları hem de devlet krizini yeniden üreten ve derinleştiren krizlerdir.  Sermayenin, alt sınıfların devleti kendi çıkarları doğrultusunda zorlamasına olanak veren mekanizmaların işlemez hale getirilmesi için otoriter bir rejim inşa etme stratejisi devlet işleyişinde bir dizi krizi beraberinde getirmiştir. Otoriter devlet inşası göreviyle iktidara getirilen siyasal aktörlerin (AKP’nin) iktidarın tahkim edilmiş gücünü esas olarak kendi çıkarları için de kullanmaya yönelmeleri krizlerin süreklileşmesini ve büyümesini getirmiştir. Yani krizler neoliberal projeye içkindir. Devlet krizinin egemen sınıflar içinde yarattığı rahatsızlık onları “eskiye veya demokrasiye dönüşe” yöneltmeyecektir; beklentileri, krizlerin giderilerek otoriter devletin kurumsallaşması ve gücünün sermayenin ortak ve genel çıkarları doğrultusunda kullanılmasıdır. Yani krizleri yönetebilecek, karlarını arttıracak kapasitede bir faşist diktatörlüğün inşası sermaye sınıfları için sorun teşkil etmez.

Tekrar edersek bu krizler ve krizlerin giderilme stratejileri emekçi sınıfların siyasetten tamamen dışlanması sonucunu yaratırken krizlerin içinden yeni bir faşist devlet biçimi inşa ediliyor.

 

Aklın iyimserliği

İlk paragraftaki sorumuza dönersek. Sorumuz sürecin faşizmin inşası olduğu konusunda hemfikir olanlara: bu koşulları “mükemmellik” olarak gören bir iyimserliği yaratabilir miyiz? Öyle “iradenin iyimserliği” (R. Rolland) veya “militan iyimserliği” (E. Bloch) değil, “aklın iyimserliğini” yaratamaz mıyız? Krizleri fırsata çevirebilecek bir imkan, bir seçenek anti-faşist kitlelere sunabilir miyiz? Gezi isyanından bu yana faşizmin inşasını bozguna uğratmak umuduyla çeşitli seçeneklere yönelen muhalif kitlelere, devrimci bir seçenek sunabilir miyiz? Yoksa faşist inşanın krizler nedeniyle mantıki sınırlarına dayanıp içe çökmesini uman bir iyimserlikle mi idare edeceğiz?

Bu soruya bu yazının yanıtı nedir diye sorarsanız, bu soru tek başına yanıtlanamaz. Sürecin yeni bir devlet biçiminin inşası olduğunu ve son tuğlaların konmakta olduğu, siyasetin güncel meselesinin iktidardaki faşizmin yıkılması olduğu konusunda hemfikir olanların birlikte cevap verebileceği bir sorudur, çünkü sözlü cevap yeterli olmayacaktır, uygulamalı cevap gerekir. Cevabı verecek olan, örgütsel yapılarından, aydınlarına ve kitlesine kadar Türkiye toplumunun anti-faşist potansiyelidir.

 

 

Görsel: Creative Commons

Samut Karabulut

Yıldız Teknik Üniversitesi'de okudu, Gençlik Hareketi içinde yer aldı. Üniversite sonrasında yoksul mahallelerde çalışmalar yürüttü. Halkevleri'nde yöneticilik yaptı. Örgütlenmesinde yeraldığı siyasal kitle eylemlerinden dolayı çok sayıda tutuklama ve soruşturmaya uğradı. Halen Halkevleri'nde çalışmalarını sürdürmektedir.