Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

10 Ekim’i anmak

Bu içeriği paylaş:

10 Ekim Katliamının ardından Gar Meydanında bir anıt ve anma mekânı üretilmesi, katliamın kolektif bellekteki yeri üzerine mücadelenin mevzilerinden biri haline geldi. Ve alana bir anıtın inşa edilmesi ancak bu yıl, geçtiğimiz günlerde, yani dokuz yıl sonra mümkün oldu. Bu yazıda hem geçen dokuz yıllık süreçte katliamı temsil etme/ anma/ anıtlaştırma teşebbüslerini değerlendirecek hem de inşa edilen anıtın bir eleştirisini yapmayı deneyeceğim.

2015’ten bugüne

Katliamdan hemen sonra, gerek o tarihte AKP’nin elinde bulunan yerel yönetim, gerekse alana dair yetki paylaşan kamu kurumları böylesi girişimlerin önüne her türlü engeli çıkardılar. Katliamın ertesi yılında 10 Ekim Barış ve Dayanışma Derneği kuruldu. Çeşitli kurumsal ve enformel girişimler anma etkinliklerine paralel olarak mekânı dönüştüren ve mekânda iz bırakan anıtlaştırma girişimleriyle paralel gerçekleşti. Bu iz bırakma girişimlerinin iki temel izleği vardı. Bunlardan ilki iptidai de olsa en azından bir pano formatında kaybedilenlerin isimlerini mekânda kaydetmek ve katliamın yerini işaretlemek üzere yapılan girişimlerdi. Meydana bu amaçla dikilen panolar saldırıya uğradı, yenilendi. İkinci izlek ise, acıyı, dayanışmayı ve emeği birbirine teğelleyen “örgülü mücadele” idi. Her bir parçası bir ismi barındıran kırkyama battaniyeler önce sağaltıcı bir pratik olarak üretilip paylaşıldı, sonra -başta Gar Meydanında, sonra Ankara’nın farklı kamusal mekânlarında- ağaçlara giydirildi.

2019 öncesi meydana konulan panolar ve kırkyama örgü battaniyelerle giydirilen ağaçlar

2019’a gelindiğinde Ankara Büyükşehir Belediye yönetimi el değiştirerek CHP’ye geçince, anma mekânı düzenlenmesi konusunda bir iyimserliğin doğduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu iyimserliğin de etkisi ile, 2019 sonlarında DİSK, KESK, TMMOB, TTB ve 10 Ekim-Der tarafından Gar Meydanı’nda bir anma mekânı üretilmesi amacıyla bir yarışma düzenlendi. Jüri üyesi olarak içinde yer aldığım sürecin sonunda elde edilen projeyi kısaca aktarmıştım iki yıl önce “10 Ekim’i an(ama)mak” başlıklı yazımda:

Yaşam ve ölüm üzerine, aşınma ve ayakta kalma üzerine, yeniden ve yeniden doğum üzerine çok şey düşündüren bir tercihle, kaybedilen 103 can için 103 ağaç önerdi proje müellifleri. Belki basitçe katliamdan beri 10 Ekim anması için tutunagelinen, kırkyamalarla sarılıp sarmalanan ağaçlardan ilhamla.

Proje, pirinç kabuklara sarılı 103 mabet ağacının, meydanın dört bir yanına yerleşerek, araç trafiğinden arındırılacak kavşağı yeniden tanımlayarak enformel bir anma mekânına dönüştürmesini öneriyordu. Gelgelelim büyükşehir belediyesi el değiştirmiş olsa da meydanda yetkisi bulunan kurumlar projenin uygulanmasını engellemek konusunda kararlıydı. 2022’nin 10 Ekim’inde belediyenin en azından ağaçları, saksılar içinde de olsa meydana yerleştirme girişimi Koruma Kurulunun “ağaçların Gar binasının siluetini kapatacakları” gerekçesiyle engellendi.

Yarışmayı kazanan 10 Ekim Anma Mekanı projesi

Anma mekânından anıta

Yarışma şartnamesi bilinçli bir tercihle bir anıt yerine bir anma mekânı tasarlanmasını talep etmişti yarışma katılımcılarından. Buradaki saik, bir anıtın dondurup sabitleyeceği bir anlatıdan uzak durarak, anma, hatırlama ve iyileşme pratiklerine ve etkileşimlerine imkân sağlayacak bir mekânsallığın tercih edilmesiydi. 2024’ün 10 Ekim’ine yaklaşan günlerde ise önce 9 Ekim’de yeni bir anıtın açılışının yapılacağı bilgisi düştü haberlere, sonra da bu etkinliğin CHP tarafından sahiplenilmesinin verdiği rahatsızlık sonucu 10 Ekim Derneğinin ve anıtın müellifi olan Metin Yurdanur’un katılmaktan vaz geçtikleri bilgisi. Derken açılış yapıldı, ertesi gün anıtla birlikte anma gerçekleştirildi ve yeni anıt meydana, kente ve kolektif belleğimize sessizce katılmış oldu.

Şunu söylemek gerek, anma mekânı için yarışma ile elde edilmiş bir eser mevcutken, bir anıtın yaptırılmış olması doğru değil. Dahası, yarışma jürisinde yer almış ve sürece önemli katkı vermiş olan bir sanatçının bu görevi üstlenmesi de doğru değil. Yine de, iktidarın yarışma projesinin uygulatılmaması yönündeki inadı ve özellikle anıtın elde edilmesi sürecinde 10 Ekim Derneğinin de yer alması, bu yöndeki eleştirileri yumuşatmaya zorluyor beni.

Annelerin Çığlığı- Metin Yurdanur

Hayata geçen anıt, Annelerin Çığlığı isimli bir çalışma. Sanatçı, anıtta üç temanın işlendiğini söylüyor: annelerin çığlığı, barış güvercini ve hayatını kaybedenlerin isimleri. Anıtın merkezi figürü, heykel kompozisyonunun parçası olarak düşünülmesi gereken bir havuzun içine yerleştirilmiş olan ve kucağındaki ölü yavrusuna sarılmış bulunan anne. Anne ve ölü evlat ikilisi sanat tarihinden aşina olduğumuz bir motif. Michelangelo’nun Pieta’sında anne (Meryem) boynunu eğerek yas tutar; Picasso’nun Guernica’sındaki anne ise çığlığıyla isyan eder. Yurdanur’un kompozisyonundaki anne şüphesiz Picasso’nunkinden ilham alıyor; isyanı göğe yükselen annenin çığlığını kulaklarımızla değilse de zihnimizde işitmemek imkânsız. Yurdanur daha önce de hem Guernica’daki anne-çocuk motifini çalışmıştı hem de Berfo Ana heykelinde kayıp evladın yokluğunu fotoğraf çerçevesinin boşluğuyla temsil etmişti.

Solda Guernica (detay), Sağda: Pieta

1993 sonbaharı. Ankara’daki ilk akşamım. Bu ilk Ankara seyahatimde bana eşlik eden kuzenimle birlikte Bulvar üzerinde yürüyüş yaparken, Olgunlar Sokak başındaki Madenci heykelini gördüğümde hem etkilenmiş hem şaşırmıştım. Etkilenmiştim, zira madenci figürünün barındırdığı enerji, cam elemanlarla bir arada beklenmedik bir dinamizm oluşturuyordu. Madencinin kazmasının camın üzerine inip kalkarak çatlatmış olduğunu duyumsuyordu insan. Şaşırmıştım, çünkü hiç soyut ile figüratif arasında (o zamanlar bu kavramlarla düşünecek donanımdan yoksundum elbette) böylesi muğlak bir heykel görmemiştim. On yedi yaşın cehaletiyle kuzenime sorduğumu hatırlıyorum: Sanatçı insan bedenini taklit etmeyi niye yarım bırakmış olabilirdi? Gerçekten de Metin Yurdanur’un heykelleri çoğunlukla figüratif bedenler içermekle beraber, kâh yüzeylerin pürüzlülüğü (örneğin Abdi İpekçi Parkındaki Eller), kâh Madenci’de olduğu gibi stilize edilerek sadeleştirilen bedenin hareketinin beden temsilinin önüne geçmesi yoluyla, gerçekçilikle mesafesini korur. Annelerin Çığlığı’nda da bu ikinci stratejinin geçerli olduğunu görüyoruz; başını kahırla geriye atan annenin, insan anatomisinin sınırlarını zorlayan hareketinde.

Metin Yurdanur’un “Madenci Anıtı”. (Cam elemanlar zaman içinde birkaç defa dönüşüm geçirmiştir)

Anne figürü, yukarıda değindiğim gibi, kompozisyonun parçası olarak düşünülmesi gereken bir havuzun içine oturuyor. Burada, ilk anda oldukça banal gelecek kavşak-havuz ilişkisi bir yabancılaştırma efektiyle ürpertici bir niteliğe büründürülmüş. Zira, kompozisyonun son parçası olan -ve ana figüre fon da sağlayan- düşey eleman Gar binasına bakan yüzünde yitirilen canların isimlerini içeren, havuza bakan yüzü ise üst kısmı beyaz, aşağı doğru kırmızıya dönen kanallardan oluşan eğimli bir yüzey. (Bu yüzeyin tepesindeki güvecin motifinin biraz zayıf kaldığı söylenmeli.) Yakından bakınca anlaşılıyor ki anıt aslında tasarlandığı biçime henüz kavuşmuş değil. Zira bu yüzeydeki kanallardan havuza doğru su akacağı anlaşılıyor; su aktığında akan suyun kana dönüştüğünü algılayacağımız bir fon bu. Bu kompozisyon kavşak havuzunu bir göndermeyle yeniden tanımlıyor: 10 Ekim sabahı gerçekten orada bulunan ve suyu kızıla çalan havuza bir göndermeyle.

Metin Yurdanur – Annelerin Çığlığı

Eserin merkezi figürü etkileyici, kavşak havuzunu yapısöküme uğratmak fikri de oldukça çarpıcı. Yine de, başta, düzenlenen yarışmanın kurgusu çerçevesinde değindiğim gibi, bir anma mekânı ile anıt arasında, ikincinin kurduğu anlatının sabit karakterinden kaynaklanan bir mesafe var. Buna ek olarak, inşa edilen anıtın, hâlâ bir trafik kavşağının ortasında duruyor olması sebebiyle, yayaların gündelik hayatından kopukluğuna ve anma törenlerinin mekânsal kurgusuna dair önerisinin yokluğuna yol açan bir eksikliği var.

Dört yıl önce, yarışmanın hemen ardından şöyle yazmıştım: “Umulur ki, jürinin benimseyerek seçtiği ve birincilikle ödüllendirdiği proje, kentin ve ülkenin insanlarının bir araya gelmesine zemin ve vesile olsun.” Aynı temenniyi inşa edilen anıt için de tekrarlayalım. Ve yarışma projesinin uygulanması talebinin (ve sorumluluğunun) baki olduğunun altını çizelim.

(*) Bu yazı daha önce Gazete DuvaR‘da yayınlanmıştır.

Bülent Batuman

Adana’da doğdu, Ankara’da yaşıyor. ODTÜ Mimarlık Bölümü’nden lisans ve yüksek lisans derecelerini aldı, doktorasını New York Eyalet Üniversitesi-Binghamton’da tamamladı. Bir süre Mersin Üniversitesi’nde görev yaptı; halen Bilkent Üniversitesi’nde Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarlığı ile Mimarlık Bölümlerinde öğretim üyesi. Kentsel tasarım ve modern şehirciliğin kültürel politikaları üstüne dersler veriyor. Araştırma konuları arasında yapılı çevrenin toplumsal üretimi, modern mimarlık ve şehircilik kuram ve tarihi, kentsel siyaset bulunuyor. Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nde ve Avrupa Mimarlar Konseyi’nde yönetim kurulu üyeliği yaptı. Journal of Urban History ve Praksis dergilerinin yayın kurulu üyesi. Yayınlanmış kitapları şunlar: The Politics of Public Space (2009), Mimarlığın ABC’si (2012), New Islamist Architecture and Urbanism (2018; Milletin Mimarisi başlığı ile Türkçeleştirildi, 2019), Kentin Suretleri (2019), Cities and Islamisms (derleme, 2021).

Bu yazı için gösterilecek etiket bulunmamaktadır.