Editöryal Not:
Aşağıdaki yazı, Frank Deppe’nin Ekim 2021’de VSA Verlag tarafından yayımlanan „Sosyalizm – Doğuşu ve Yükselişi, Çelişkileri ve Çöküşü, Perspektifleri“ adlı kitabının giriş bölümünün Zeitschrift der Marxistische Erneuerung (Marksist Yenilenme Dergisi)’nin 127. Sayısında yayınlanan ön baskısıdır.
Frank Deppe, Almanya Marksizminde özgün bir deneyim olan Marburg Okulu’nun (Marburger Schule-Politikwissenschaft) kurucusu Wolfgang Abendroth’un öğrencilerinden biri ve son yöneticisidir. 1950’lerden itibaren Abendroth’un çevresinde toplanan sosyal bilimcilerin oluşturduğu sözkonusu Okul, Köln ve Freiburg’la birlikte o yıllarda Batı Almanya’nın en önemli üç siyaset bilimi ekolünden biri olmuştur. İki temel ilgi alanı işçi sınıfı tarihi-sosyolojisi ve Nazi İktidarı Dönemi’ydi. Bunlara ilişkin hakim literature, özel olarak da Sosyal Demokrat Parti’nin resmi anlatılarına alternatif bir Marksist yaklaşım ve yöntem ortaya koyan Marburg Okulu, kamucu bir politik sosyoloji yaklaşımıyla ürettikleri bilgileri, politik ve popüler bir dille parti, dernek ve sendikalara dönük kurs, panel vb etkinliklerle emekçi sınıflara taşımaya çalışan özgün bir deneyimdi. Bu yanıyla praksis felsefesinin eylemci bir örneği olan Okul, 1960’lı yıllarda diğer sosyal bilim bölümlerini de yörüngesine alarak, Marburg Üniversitesi’nin Almanya’da 1968 Hareketi’nin kalelerinden biri haline gelmesinde önemli pay sahibi oldu. Okulun son önemli temsilcileri sayılan Fülbert ve Deppe’nin sırasıyla 2004 ve 2006’da emekli olmasının ardından, Marburg Üniversitesi’ndeki etkisi büyük ölçüde kırılmıştır.
Deppe’nin Marksist Yenilenme Dergisi’nin profilinde kalıcı etki bırakan isimlerden biri olduğunu belirten Dergi editörleri, “Yazı işleri ekibi ve yayıncılar, 80. doğum günü vesilesiyle bu yazıyı yayınlarken, gelecekte de devam edeceğini umduğumuz onlarca yıllık dostane ve üretken işbirliği ve danışmanlık ve yazılarıyla yaptığı değerli katkılardan dolayı kendisine içtenlikle teşekkür ediyoruz” diye bir not da düşmüşlerdir. Bu arada Dergi editörleri bu ön baskıda giriş kısmını kısaltmış ve ara başlıklarla düzenlenmişlerdir. Biz de Praksis Güncel editörleri olarak, geçmişten geleceğe ileri atılım, geri çekilişleriyle, dip akıntılarıyla süregiden sosyalizm mücadelesinin güncelliğini 2019’da yeniden yükselişe geçen halk isyanlarına da göndermeler yaparak canlı biçimde serimlediği için çevirmenlerin bize ulaştırdığı bu yazıyı yayınlamayı anlamlı bulduk. Bu vesileyle biz de Deppe’nin 83. yaşını kutlar, uzun ömürler dileriz. Uzun olması nedeniyle yazıyı iki parça halinde yayınlayacağız. İyi okumalar.
Çeviri: Kemal İşbilir ve Reyhan Akar
Dünya tarihinde 1989/1991 yıllarındaki dönüm noktası, savaş sonrası sistemler rekabetinin sona erdiği bir dönemi işaret eder. Bu dönem, iki kutuplu düzen (ABD ve SSCB) arasında, her biri kendi liderliğinde iki farklı sistemin varlığıyla şekillenmişti. Bu sistemler, mülkiyet ilişkileri, ekonomik düzen ve siyasal sistem açısından birbirlerinden farklıydı: Özel mülkiyet ve kâr amacı güden kapitalizme karşın devlet mülkiyeti, piyasa ekonomisine karşın merkezi planlama, parlamenter demokrasi ve çok partili sisteme karşın „proletarya diktatörlüğü“ veya tek parti yönetimi. Sistemler arasındaki küresel, sürekli askeri karşıtlık, konvansiyonel ve nükleer silahlanma üzerinden gelişen bir güvenlik mantığına dayalıydı ve bu, kaçınılmaz olarak silahlanmanın etkinleştirilmesine ve modernizasyonuna, ayrıca askeri harcamaların arttırılmasına yol açıyordu. Aynı zamanda kapitalizm ve sosyalizm arasındaki ideolojik savaş, „özgürlük“ ve „totaliter“ kavramlarıyla Batı dünyasında hüküm süren bir bilinçle devam ediyordu.
1989/1991 yıllarındaki bu dönüm noktası, Batı tarafından bir zafer anı olarak algılandı. Sistem mücadelesinde kazanmışlardı. En büyük düşman – Sovyetler Birliği ve onunla birlikte komünist partilerinin „kapitalizmden sosyalizme geçiş çağının küresel çapta‘‘ etkili olma iddiası – sona ermişti. Sosyalizmin destekçileri ise moral bozgunluğu içinde ve keyifsiz bir duruş sergiliyorlardı.
Galip gelenler zaferlerini kutluyorlardı. Amerikalı siyaset bilimci Francis Fukuyama, daha 1989’da, sosyalist devletlerin çözülüşü nedeniyle, „tarihin sonu“nu ilan ediyordu. Ancak özellikle „realist okul“un Neokonservatif temsilcileri, Batı devletlerinin tarihinin a) içsel büyük çelişkiler ve sınıf karşıtlıkları, b) uluslararası politika alanındaki küresel güç mücadelesinin savaşlarla belirlendiğini ve bu çelişkilerin yeniden öne çıkacağının bilincindeydiler.
1989’daki büyük değişimden kısa bir süre önce İngiliz tarihçi Paul Kennedy, “Büyük Güçlerin Yükselişi ve Çöküşü”nü, 1500 yılından bu yana dünya tarihinin gelişiminin iç yasası olarak açıklamıştı. John J. Mearsheimer, aşırı realist bir Amerikalı siyaset bilimci olarak, 1990 yazında yayımladığı çok tartışılan bir makalede, Avrupa’daki iki kutuplu sistemin son bulmasından sonra dünya politikasının, 1914’ün Ağustos ayındaki savaşa neden olduğu gibi, büyük güçler arasındaki anarşik bir rekabet ve büyük güçlerin çatışma ortamına geri döneceğini öne sürüyordu.
Yirminci yüzyılın son çeyreğinde „Neoliberalizmin“ zaferiyle birlikte, kapitalizmin işçi hareketinin 20. yüzyıldaki mücadeleleri ve sosyalist devletlerle olan sistem rekabetinin bir sonucu olarak oluşturduğu stabilizasyon sağlayan „bağlar“ın ortadan kaldırılması, dönüşüm yıllarında yalnızca birkaç kişiyi endişelendirdi. Yine de ilk uyarılar, a) sosyal adaletin sorgulanması ve savaş tehlikesinin artması gibi, b) uluslararası politikadaki sosyal belirsizlik ve politik gerilimlerin ortasında, “Tarihin Sonu” tezinin hızla yanlışlanacağı berraklık kazanıyordu. (Deppe 1991).
Konservatif gazeteci ve çağdaş tarihçi Joachim Fest, Adolf Hitler ve Albert Speer gibi biyografilerin yazarı ve Frankfurter Allgemeine Zeitung gazetesinin yayın kurulu üyesi, hızla „ütopik çağın sonunu“ ilan ediyordu. Sosyalizm „gerçekten yok oldu“ ve artık „tarihin konusu“ haline geldi. „Marksizm, kanlı serüvenlerden sonra British Museum’a geri dönüyor“ (Fest 1991: 113).
- yüzyılın sonunda Marksizmin en önemli tarihçilerinden ve teorisyenlerinden biri olan New Left Review’un kurucusu ve eş editörü Perry Anderson’a göre, yüzyılın sonunda sosyalist devletlerin ve partilerin yaşadığı siyasi kriz, uzun zamandan beri yaşanan özellikle alt sınıflara ait bireylerin sosyalist amaç ve değerlerin meşruiyeti ve çekiciliğinde yaşanan çürümesiyle yakından bağlantılıydı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kamusal yaşamda en azından retorik bir rol oynayan eşitlik, gerçekte radikal bir şekilde reddedilmiş olsa bile, şu anda ne mümkün ne de arzu edilen bir şey olarak görülüyor. Evet, günümüzün sağduyusu açısından, bir zamanlar sosyalizme olan inancı oluşturan tüm fikirler artık ‘’anlamsız – ölü bir köpek’’ olmaktan ibarettir. Seri üretim çağının yerini post-Ford dönemi aldı. İşçi sınıfı geçmişin solmakta olan bir anısı, kolektif mülkiyet ise tiranlığın ve verimsizliğin garantisi olarak görülüyor; özgürlük ile bağdaşmayan elementar eşitlik… Bu yüzyılda kapitalizme meydan okuyan akımların hiçbirinde şu anda ne bir mücadele ruhu ne de bir kitle tabanı var (Anderson 1993: 141 ve 143).
Britanyalı siyaset bilimci Ralph Miliband – Yeni Sol’un (New Left) önde gelen isimlerinden biri – 1994 yılında son kitabına “Kaygılı Bir Çağda Sosyalizm” başlığını verdiyse de, sosyalizmin temel değerlerinin – demokrasi, eşitlik ve ortaklaşmak – olacağını ve gelecekte de „toplumsal düzenin belirleyici ilkeleri“ olmaya devam edeceği umudunu yitirmedi (Miliband 1994: 194).
Tarihçi Donald Sassoon ise, “Batı Avrupa’da Bir Yüzyıl Sosyalizm” adlı kapsamlı çalışmasında, sosyal demokrat ve komünist partilerin derin bir krizde olduğunu belirtti. „Batı Avrupa sosyalizminin kaderi ve olası geleceği, „Avrupa kapitalizminin kaderinden ayrı düşünülemez.“ tesbitini yaparak „Sosyalist proje, nasıl tanımlanırsa tanımlansın; yok olabilir, ancak sosyalist partiler hayatta kalabilir“ görüşünü savundu (Sassoon 1997: 776).
Tony Blair’in (1990’ların) başarılı İşçi Partisi, sosyalist gelenek ve programından açıkça sapmıştı. Fakat 20 yıl sonra, Jeremy Corbyn ve destekçileri, partinin hala var olan organiksel yapısının, alt sınıflardan gelen geleneksel seçmenlerle birlikte, yenilenmiş bir sosyalist programla („Çoğunluk İçin, Azınlık İçin Değil“) içeriklendirilebileceğini gösterdi. 2017 Genel Seçimlerinde İşçi Partisi, oylarında neredeyse %10’luk bir artışla, %40 gibi yüksek bir orana ulaştı.
Sosyalizm tartışmasının yeniden canlanışı
Kapitalizmin ve liberalizmin zaferinin üzerinden otuz yıl geçmesinin ardından, sosyalizm üzerine tartışmalar kamuoyunda yeniden yoğunlaşıyor. Soyalizm bir yanda “kızıl tehlike” olarak görülürken, diğer yanda küresel finans piyasası kapitalizminin krizlerini ve toplumsal eşitsizliği aşmayı hedefleyen bir siyasi proje olarak ele alınıyor.
Batı dünyasının önde gelen ekonomi gazetesi The Economist, 14 Şubat 2019 tarihli sayısında, eski kapitalizmin merkezlerinde sosyalizmin yeniden doğuşuna dikkat çekerek “Bin Yılın Sosyalizmi” (Millennial Socialism) başlığı altında bu dönüşümü analiz ediyordu. Yazıda şu ifadeler yer alıyor:
“Sovyetler Birliği’nin 1991’de çöküşünden sonra, 20. yüzyılın büyük ideolojik mücadelesinin sona erdiği düşünülüyordu. Kapitalizm kazanmıştı – sosyalizm ise ekonomik başarısızlık ve siyasi baskı ile eş anlamlı hale gelmişti. Ancak bugün, 30 yıl sonra sosyalizm yeniden gündeme geldi. Çünkü sosyalizm, Batı toplumlarında yanlış giden şeylere dair keskin ve doğru eleştirileri formüle ediyor. Zira sağcı siyasetçiler çoğu zaman fikir mücadelesini terk ederek şovenizm ve nostaljiye yönelirken, sol, toplumsal eşitsizliğe, çevre sorunlarına ve elitlerden halk lehine iktidarı geri kazanma hedefine odaklanıyor.
„Bunun yanında, yeniden doğan sol bazı şeyleri doğru yapsa da modern dünyaya dair karamsarlığı hala ileri boyutlarda. Başarısız politikaları devlet bütçeleri, bürokrasiler ve iş dünyası konularındaki naif yaklaşımlarından kaynaklanıyor.‘‘
İsviçre merkezli finans piyasası kapitalizminin önde gelen gazetelerinden Neue Zürcher Zeitung, 20 Temmuz 2019 tarihli sayısında, “sosyalizme duyulan yeni ilgiden‘‘ dolayı öfkesini şöyle ifade ediyor: Sosyalizmin 20. yüzyılda “devasa ölçüde başarısız” olduğunu, ancak buna rağmen özellikle gençler üzerinde yine yeniden büyük bir çekim gücüne sahip olduğunu belirtiyor. Corbyn ve Sanders gibi isimlerin yanı sıra İsviçreli Sosyal Demokratların da genç seçmenler arasında popülerlik kazandığına dikkat çekiyor ve Gallup anketine göre, 18-29 yaş arası Amerikalıların % 51’inin sosyalizme olumlu baktığını dile getiriyor. Televizyon programlarında bile sınıf mücadelesi ve sistemik savaşın konuşulduğunun belirtiyordu. Gençlerin “kapitalizmle ilgili “hayal kırıklığı”, özellikle mali krizin ardından oldukça anlaşılır – ve kesinlikle “ahlaksız yöneticiler” de var. Ancak gazete, Friedrich August von Hayek’in görüşlerine atıfta bulunarak, sosyalizmin yanlış ve tehlikeli bir yanıt olduğunu savunuyordu. Bu nedenle de özellikle sosyalist ideolojinin cazibesine direnmenin önemine işaret ediyor!
Küresel protesto hareketleri ve sosyalizmin yeniden doğuşu
Sosyalizmin yeniden canlanışı, 2019’da dünya çapında gözlemlenen sosyal ve siyasi protesto hareketlerinin bir parçası olarak değerlendiriliyor. Bu durumu Süddeutsche Zeitung (28/29 Aralık 2019, s. 6/7) ‘’dünya çalkalınıyor’’ diye lanse ediyor ve 2019’da yüzbinlerce kişinin “yozlaşmış elitlere’’ ve “sosyal eşitsizlige” karşı protesto için sokaklara döküldüğünü ve bu şehir ve eyaletlerin uzun listesini sıralıyordu. ” Bazı ülkelerde, ayaklanmanın ön saflarında yer alan ve eski solun mevcut örgütlerini (partiler ve sendikalar) sarsan yeni bir gençlik hareketi – “Y Kuşağı” – ortaya çıktı. Ancak aynı zamanda, birçok ülkede nüfusun geniş kesimlerinin hoşnutsuzluğu ve sol hükümetlerin başarısızlığından yararlanan aşırı sağcı popülist otokratların da yükselişe geçtiği belirtiliyor. Mevcut siyasetle ilgili bu protestolar, uzun süredir devam eden umutsuzluk ve hayal kırıklıklarından kaynaklanıyor; buna sosyal gerileme korkusu da ekleniyordu.
2019 yılına damgasını vuran dünya çapındaki protesto hareketleri son derece heterojendir ve her birinin, bulundukları özgün ekonomik, sosyal, kültürel-dini ve politik bağlamla şekillendiği görülüyor. Sağ popülist hareketlerin yükselişi ile Trump’tan Bolsonaro’ya, Orban’dan Kaczynski’ye kadar sağ kanattan milliyetçi ve ırkçı politikacıların zaferleri, bu hareketlerde ifade bulan çaresizlik ve öfkeye hitap ederken, mevcut düzene yönelik eleştirilerini kapitalizm eleştirisiyle birleştiren sosyalist politikacılar, elitler ve oligarkların iktidarını sonlandırmak için alt sınıflara çağrıda bulunuyor.
Bu “yeni belirsizlik” durumu, 2008 Büyük Krizi’nden bu yana (Tooze 2018) dünyada yaşanan “temel dönüşümü” de yansıtıyor. 20. yüzyılın 1970’lerinde yükseliş dönemini, 90’larda ise zirvesini yaşayan neoliberal hegemonya döngüsü (Deppe 2016), milenyumdan itibaren bir gerileme sürecine girmiş ve 2008’den sonra – özellikle Batı’nın kriz yönetim stratejilerinin bir sonucu olarak – giderek sosyoekonomik, ekolojik ve politik krizlerin hâkim olduğu konjonktürlere evrilmiştir (Deppe 2019).
2008 Krizi: Bir dönüm noktası
2008 krizi bir dönüm noktasıydı; küreselleşme artık refleksif bir hal aldı. Küresel finans kapitalizminin ürettiği ve yeniden ürettiği çelişkiler ve krizler, giderek daha fazla şekilde küreselleşmenin başladığı sermaye metropollerine geri dönüyor. İdeolojik düzeyde bu “çoklu” kriz, hem sağ popülistlerin propagandası için hem de sosyalist hedeflere dayanan ve yankı bulan politik ve toplumsal hareketler için bir zemin oluşturuyor.
Panitch ve Gindin (2018: 11-12), küresel kapitalizmin krizleri ile neoliberal politikalar arasındaki ilişkiyi ve bununla bağlantılı olarak yeni bir “sosyalist meydan okuma”yı şu şekilde ele alır: “Neoliberalizmin meşruiyet kaybı, sosyalizmin radikal davasına yeniden bir miktar itibar kazandırdı. Kapitalizmin aşılması, insanlığın kolektif, demokratik, eşitlikçi ve çevresel hedeflerini gerçekleştirmek için gereklidir. Milenyumun ilk on yılında, kapitalist küreselleşme muhalif hareketlerin merkezinde yer aldı. İkinci on yıl ise ‘Occupy’ hareketiyle başladı ve ardından Yunanistan ve İspanya’daki kemer sıkma karşıtı hareketlerle şekillendi. Bu hareketler, kapitalizmde sınıflar arasındaki önemli eşitsizlikleri çarpıcı bir şekilde gözler önüne serdi. Ancak devrimci sonuçlar doğuramayan, isyan kokan bu protesto hareketleri, devletin dışında kalan bir politikanın sınırlarını hızla ortaya koydu.”
2008’deki büyük çöküşten on yıl sonra, COVID-19 pandemisi kapitalist dünya sistemini sarstı. Şubat 2020 ile Haziran 2021 arasında 4 milyon ölüm kaydedildi; karantina önlemleri nedeniyle ticaret ve üretim yeniden durma noktasına geldi. Özellikle turizmden gastronomiye, kültür sektörüne kadar uzanan özel hizmet sektöründe iflaslar ve işsizlik oranları hızla arttı. Zengin ile fakir, kuzey ülkeleri ile güney ülkeleri arasındaki eşitsizlik daha da derinleşti. Özellikle son on yılların neoliberal özelleştirme politikalarıyla ağır şekilde zarar gören sağlık sisteminin eksiklikleri, şu talepleri destekledi:
a) Devlet tarafından evrensel kamu hizmetlerinin genişletilmesi,
b) Hem işsizliği hem de iklim değişikliğini ele almayı, aynı zamanda ekonomiyi yeniden yapılandırmayı hedefleyen büyük çaplı devlet harcamalarının artırılması.
Bu yeniden yapılandırmanın, kamu sektörünü ve altyapıyı güçlendirmesi, toplumsal çıkarları büyük şirketlerin ve finans sektörünün özel kâr çıkarlarının önüne koyması gerekiyor.
Sosyalist güçler için pandemi, yapısal ve antikapitalist reformların gerekliliğini doğruluyor. Hâkim blokun politikacıları ve ideologları (örneğin, İngiltere’de Boris Johnson, ABD’de Joe Biden, Almanya’da Angela Merkel ve AB’de Ursula von der Leyen), krizlerin baskısı altında neoliberal kemer sıkma ve rekabet politikalarından taviz vermek zorunda kaldılar. Ancak pandeminin resmi olarak sona ermesinden sonra, a) ulusal ve küresel ekonominin nasıl toparlanacağı ve b) bu çelişkilerin – geniş halk kesimlerinde biriken öfkeyle birlikte – siyasi alana nasıl yansıyacağı hala belirsizliğini koruyor.