Geçtiğimiz haftalarda yapılan düzenlemelerle kentsel dönüşüm mevzuatında önemli değişiklikler yapıldı. Bu değişiklikleri kısaca özetlemek gerekirse, her şeyden önce yeni dönemde kentsel dönüşümü artık yeni bir kurum yönetecek. Daha önce TOKİ-Büyükşehir Belediyeleri ve TOKİ-Çevre ve Şehircilik Bakanlığı (daha sonra Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı) eliyle yönetilen süreçler, bu kez yeni kurulan Kentsel Dönüşüm Başkanlığı tarafından, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı iş birliğiyle yönetilecek. İkinci olarak, eski yasada bulunan “rezerv alan” kavramı, yeni kurulacak yerleşimler için belirlenen (boş) alanları ifade ederken, yeni düzenlemede mevcut yapılaşmış alanlar da bu tanıma sokuluyor. Yani afet riski çerçevesinde dönüştürülecek alanlar, olağanüstü uygulamaların yapılabileceği rezerv alanlar olarak ilan edilecek. Üçüncü önemli nokta rezerv alanlarda yapılacak planlama yetkilerinin Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığına verilmesi; yani yerel yönetimlerin baypas edilmesi. Bunlara ek olarak, hak sahiplerinin itiraz vb. konularda hareket alanları kısıtlanıyor; hak sahipleri yapıları dönüştürülürken sözleşme ile borçlandırılabiliyor ve dönüşüm sürecinde yapılacak yardımlar Cumhurbaşkanı tarafından belirleniyor. Bu maddelerin her biri çok çarpıcı sonuçlara yol açma potansiyeli taşıyor. Ama ben bu yazıda odağımı dar tutarak, bu yeni düzenlemenin ürettiği kentsel dönüşüm aygıtının, nasıl bir kentsel siyaset mekanizması olduğunu/ oluşturduğunu tartışmak istiyorum.
AKP’nin kentleşme rejimi
AKP döneminin bugüne kadarki kentleşme rejimini iki dönemde düşünmek ve bir üçüncünün eşiğinde olduğumuzu söylemek mümkün. 2004’ten başlayarak yapılan yasal düzenlemelerle “kentsel dönüşüm” hem mevzuatta hem de gündelik kullanımda yer etti. “Kentsel dönüşüm”, hızla, her türlü kentsel mekân üretim sürecinde kullanılmaya başlandı. Yani gerçekten kentsel alanların dönüşümü yanında, henüz yapılaşmanın olmadığı yerler de mevzuatın sağladığı kolaylıklardan faydalanmak üzere kentsel dönüşüm alanı ilan edildi.
İlk dönemde yeni yetkilerle donatılan TOKİ, özellikle büyükşehir belediyeleriyle iş birliği içinde hareket ediyordu. İkinci dönemde ise 2011’de Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın kurulmasıyla bir merkezileşme eğilimi baş gösterdi. Bunu aynı yıl gerçekleşen Van Depremi ve ardından ona dayanarak çıkarılan 2012 tarihli afet alanlarında dönüşüm kanunu izledi. Yani merkezileşme depremle gündeme gelen afet riski dolayısıyla gerçekleşmedi; tam tersi oldu. Bunun nedenine geleceğim.
Bu iki dönemde kentsel mekân üretiminin niteliğine bakacak olursak, (yeni imara açılan alanlar bir kenara bırakılırsa) temel olarak iki tip alanın dönüştüğünü görürüz. Bunlardan ilki, büyük kısmı kent merkezlerinde yer alan, cumhuriyet dönemi mirası niteliğindeki kamusal alanlardı. Tartışmamız açısından daha önemli olan ikinci tipteki alanlar ise, 80’lerin imar ıslah planlarıyla gerçekleşen büyük dönüşümden arta kalan gecekondu mahalleleriydi. 80’lerde gecekondu alanlarının büyük kısmı bugünün varoşlarına dönüşürken, sakinlerine de zenginleşme fırsatı verecek şekilde yaratılan ranttan pay sağlamıştı. 2000’lerdeki dönüşüm ise, aksine, ciddi bir yerinden edilme ve mülksüzleştirme karakteri taşıdı.
Bu iki dönem arasındaki temel farkı teşkil eden (ve ortaya çıktığı eşiği 2011-2012’ye tarihleyebileceğimiz) merkezileşme eğiliminin basitçe AKP’nin otoriterleşme sürecinin bir yansıması olduğunu düşünmek yanıltıcı olacaktır. Aksine, belki de bu süreci AKP’nin otoriterleşme dinamiklerinden biri olarak düşünmek gerek. (Ve geçerken bu tarihsel kavşağın Gezi Direnişini de tetiklediğini hatırlamakta fayda var).
Merkezileşme eğilimini siyasal bir gereklilik olarak düşünmeli; zira iki dönem arasındaki çarpıcı fark, kentsel dönüşüm aygıtıyla üretilen rantın paylaşımına dairdir. İlk dönemde hak sahiplerinin dahi popülist mekanizmalarla önemli miktarda pay elde edebildiği (Bursa’da Doğanbey ve Ankara Yenimahalle’de Mehmet Akif Ersoy gibi) örnekler vardı. Buna imkân veren kentsel siyasal müzakerelerin alanı olan yerel yönetimlerin sürecin dışına atılması bu nedenledir. İkinci dönemde ise rant daha da büyümüş, büyüdükçe de daha az elde birikmiştir.
Varoşu dönüştürmek
Burada hikâyenin başına geri dönüp İslamcı kadroları -henüz AKP ortada bile yokken- kentsel iktidara taşıyan aktörlere bakmakta fayda var. İslamcı siyasete metropollerde taban sağlayan asıl bileşen -çokça söylendiği gibi kent yoksulları değil- yukarıda sözünü ettiğim, gecekondu aflarıyla ekonomik açıdan sınıf atlamış bulunan katmandı. Daha Refah Partisi döneminde KİPTAŞ eliyle üretilen konutlara en çok ilgi gösteren de bu gruptu: ekonomik açıdan sınıf atlamışsa da varoşa -ve onun kültürel çağrışımlarına- sıkışmış, bu yaftadan kurtulmak, kente katılmak, giderek kentte söz sahibi olmak isteyen varoş küçük burjuvazisi.
2000’lere geldiğimizde, 90’ların KİPTAŞ deneyimiyle şekillendirilen TOKİ gecekondu alanlarını dönüştürmeye başladığında da gecekondu sahiplerine iki seçenek sunuldu; ya bu varoş küçük burjuvazisine katılmak (bu uğurda şartları zorlamak, borçlanmak ve sınıf atlamak) ya da yerinden edilerek daha da yoksullaşmak. Her iki seçeneğin de çarpıcı örnekleri Kuzey Ankara Projesinde mevcuttur. Proje alanında ev sahibi olanlar “nezih” bir çevrenin parçası olmuş, proje alanındaki gecekondularından sürülenlerin yerleştirildiği Karacaören TOKİ konutları ise hızla çöküntüleşmiştir.
Burada kritik noktaya geliyoruz. Bugün büyük metropollerde, özellikle de İstanbul’da, depreme en dayanıksız alanları oluşturan bölgeler, yukarıda işaret ettiğim, 80’lerde gecekondu mahallelerinin, teknik hizmetten yoksun ve malzeme kalitesi düşük biçimde apartmanlaşarak dönüştüğü varoşlar. Ve bu bölgeler, AKP’nin destekçisi olan, kentsel dönüşümden de şimdiye kadar belli ölçekte pay almış varoş küçük burjuvazisinin ekonomik ve sosyal kontrolü altındadır.
Bugün yapılan düzenlemelerin sağladığı kentsel dönüşüm çerçevesi muhakkak ki başka alanlarda da seferber edilecektir, tıpkı kent çeperlerindeki boş alanların “kentsel dönüşüme” konu edilmeleri gibi. Hatta bunun emareleri de görülüyor; örneğin geçtiğimiz günlerde Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ve Pendik Belediyesi’nin, rezerv alan ilan etmek yoluyla İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait arazileri elinden aldığı haberlere konu oldu. Ama deprem riski taşıyan bölgelerin barındırdığı sınıfsal gerilimler düşünüldüğünde, AKP açısından bir açmaz olduğunu görmek mümkün. Bir yandan yeni bir yerinden etme-mülksüzleştirme döngüsü için güçlü bir aygıt kurulmakta. Diğer yandan, bu kez bu saldırının muhatabı AKP’nin ve öncüllerinin otuz yıllık destekçileri olacak. Bu yüzden özellikle İstanbul’da dikkate değer bir kentsel siyasal sürecin cereyan edeceğini öngörmek mümkün. Özellikle de yerel seçimlere gidilirken bu sürecin deprem riskini ortadan kaldırmayla kentsel rantın paylaşımı arasındaki çelişki tarafından belirleneceğini söyleyebiliriz.
Bir laboratuvar: Antakya
Yeni dönüşüm mekanizmasının nasıl işleyeceği konusunda deprem bölgesinin bir laboratuvar olacağı görülüyor. Birkaç gün önce Antakya kent merkezinin (küçük bir kısmı Defne ilçesi sınırları içinde kaldığı için haberlerde bu iki ilçenin ismiyle geçmekte) rezerv alan ilan edildiği gündeme düştü. Böylelikle, ilk kez bir yerleşim alanı rezerv alan ilan edilmiş oldu. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şu: güncel hava fotoğraflarının da gösterdiği gibi rezerv alan ilan edilen bölgede neredeyse ayakta kalmış bina yok. Yani rezerv alanda plan-yıkım-inşa faaliyeti için herhangi bir tahliye işlemi yapmak gerekmeyecek. İtirazların protestoya veya direnişe dönüşme olasılığı bile zayıf; zira bölge sakinlerinin önemli kısmı başka yerlerde, hatta başka şehirlerde. İkinci olarak, bu bölgede planlama ve kentsel tasarım çalışmaları aylardır yürümekte. Bu koşullar, hızlı hareket etmek için imkân sunuyor. Yani Antakya kent merkezi, hükümet açısından yeni dönüşüm mekanizmasının provası için biçilmiş kaftan. Kentsel dönüşüm aygıtının tetikleyeceği kentsel siyasal sürecin nereye evrileceğini ise, göreceğiz.
Görsel: pixabay
Bu yazı 30.11.2023’te gazeteduvaR’da yayımlanmıştır. Yazının orijinaline buraya tıklayarak ulaşılabilir.
Bülent Batuman
Adana’da doğdu, Ankara’da yaşıyor. ODTÜ Mimarlık Bölümü’nden lisans ve yüksek lisans derecelerini aldı, doktorasını New York Eyalet Üniversitesi-Binghamton’da tamamladı. Bir süre Mersin Üniversitesi’nde görev yaptı; halen Bilkent Üniversitesi’nde Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarlığı ile Mimarlık Bölümlerinde öğretim üyesi. Kentsel tasarım ve modern şehirciliğin kültürel politikaları üstüne dersler veriyor. Araştırma konuları arasında yapılı çevrenin toplumsal üretimi, modern mimarlık ve şehircilik kuram ve tarihi, kentsel siyaset bulunuyor. Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nde ve Avrupa Mimarlar Konseyi’nde yönetim kurulu üyeliği yaptı. Journal of Urban History ve Praksis dergilerinin yayın kurulu üyesi. Yayınlanmış kitapları şunlar: The Politics of Public Space (2009), Mimarlığın ABC’si (2012), New Islamist Architecture and Urbanism (2018; Milletin Mimarisi başlığı ile Türkçeleştirildi, 2019), Kentin Suretleri (2019), Cities and Islamisms (derleme, 2021).