Türkiye İşçi Partisi’nin hem geçtiğimiz genel seçim hem de önümüzdeki yerel seçim için açıkladığı adaylar sosyalist hareket içerisinde bir “popülizm” tartışması başlatmış gibi görünüyor. Hatta bu tartışma sosyalist hareketin sınırlarını da aşarak düzen muhalefetinin de dahil olduğu bir tartışmaya evrildi. Bu gündemden hareketle TİP’in aday tercihlerini tartışmaktan çok genel anlamda bir popülizm ya da daha doğru bir ifadeyle “Sol Popülizm” tartışması yapmayı daha yerinde buluyorum.
Bu tartışmada ilk olarak netleştirilmesi gereken nokta, sanıyorum ki popülizm tanımı üzerinde bir ortaklaşma sağlamak. Her ne kadar bu kavram olumsuz bir çağrışımla, bir nevi pragmatizm olarak damgalansa da kavramın farklı coğrafya ve dönemlerde halkçılıkla yakın anlamlı olarak kullanıldığını biliyoruz. Sol popülizmin başka bir olumlu anlamda kullanımını Ernosto Laclau ve Chantal Mouffe’un önerdiği siyasi hatta görebiliyoruz. Hegemonya ve Sosyalist Strateji kitabında “Marksizmin Krizi”ne Gramsci’den devraldıkları kavramlarla bir çıkış önerisi sunan yazarlar, işçi sınıfını tek devrimci sınıf olarak gören anlayışla bir hesaplaşma içine girerek söylem (discourse) üzerinden bir strateji ortaya koyar:
“Merkezi sorunumuz, eşitsizliklere karşı mücadele etmeye ve tabiyet ilişkilerini ortadan kaldırmaya yönelen kolektif hareketin ortaya çıkmasının söylemsel koşullarını tanımlamaktır.” [1]
Bu çizginin mantıksal sonucunu güncel deneyimler ışığında toparlayarak “Sol Popülizm” broşürünü ortaya çıkaran Chantal Mouffe, “Liberal demokrat rejimden devrimci bir kopuş şart değil, liberal demokrat rejimin etik-politik ilkelerinin radikalleştirilmesi hedeflenmeli” diyerek 21. yüzyılın reformizminin ya da daha olumlu bir ifadeyle radikal demokrasinin önde gelen teorisyenlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. [2]
Bu yaklaşımların yanı sıra bir de Batı merkezli akademik literatürdeki sol ve sağ popülizmi bir anlamda eşitleyen ve ikisini de burjuva demokrasileri adına bir tehdit olarak gören anlayışa değinmek gerekiyor. Bu anlayışa göre popülizm soyut bir elitler-halk ikiliği üzerinden geniş halk kitlelerinin hoşnutsuzluklarını kendi siyasi amaçları doğrultusunda manipüle ederek siyasi güç kazanma stratejisine tarif eder. Türkiye’de yerel seçim özelinde yürütülen popülizm tartışması daha çok bu düzlemde yapılıyor. Ancak, bu tür bir popülizm eleştirisinin bir siyasal strateji tartışması yapmak için fazlasıyla yetersiz olduğunu düşünüyorum. Popülizmin bu dar tanımına sıkışmak, toplumsal kesimlere ulaşma konusunda hangi kanallar ve araçların kullanılabileceğine dair bir strateji tartışmasının önünü kapatan bir rol oynuyor.
Popülizm kelimesinin anlamsal kökenine baktığımızda ise girişte de kısaca değinmeye çalıştığım haliyle halkçılık kavramını görüyoruz. Bu anlamıyla popülizmin tarihine baktığımızda, Ekim Devrimi öncesinde Rusya’da özellikle kırsal alanda etkin olan Narodnik örgütlenmesiyle karşılaşıyoruz. Türkiye Sosyalist Hareketi’nin tarihinde ise özellikle Milli Demokratik Devrim tartışmalarında karşılaştığımız ve daha sonra “devrimci demokrat” akımlar ile devam eden siyasi izlekte bu anlamda bir halkçılık tartışmasıyla karşılaşmak mümkün. [3] Popülist stratejinin ikili karakteri olarak görebileceğimiz, olumlu anlamda halkçı bir yaklaşımdan söz etmek mümkünken diğer yandan sınıf mücadelesini ikinci plana atmak gibi bir riski de barındırdığını görmenin sosyalist strateji için önemli olduğunu ve tartışmayı bu bağlamda ilerletmenin yerinde olacağını düşünüyorum.
Türkiye bağlamında güncel popülizm tartışmasına dönecek olursak, TİP üzerinden bu tartışmayı ilerletmeden önce çok da uzak geçmişte olmayan bir pratiği, Türkiye’de Kürt Özgürlük Hareketi ile birçok sosyalist partinin/hareketin çatı partisi olarak ortaya çıkan Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve bu partinin Gezi Direnişi’nin hemen ardından ciddi bir seçim başarısı kazanan stratejisini tartışmak istiyorum. HDP’nin Selahattin Demirtaş’ın liderliğinde 7 Haziran 2015 seçimlerine giden süreçte Mouffe’un tariflediği şekliyle Sol Popülist bir strateji izlediğini ve buna yine Laclau-Mouffe’tan ödünç alınan bir ifadeyle “radikal demokrasi” adını verdiğini iddia edeceğim.
Türkiye’de sol-sosyalist hareket için zirve noktalarından biri olan Gezi Direnişi ve 7 Haziran seçimlerine giden süreçte Kürt Özgürlük Hareketi’nin özgün müdahalesiyle inşa edilen bu süreç, işçi sınıfı ile çeşitli ezilen kesimler (Kürtler, Aleviler, Kadınlar, LGBTİ+’lar…) arasında bir “eşdeğerlik zinciri” kurarak bu toplumsal dinamiklerin temsiliyeti üzerinden bir demokrasi mücadelesi inşa etmiştir. Bu mücadele “demokrasinin radikalleştirilmesi” anlamıyla mevcut sistemle bir karşıtlık oluşturmuş, ne var ki devrimci bir dönüşümünden ziyade “rejimin etik-politik ilkelerinin radikalleştirilmesini” hedeflemiştir. Bu deneyimin açmazlarını ve bugün geldiğimiz noktada bulunduğu durumu tartışmak bu yazının sınırlarını fazlasıyla aşsa da (ki bu tartışma Rojava deneyimi, genel anlamda Ortadoğu’daki gelişmeler ve devlet şiddetinin hareket üzerinde yoğunlaşmasından bağımsız yapılamaz) sol popülist stratejiye dair bir çıkarım yapmamızı sağlayabilir. Laclau-Mouffe’un teorik çerçevesini oluşturduğu bu stratejinin Türkiye’deki pratiği en simgesel haliyle Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız” çıkışında billurlaşmıştır. Ancak, müesses nizama karşı söylemsel bir halk inşasını merkeze alan bu strateji birçok kazanım ve zengin deneyimine rağmen işçi sınıfının ve diğer ezilen kesimlerin siyasette özneleşmesinin ne yazık ki tam anlamıyla önünü açamamıştır.
Tam da yakın geçmişin bu eleştirel/özeleştirel değerlendirilmesinden hareketle TİP’in stratejisini sol popülizm bağlamında tartışabiliriz. Bu tartışmaya, Tanıl Bora’nın 23 Mart 2022’de “III. TİP ve Yeniden Sol Popülizm” başlıklı yazısına ve Can Soyer’in cevabına değinmeden devam etmek meselenin güncel bağlamını anlamak açısından eksik kalır. Tanıl Bora, TİP’in yarattığı heyecanı ve gelişimini Laclau-Mouffe referanslarıyla bir çeşit sol popülizmin başarılı bir uygulamasına bağlarken Can Soyer buna doğrudan bir itiraz geliştirmese de aşağıdaki ifadede görülebileceği üzere daha geniş bir halkçılık tartışması açmaya çalışıyor:
“Benim halkçılık kavramı vasıtasıyla çözmeye çalıştığım sorun, hem proletaryanın iç birliğini kuracak hem de proletarya ile çeşitli toplum kesimlerinin ortaklığını sağlayacak siyasal stratejinin inşa edilmesi aslında”
Soyer’in bu yaklaşımını doğru bulduğumu belirterek meseleyi yerel seçimlere ve TİP’in siyasal stratejisine doğru ilerletelim. Sol popülist stratejiyi ve bu topraklardaki özgün deneyimini tamamen yadsımadan ama devrimci bir strateji için eksik kalan yönlerini ön plana çıkararak bu yönelimi tartışmak gerekir. HDP’nin Türkiye siyasetinde yarattığı heyecan ve buna eşlik eden halkçı (sol popülist olarak da okunabilir) strateji nesnel koşullar ve iktidarın savaş politikalarının da etkisiyle halkın öz-örgütlenmelerini yaratarak kitlelerin özneleşmesi anlamında eksik kalmıştı. Ek olarak “eşdeğerlik zinciri” mantığına uygun olarak işçi sınıfı siyasetini merkeze almayan bir çizginin, sosyalist devrimci siyasetle buluşması, bir başka deyişle sınıf örgütlenmesini güçlendirememiş olması anlaşılır bir durum olarak karşımıza çıkıyor.
Bu deneyimin ışığında TİP’in “sol popülist” stratejisi, seçimlere ve temsil siyasetine sıkışan bir söylemsel inşa ile sınırlı kaldığı ölçüde geçmiş deneyimlerin ötesine geçememe tehlikesiyle karşı karşıyadır. Buna ek olarak, sosyalizmin kitleselleşmesi stratejisinin hangi sınıfa dayandığı da büyük önem taşıyor. Bir anlamda en geniş halk kesimlerini örgütlemeye ve düzene karşı mücadeleye sevk etmeye çalışırken bunun taşıyıcı gücü olarak Cumhuriyetçi duyarlılıklara seslenen bir küçük burjuva sosyalizminin Saray Rejimi’nin faşizan yönelimlerini giderek artırdığı bir Türkiye’de kalıcı mevziler yaratması çok gerçekçi görünmüyor. Bu noktada AKP-MHP bloğunun ideolojik hegemonyası altında bulunan mavi yakalı işçilerin mücadelenin taşıyıcı güçlerinden biri haline getirilmesi toplumdaki sınıf-dışı kutuplaşmayı yaracak bir rol oynayacaktır.
Öte yandan, eğer bu yaklaşım Soyer’in iddia ettiği gibi bir halkçılık anlayışıyla, yani sınıfın iki yakasını (mavi ve beyaz yakalı işçiler) birleştirme hedefiyle, başta sendikalar olmak üzere formel ya da informel sınıf örgütlerini güçlendirecek şekilde yapıldığı ölçüde sosyalist devrimci bir siyasi çizginin bu topraklarda kökleşmesini sağlayacaktır. Sadece popüler figürleri bir temsil siyaseti için kullanarak oy oranlarını maksimize etmeye çalışan parlamentarist bir siyaset bu tür bir kökleşmeyi sağlamayacak hatta geçmiş deneyimlerin bile gerisine düşecektir. Bunun yerine seçimler de dahil olmak üzere çeşitli araçları sınıf örgütlenmeleri için kullanırken diğer sistem karşıtı hareketlerle omuz omuza yürüyecek bir anti-kapitalist perspektif, sınıf mücadelesinin ve öz-örgütlenmelerin önünü açacaktır. Ancak böyle bir yaklaşımla inşa edilecek bir sol popülist strateji, bu topraklarda yeniden filizlenecek bir devrimci siyaseti güçlendirebilir. TİP’in yapacağı politik tercih sosyalizmin kitleselleşmesi ve sınıf mücadelesinin yeni mevziler kazanması için kritik önemdedir.
______________
[1] Hegemonya ve Sosyalist Strateji, Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe, Çev. Ahmet Kardam, İletişim Yayınları, 2008.
[2] Sol Popülizm, Chantal Mouffe, Çev. Aybars Yanık, İletişim Yayınları, 2019.
[3] Belki bu noktada Latin Amerika’daki sosyalist hareketlerin halkçılık tartışmasını da eklemek gerekir. Konuya ilişkin farklı bir bakış açısı sunan bir yazı için Suphi Nejat Ağırnaslı’nın bu detaylı analizine bakılabilir. Yazı her ne kadar doğrudan bir halkçılık tartışması yapmasa da 71 kopuşunun başat öznelerinden birinin tarihsel serüvenini bir anlamda popülizm üzerinden eleştirerek anlatıyor.
Burak Çetiner
Lisans eğitimini İTÜ Endüstri Mühendisliği Bölümü'nde tamamladı. Doktora çalışmalarına devam etmekte olduğu Boğaziçi Üniversitesi’nin Endüstri Mühendisliği Bölümü'nde yüksek lisans yaptı. 2021 yılından bu yana Marmara Üniversitesi'nde araştırma görevlisi olarak çalışıyor. Araştırma konuları arasında Hesaplamalı Sosyal Bilimler, Sistem Simülasyonu ve Sistem Dinamiği sayılabilir.