Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

İsrail Apartheid’ının siyasal iktisadı ve soykırım hayaleti (*)

Bu içeriği paylaş:

Geçtiğimiz [2014 yılının -yazı, 2014 yılında yazılmıştır, e.n.-] Temmuz ve Ağustos aylarında yaklaşık 2,000 Filistinlinin ölümüne, 11,000’inin yaralanmasına ve 100,000’inin evsiz kalmasına neden olan yedi haftalık Gazze kuşatmasından sadece birkaç gün önce, İsrail’in iktidar koalisyonunun bir parçası olan Jewish Home Party’nin üst düzey isimlerinden İsrailli milletvekili Ayelet Shaked, Facebook’ta “yaşlıları ve kadınları, şehirleri ve köyleri, mülkleri ve altyapısı da dâhil olmak üzere (…)  tüm Filistin halkının düşman olduğunu” yazdı. Paylaşımın devamında “her teröristin arkasında, onlarsız terör eylemi gerçekleştiremeyeceği onlarca kadın ve erkek vardır. Bunların hepsi düşman savaşçılardır ve hepsinin kanı dökülmelidir. Artık buna, onları çiçeklerle ve öpücüklerle cehenneme uğurlayan şehit anneleri de dâhildir. Kesinlikle oğullarının peşinden gitmeliler, bundan daha adaletli bir durum olamaz. Tıpkı bu yılanların yetiştiği evler gibi onlar da cehennemi boylamalı. Yoksa o evlerde çok sayıda küçük yılan yetişmeye devam edecek.”

Shaked’in Facebook gönderisi 1,000’den fazla kez paylaşıldı ve yaklaşık 5,000 “beğeni” aldı. Birkaç hafta sonra, 1 Ağustos’ta The Times of Israel, Yochanan Gordan tarafından kaleme alınan “Soykırıma İzin Verildiğinde” başlıklı bir köşe yazısı yayınladı. Gordan, “İsrail’in uluslararası uyarılara karşı gelmekten başka çaresi kalmayacak kadar tehdit altında hissettiği bir zamanın gelmek zorunda olduğunu” iddia etti. Gordan şöyle devam etti: “O zaman böyle bir düşmanla başa çıkmanın onları tamamen yok etmekten başka yolu var mı? Başbakan Binyamin Netanyahu bu harekâtın başlangıcında amacının İsrail vatandaşları için sürdürülebilir bir sükûneti yeniden tesis etmek olduğunu açıkça ifade etmişti. Siyasi liderler ve askeri uzmanlar, sükûneti sağlama hedefine ulaşmanın tek yolunun soykırım olduğuna karar verirlerse, bu durumda bu hedeflere ulaşmaya izin verilebilir mi?”

Netanyahu’nun Likud Partisi üyesi olan İsrail Parlamentosu Sözcüsü Moshe Feiglin de bu duyguları paylaşarak İsrail ordusuna Gazze’deki Filistinlilerin ayrım gözetilmeksizin öldürülmesi ve Gazze’yi terk etmeleri için mümkün olan her yolun kullanılması çağrısında bulundu. “Sina, Gazze’den çok uzakta değil ve oradan ayrılabilirler. İsrail’in insani çabalarının sınırı budur,” diye konuştu Feiglin. “IDF, askerlerimize gelebilecek zararı en aza indirmek için gerekli tüm araçları kullanarak, başka hiçbir şey düşünmeden Gazze’nin tamamını fethedecektir. (…) Masum olan ve kendisini silahlı teröristlerden ayıran düşman nüfusa uluslararası hukuka uygun şekilde muamele edilecek ve ülkeyi terk etmelerine izin verilecektir.”

Bu etnik temizlik ve soykırım çağrılarının sıklığı giderek artıyor. İsrail’deki siyasi atmosfer son birkaç yılda o kadar keskin bir şekilde sağa kaydı ki, ülkenin günlük yaşantısında faşist bir söylem kendini hissettirir hale geldi. Ağustos ayında Tel Aviv’de Gazze kuşatmasına karşı gösteri yapan solculara saldıran sağcılar arasında üzerlerinde neo-Nazi sembolleri ve fotoğrafları bulunan tişörtler giyenler bulunuyordu. Aynı şekilde, aslen anti-faşist bir slogan olan “İyi geceler beyaz gurur” (Good night White pride) sloganına karşılık olarak Avrupa’da aşırı sağcı grupların rock konserlerinde popüler olan bir neo-Nazi sloganı olan “İyi geceler sol taraf” (Good night left side) sloganını taşıyan tişörtler giyenler de vardı. 2012’de yapılan bir ankete göre İsrail’deki Yahudi nüfusun neredeyse yarısı Filistinlilere yönelik etnik temizlik politikasını desteklerken, nüfusun önemli bir kısmı da işgal altındaki bölgelerin tamamen topraklarına katılmasını ve bir apartheid devletinin kurulmasını destekliyor.

İsrail’de faşizmin yükselişte olduğu yönündeki korku, Nazi soykırımından sağ kurtulan 327 Yahudi’nin ve onların torunlarının 25 Ağustos’ta New York Times‘ta “İsrail toplumunda Filistinlilerin aşırı, ırkçı bir şekilde adeta insanlıktan çıkarılmaları” karşısında duydukları kaygıyı dile getiren bir açık mektup yayınlamalarına neden oldu. Mektup şöyle devam ediyordu: “Filistin halkına yönelik devam eden soykırım da dâhil olmak üzere ırkçılığın her türüne son vermek için ortak sesimizi yükseltmeli ve kolektif gücümüzü kullanmalıyız.”

Siyonist proje, son yıllarda ortaya çıkan tarihi araştırmalardan da öğrendiğimiz üzere, Filistinlilere karşı sistematik etnik temizlik ve terörizm üzerine kurulmuş olabilir. BM 1948 Sözleşmesi’nin II. maddesi soykırımı “ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu kısmen ya da tamamen yok etmek amacıyla işlenen eylemler” olarak tanımlamaktadır. İsrail-Filistin’de soykırım hazırlığı faaliyetlerine tanık olduğumuz konusunda çok az şüphe var. İsrail ekonomi politiğinin ardında yatan ve soykırım niteliğindeki bu uygulamalara yol açan yapısal etkenler nelerdir?

Bu soruyu cevaplayabilmek için birkaç yıl geriye giderek kapitalist küreselleşme ve İsrail ile Ortadoğu’nun yeni küresel düzene entegrasyonuyla bağlantılı daha büyük yapısal değişimlere odaklanmalıyız. Ortadoğu’nun 20. yüzyılın sonlarından itibaren küreselleşmesi İsrail’in toplumsal yapısını ve sömürge projesinin ekonomi politiğini temelden değiştirmiştir. Kapitalist küreselleşme yoluyla yeniden yapılanma, Filistinlilerin bu projeyle ilişkilerinde önemli bir değişime yol açmış ve İsrail sağının soykırım heyulasını yeniden gündeme getirmesini kolaylaştırıcı koşullar yaratmıştır.

Oslo ve İsrail’in küreselleşmesi

İsrail’in 1980’lerin sonunda başlayan hızlı küreselleşmesi, iki Filistin intifadası (ayaklanması) ve 1991’den 1993’e kadar müzakere edilen ve sonraki yıllarda bozulan Oslo Anlaşmaları ile aynı döneme denk geldi. Ulusötesi elitler, Soğuk Savaş sona ererken, gelişmekte olan küresel kapitalist ekonominin, dünyanın dört bir yanındaki şiddetli bölgesel çatışmaların ortasında ulusötesi sermaye birikimi için istikrarlı ve güvenli hale getirilemeyeceğini savunmuş ve Orta Amerika’dan Güney Afrika’ya, ” çatışmaların çözümü ” gündemini ya da içten içe yanan bölgesel çatışmaların müzakere yoluyla sonlandırılmasını zorlamaya başlamışlardı. ABD ve ulusötesi elitlerin yanı sıra güçlü İsrailli kapitalist gruplar tarafından desteklenen ve teşvik edilen İsrailli yöneticiler, büyük ölçüde Filistin direnişinin ilk intifada (1987-1991) şeklinde tırmanmasına bir yanıt olarak 1990’larda Filistin liderliğiyle müzakerelere başladılar. Oslo süreci, Ortadoğu’nun gelişmekte olan küresel kapitalist sisteme entegrasyonunun getirdiği siyasi yapbozun önemli bir parçası olarak görülebilir (Arap Baharı’nın yapısal zeminini de oluşturan bir bütünleşmedir, ancak bu başka bir yazının konusudur).

1993’te imzalanan Oslo Anlaşmaları, aralarında mültecilerin durumu (ve geri dönüş hakları), Kudüs, su, nihai sınırlar ve İsrail’in işgal altındaki topraklardan tamamen çekilmesi gibi kilit “nihai statü” konularında müzakerelerin devam edeceği beş yıllık bir ara dönem için işgal altındaki topraklarda Filistin Yönetimi’ne (FY) Bantustan benzeri bir özerklik verdi. Ancak Oslo dönemi boyunca (1991’den sürecin tamamen sona erdiği 2003’e kadar) İsrail’in Batı Şeria ve Gazze’deki işgali büyük ölçüde yoğunlaştı. “Barış süreci” neden çöktü?

Birincisi, süreç mülksüzleştirilmiş Filistinli çoğunluğun içinde bulunduğu kötü durumu çözmeyi değil, yeni ortaya çıkan Filistinli seçkinleri yeni küresel düzene entegre etmeyi ve bu seçkinlere bu düzeni savunmada ve işgal altındaki topraklardaki Filistinli nüfusu içeriden denetleme rolü vermeyi amaçlıyordu. Aslında bu dönemde Filistinli sınıf oluşumunun, başka yerlerdeki Körfez sermayesiyle bütünleşmiş ve yeni bir Filistin devletini kendi sınıf konsolidasyonu için bir platforma dönüştürmeyi umut eden ulusötesi yönelimli Filistinli kapitalistlerin yükselişini içerdiği gösterilmiştir. FY’nin işgal altındaki topraklarda ulusötesi sermaye birikimine aracı olması ve aynı zamanda hoşnutsuz halk üzerinde toplumsal kontrolü sürdürmesi bekleniyordu.

İkinci olarak, İsrail ekonomisi, önemi birazdan anlaşılacak olan yüksek teknolojili bir askeri-güvenlik kompleksi temelinde küreselleşti. İsrail sermayesi Kuzey Amerika, Avrupa, Asya ve diğer yerlerden gelen ulusötesi şirket sermayesi ile giderek daha fazla iç içe geçmiştir. Gerçekte, İsrail sermayesi ayrılmaz bir şekilde küresel sermaye devrelerine dâhil olmuştur. Oslo, kısmen muhafazakâr Arap rejimlerinin İsrail’e yönelik bölgesel ekonomik boykotu kaldırmasına izin vererek, kısmen de İsrail ekonomisini bölgesel ekonomik ağlara (örneğin Mısır, Türkiye, Ürdün) dâhil eden ve tüm bölgeyi küresel kapitalizme çok daha derin bir şekilde bütünleştiren bir Ortadoğu Serbest Ticaret Bölgesi (MEFTA) oluşturulması müzakerelerini başlattı. Böylece Oslo, İsrail’in Ortadoğu ve ötesindeki ulusötesi kapitalist varlığını kolaylaştırarak bu sürece yardımcı oldu.

Birincisi, süreç mülksüzleştirilmiş Filistinli çoğunluğun içinde bulunduğu kötü durumu çözmeyi değil, yeni ortaya çıkan Filistinli seçkinleri yeni küresel düzene entegre etmeyi ve bu seçkinlere bu düzeni savunmada ve işgal altındaki topraklardaki Filistinli nüfusu içeriden denetleme rolü vermeyi amaçlıyordu. Aslında bu dönemde Filistinli sınıf oluşumunun, başka yerlerdeki Körfez sermayesiyle bütünleşmiş ve yeni bir Filistin devletini kendi sınıf konsolidasyonu için bir platforma dönüştürmeyi umut eden ulusötesi yönelimli Filistinli kapitalistlerin yükselişini içerdiği gösterilmiştir. FY’nin işgal altındaki topraklarda ulusötesi sermaye birikimine aracı olması ve aynı zamanda hoşnutsuz halk üzerinde toplumsal kontrolü sürdürmesi bekleniyordu.

İkinci olarak, İsrail ekonomisi, önemi birazdan anlaşılacak olan yüksek teknolojili bir askeri-güvenlik kompleksi temelinde küreselleşti. İsrail sermayesinin Kuzey Amerika, Avrupa, Asya ve diğer yerlerden gelen ulusötesi şirket sermayesi ile giderek daha fazla iç içe geçmesi söz konusu olmuştur. Gerçekte, İsrail sermayesi ayrılmaz bir şekilde küresel sermaye devrelerine entegre olmuştur. Oslo, kısmen muhafazakar Arap rejimlerinin İsrail’e yönelik bölgesel ekonomik boykotu kaldırmasına izin vererek, kısmen de İsrail ekonomisini bölgesel ekonomik ağlara (örneğin Mısır, Türkiye, Ürdün) dahil eden ve tüm bölgeyi küresel kapitalizme çok daha derin bir şekilde entegre eden bir Ortadoğu Serbest Ticaret Bölgesi (MEFTA) oluşturulması müzakerelerini başlattı ve İsrail’in Ortadoğu ve ötesindeki ulusötesi kapitalist varlığını kolaylaştırmak suretiyle bu sürece yardımcı oldu.

Üçüncüsü, yakından ilişkili olarak, İsrail, 1990’larda Filistinli işgücüne olan ihtiyacını zayıflatan 1 milyon Yahudi göçmen akını da dâhil olmak üzere büyük bir ulusötesi göç dönemi yaşadı, ancak bu durum 21. yüzyılın ilerleyen dönemlerinde değişecekti.

1980’lerin ortalarında küreselleşme süreci başlayana kadar İsrail’in Filistinlilerle olan ilişkisi, sömürgeci gücün sömürülenlerin topraklarını ve kaynaklarını gasp ettiği ve ardından emeklerini sömürdüğü klasik sömürgeciliği yansıtıyordu. Ancak özelleştirmeler, ticaretin serbestleştirilmesi, IMF gözetiminde kemer sıkma ve Dünya Bankası kredileri gibi bilindik önlemlerle Ortadoğu neoliberal ekonomik yeniden yapılandırma temelinde küresel ekonomi ve toplumla bütünleşti. Bu ise Filistin intifadalarında, Kuzey Afrika’daki işçi hareketlerinde ve en görünür şekilde 2011 Arap ayaklanmalarında ifadesini bulan kitlesel toplumsal hareketlerin ve tabandan gelen demokratikleşme baskılarının yayılmasına yardımcı oldu. Bu gelgitli direniş dalgası İsrailli yöneticileri ve onların ABD’li destekçilerini harekete geçmeye zorladı.

Küreselleşme Filistinlileri “artık insanlığa” dönüştürüyor

Nitzan ve Bichler’in The Global Political Economy of Israel başlıklı çalışmalarında gösterdikleri gibi, İsrail ekonomisi küresel kapitalizme eklemlenirken iki yeniden yapılanma dalgası geçirmiştir. İlki, 1980’ler ve 1990’larda, geleneksel tarım ve sanayi ekonomisinden bilgisayar ve bilgi teknolojisine (BBT), yüksek teknolojili telekomünikasyona, web teknolojisine vb. dayalı bir ekonomiye geçişe tanıklık etti. Tel Aviv ve Hayfa, Silikon Vadisi’nin ” Ortadoğudaki ileri karakolları” haline geldi. 2000 yılına gelindiğinde İsrail GSYİH’sinin yüzde 15’i ve ihracatının yarısı yüksek teknoloji sektöründen kaynaklanıyordu.

Özellikle 2000 yılındaki dot-com krizi ve dünya çapındaki durgunluğun ardından 11 Eylül 2001 olayları ve küresel siyasetin hızla askerileşmesiyle birlikte İsrail’de “küresel askeri-güvenlik-istihbarat-gözetleme-terörle mücadele teknolojileri kompleksi”ne doğru bir kayma yaşandı. İsrailli teknoloji firmaları sözde ulusal güvenlik endüstrisine öncülük etmiştir. Gerçekten de İsrail, özellikle ekonomisinin yüksek teknolojiyle askerileştirilmesi yoluyla küreselleşmiştir. İsrail ihracat enstitüleri, 2007 yılında İsrail’in yeni ekonomi politiğinin merkezinde yer alan güvenlik, istihbarat ve sosyal kontrol sistemlerine yoğunlaşmış 350 kadar İsrailli ulusötesi şirket olduğunu tahmin etmektedir.

Naomi Klein Şok Doktrini (The Shock Doctrine) adlı çalışmasında “İsrail’in terörle mücadele ile ilgili ürün ve hizmet ihracatı 2006’da yüzde 15 arttı ve 2007’de yüzde 20 artarak yıllık toplam 1.2 milyar dolara ulaşacağı tahmin ediliyor” diyor. “2006’daki savunma ihracatı 3.4 milyar dolara ulaşarak (1992’deki 1.6 milyar dolara kıyasla) İsrail’i dünyanın dördüncü büyük silah tüccarı haline getirdi ve bu rakam İngiltere’den daha büyük. İsrail’in Nasdaq borsasında işlem gören ve birçoğu güvenlikle ilgili olan teknoloji hisseleri diğer tüm yabancı ülkelerinkinden daha fazladır ve ABD’de Çin ve Hindistan’ın toplamından daha fazla teknoloji patenti kayıtlıdır. Çoğu güvenlikle bağlantılı olan teknoloji sektörü şu anda tüm ihracatın yüzde 60’ını oluşturuyor.”

Diğer bir deyişle, İsrail ekonomisi yerel, bölgesel ve küresel şiddet, çatışma ve eşitsizliklerden beslenmektedir. En büyük şirketleri Filistin’de, Ortadoğu’da ve dünya genelinde savaş ve çatışmaya bağımlı hale gelmiş ve İsrail siyasi sistemi ve devleti üzerindeki etkileri aracılığıyla bu tür çatışmaları körüklemektedir. Bu askerileşmiş birikim, ABD’nin ve tüm küresel ekonominin de karakteristik özelliğidir. Giderek artan bir şekilde küresel bir savaş ekonomisinde yaşıyoruz ve ABD ve İsrail gibi bazı devletler bu mekanizmanın ana dişlileridir. Ezilenleri ve ötekileştirilenleri denetleyerek kontrol altına almak ve kriz karşısında birikimi sürdürmek için askerileştirilmiş birikim, faşist politik eğilimlere ya da bazılarımızın “21. yüzyıl faşizmi” olarak adlandırdığı şeye yatkındır.

İşgal altındaki topraklarda yaşayan Filistinli nüfus 1990’lara kadar İsrail için ucuz bir işgücü oluşturuyordu. Ancak İsrail’in dünyanın dört bir yanından Yahudi göçünü teşviki ve Sovyet bloğunun çöküşüyle birlikte, son yıllarda aralarında Sovyet sonrası neoliberal yeniden yapılanma nedeniyle yerlerinden edilen 1 milyon Sovyet Yahudisinin de bulunduğu büyük bir göçmen akını yaşandı. Bunun yanı sıra, neoliberalizm ve kriz eski Üçüncü Dünya bölgelerindeki milyonları yerinden ederken İsrail ekonomisi Afrika, Asya ve başka yerlerden gelen ulusötesi göçmen işgücünden faydalanmaya başladı.

Yeni ulusötesi emek hareketliliği ve işe alım sistemlerinin yükselişi, dünyanın dört bir yanındaki egemen grupların emek piyasalarını yeniden düzenlemesini ve haklarından mahrum bırakılmış ve kontrol edilmesi kolay geçici işgücünü çalıştırmasını mümkün kılmıştır. Bu dünya çapında bir olgu olsa da, İsrail için özellikle cazip bir seçenek haline gelmiştir çünkü siyasi açıdan sorunlu olan Filistinli işgücüne olan ihtiyacı ortadan kaldırmaktadır. Tayland, Çin, Nepal ve Sri Lanka’dan gelen 300.000’den fazla göçmen işçi, ABD tarım sektöründe Meksikalı ve Orta Amerikalı göçmen işçilerle aynı şekilde ve aynı güvencesiz süper sömürü ve ayrımcılık koşulları altında İsrail tarım sektöründe baskın işgücünü oluşturuyor. Birçok İsraillinin Filistinlilere karşı gösterdiği ırkçılık -ki kendisi de sömürgecilik ilişkisinin bir ürünüdür- şimdi ülke tamamen ırkçı bir toplum haline geldikçe genel olarak göçmenlere karşı giderek artan bir düşmanlığa dönüşmüştür.

Göç, İsrail’in Filistinlilerin ucuz işgücüne olan ihtiyacını ortadan kaldırırken, Filistinliler marjinalleştirilmiş bir artık nüfus haline gelmiştir. Klein’ın da belirttiği gibi, “Sovyet mültecilerin gelişinden önce İsrail, Gazze ve Batı Şeria’daki Filistinli nüfustan uzun süre ayrı kalamazdı; ekonomisi Filistinli işgücü olmadan, Kaliforniya’nın Meksikalılar olmadan yürütebileceğinden daha fazla ayakta kalamazdı”. “Her gün yaklaşık 130,000 Filistinli Gazze ve Batı Şeria’daki evlerini terk edip sokakları temizlemek ve yol yapmak için İsrail’e giderken, Filistinli çiftçiler ve tüccarlar da kamyonlara mal doldurup İsrail’de ve diğer bölgelerde satıyordu.”

Yeni ulusötesi emek hareketliliği ve işe alış sistemlerinin yükselişi, dünyanın dört bir yanındaki egemen grupların emek piyasalarını yeniden düzenlemesini ve haklarından mahrum bırakılmış ve kontrol edilmesi kolay geçici işgücünü çalıştırmasını mümkün kılmıştır. Bu, dünya çapında bir olgu olsa da İsrail için özellikle cazip bir seçenek haline gelmiştir; çünkü siyasi açıdan sorunlu olan Filistinli işgücüne olan ihtiyacını ortadan kaldırmaktadır. Tayland, Çin, Nepal ve Sri Lanka’dan gelen 300.000’den fazla göçmen işçi, ABD tarım sektöründe Meksikalı ve Orta Amerikalı göçmen işçilerle aynı şekilde ve aynı güvencesiz, olağanüstü sömürü ve ayrımcılık koşulları altında İsrail tarım sektöründe baskın işgücünü oluşturuyor. Birçok İsraillinin Filistinlilere karşı gösterdiği ırkçılık –ki bizzat sömürgecilik ilişkisinin bir ürünüdür– ülke tamamen ırkçı bir toplum haline geldikçe genel olarak göçmenlere karşı giderek artan bir düşmanlığa dönüşmüştür.

Göç, İsrail’in Filistinlilerin ucuz işgücüne olan ihtiyacını ortadan kaldırırken, Filistinliler marjinalleştirilmiş bir artık nüfus haline gelmiştir. Klein’ın da belirttiği gibi, “Sovyet mültecilerin gelişinden önce İsrail, Gazze ve Batı Şeria’daki Filistinli nüfustan uzun süre ayrı kalamazdı; Kaliforniya ekonomisi için Meksikalı işçi ne demekse İsrail de bir o kadar Filistinlinin emeğine bağımlıydı”. “Her gün yaklaşık 130,000 Filistinli Gazze ve Batı Şeria’daki evlerini terk edip sokakları temizlemek ve yol yapmak için İsrail’e giderken, Filistinli çiftçiler ve tüccarlar da kamyonlara mal doldurup İsrail’de ve diğer bölgelerde satıyordu.”

Oslo Anlaşmalarının imzalandığı ve yürürlüğe girdiği 1993 yılında İsrail’in “kapatma” olarak bilinen yeni politikasını, yani Filistinlileri işgal altındaki topraklara kapatma, etnik temizlik ve yerleşimci sömürgeciliğinin şiddetli bir şekilde tırmandırılması politikasını uygulamaya koyması hiç de şaşırtıcı değildir. “Kapatma” politikasının başladığı 1993 yılında, işgal altındaki topraklarda kişi başına düşen GSMH yüzde 30 düşmüştü. 2007 yılına gelindiğinde işsizlik ve yoksulluk oranları yüzde 70’i aşmıştı. İsrail işgalinin sona erdirilmesi ve bir Filistin devletinin kurulmasını öngören “barış” anlaşmasının uygulandığı 1993-2000 yılları arasında Batı Şeria’daki İsrailli yerleşimciler iki katına çıkarak 400.000’e, 2009’da ise yarım milyona ulaştı ve sayıları artmaya devam ediyor. Gazze’deki akut yetersiz beslenme dünyanın en yoksul ülkeleriyle aynı ölçekte olup, Filistinli ailelerin yarısından fazlası günde sadece bir öğün yemek yemektedir. Filistinliler İsrail ekonomisinin dışına itilirken, kapatma ve genişletilmiş işgal politikaları da Filistin ekonomisini yerle bir etti.

Oslo Anlaşmalarının çöküşü ve sürekli genişleyen İsrail işgalinin ortasında devam eden “barış” müzakerelerinin saçmalığı, Filistinli seçkinleri ve kapitalist grupları yetiştirmek ve işbirliği yapmak için mekanizmalar bulmak isteyen ulusötesi seçkinler ve İsrailli muadilleri açısından siyasi bir ikileme yol açabilir. Ancak, İsrail ve uluslararası ekonomide yerleşik askerileşmiş sermayenin baskın sektörlerinin mantığı açısından bakıldığında, bu durum çatışmanın çözümü için trajik bir fırsat kaybı değil, işgali ve esaret altındaki Filistin nüfusunu hedef ve test alanı olarak kullanarak dünya çapında silah ve güvenlik sistemleri geliştirmek ve pazarlamak yani sermaye birikimini genişletmek için bulunmaz bir firsattır.

İdeolojik sis perdelerini ve laf kalabalığını bir kenara bıraktığımızda, İsrail devlet politikası üzerinde belirleyici etkiye sahip olanın bu güçlü ekonomik çıkarlar olduğunu görüyoruz. Klein birkaç yıl önce şu gözlemde bulunmuştu: “Yüksek teknolojili güvenlik ekonomisinin hızla büyümesi, İsrail’in zengin ve en güçlü kesimlerinde, barışı terk ederek sürekli ve sürekli genişleyen bir ‘terör savaşı’ lehine güçlü bir iştah yarattı” ve “Filistinlilerle olan çatışmasını, toprak ve haklar için belirli hedefleri olan milliyetçi bir harekete karşı bir savaş olarak değil, daha ziyade teröre karşı küresel savaşın bir parçası olarak – sadece yıkıma meyilli mantıksız, fanatik güçlere karşı bir savaş olarak tanımlamak için açık bir strateji oluşturdu.”

İsrail medyasındaki az sayıdaki eleştirel ve cesur seslerden biri olan Amira Hass, 2009 yılında İsrail’in “en çok okunan gazetesi” Haaretz’de yayınlanan “İsrail Barışın Para Etmediğini Biliyor” başlıklı köşe yazısında şu yorumu yapmıştır: “Güvenlik endüstrisi önemli bir ihracat koludur – Gazze ve Batı Şeria’da her gün test edilen silahlar, mühimmat ve donanımlar. (…) Yerleşimlerin korunması, çitler, barikatlar, elektronik gözetleme kameraları ve robotlar gibi güvenlik, gözetleme ve caydırıcılık ekipmanlarının sürekli geliştirilmesini gerektirir.” Hass şöyle devam ediyor: “Bunlar gelişmiş dünyada güvenliğin geldiği son noktadır ve bankalara, şirketlere ve isyanların bastırılması gereken gecekondu ve etnik yerleşim bölgelerinin yanı başındaki lüks mahallelere hizmet etmektedir.”

Irkçılığın ve soykırımın sosyolojisi: Ferguson’dan işgal altındaki topraklara

Irk/etnik ilişkiler sosyolojisi üç farklı ırkçı yapı türünü, yani baskın ve azınlık gruplar arasındaki yapısal ilişkiyi tanımlamaktadır. Bunlardan biri “aradaki azınlıklar” (middlemen minorities) olarak adlandırılan yapıdır. Bu yapıda azınlık grubu, baskın ve tabi gruplar arasında bir aracılık ilişkisi içindedir. Bu tarihsel olarak Asya’daki Çinli denizaşırı tüccarların, Batı Afrika’daki Lübnanlıların ve Suriyelilerin, Doğu Afrika’daki Hintlilerin, Güney Afrika’daki melezlerin (Coloured) ve Avrupa’daki Yahudilerin deneyimlediği bir durumdu. Yapılar değişip “aradaki azınlıklar” işlevlerini kaybettiklerinde ya yeni düzene dâhil olurlar ya da günah keçisi ilan edilip soykırıma maruz kalabilirlerdi.

Yahudiler tarihsel olarak feodal ve erken kapitalist Avrupa’da bu “aradaki azınlık” rolünü üstlenmişlerdir. Feodal Avrupa’nın yapısı, Yahudilere Avrupa feodal toplumunun yeniden üretimi için hayati önem taşıyan bazı roller vermiştir. Bunlar arasında uzun mesafeli ticareti yönetmek ve tefecilik de vardı. Bu tür faaliyetler Katolik Kilisesi tarafından yasaklanmıştı ve feodalizmin kalbindeki toprak sahibi-serf ilişkisinin olağan bir parçası değildi, ancak sistemin sürdürülmesi için hayati önem taşıyorlardı. Kapitalizm 19. ve 20. yüzyıllarda geliştikçe, yeni kapitalist gruplar ticaret ve bankacılık işlevlerini üstlenerek Yahudilerin rolünü yeni egemen sınıflar için lüzumsuz hale getirdi. Sonuç olarak, Avrupa’daki Yahudiler kapitalizm geliştikçe yoğun baskılara maruz kaldılar ve sonunda kapitalizmin getirdiği zorluklar karşısında günah keçisi ilan edilmeleri, daha önce hayati önem taşıyan ekonomik rollerini kaybetmeleri, 1930’lardaki dünya krizi ve Nazi ideolojisi ve programının ölümcül karışımı neticesinde soykırıma uğradılar.

Bu, Afrikalı-Amerikalıların Birleşik Devletlerde karşılaştıkları daha yeni bir durumdur. Birçok Afrikalı-Amerikalı, işçi sınıfının süper sömürülen kesimi olmaktan, işverenlerin süper sömürülen işgücü olarak siyah emeğinden Latin kökenli göçmen emeğine geçmesiyle marjinalleşmeye başladı. Yapısal olarak büyük ölçüde marjinalleştirilmiş olduklarından, Afrikalı-Amerikalılar, sistem tarafından lüzumsuz ve potansiyel olarak isyankâr bir nüfusu kontrol etmek için gerekli görülen artan hak mahrumiyetine, kriminalizasyona, sahte bir “uyuşturucuya karşı savaşa”, kitlesel olarak kapatılmalara ve polis ve devlet terörüne maruz kalmaktadırlar.

Şimdi, tıpkı daha önceki Amerikan yerlileri gibi – ve siyah Güney Afrikalıların aksine – artık kendilerine bir ihtiyaç kalmayan Filistinlilerin bedenleri, Filistin’in kaynaklarına, özellikle de toprağa İhtiyaç duyan Siyonist devletin, egemen grupların, yerleşimcilerin ve yerleşimci adaylarının önünde bir engel olarak durmaktadır. Filistinli işçiler İsrail ekonomisinden aşamalı olarak tasfiye edilse de, binlerce Batı Şeria Filistinlisi hala İsrail’de çalışmayı sürdürüyor. 1990’larda İsrail’deki Filistinli işçilerin yerini alan Rus ve diğer Yahudi göçmenler, daha sonraki yıllarda Araplarla ilişkili işlerde çalışmak istemedikleri için İsrail orta sınıfına çekilmek için kendi ırksal ayrıcalıklarına güvenmeye devam ettiler. Ancak bu gerçekleşirken, küresel güneyden Afrikalı, Asyalı ve diğer göçmenler İsrail’e akmaya devam etti. “Artık insanlığa” geçiş, dışlanmış ve Gazze’nin dönüşmüş olduğu toplama kampına mahkûm edilmiş Gazzeliler için hızlanarak devam ediyor. Gazze’deki Filistinliler soykırım faaliyetiyle karşı karşıya kalan ilk grup olarak karşımıza çıkıyor.

Siyonistler ve İsrail devletinin savunucuları, Naziler ile İsrail devletinin eylemleri arasında soykırım suçlaması da dâhil olmak üzere herhangi bir benzetme yapılmasına büyük tepki gösterirler. Bunun sebebi Yahudi Holokostunun İsrail devleti ve Siyonist siyasi proje tarafından bir meşrulaştırma mekanizması olarak kullanılmasıdır, dolayısıyla bu tür benzetmeler yapmak İsrail’in meşrulaştırıcı söyleminin altını oymak anlamına gelir. Bunu belirtmek çok önemlidir, çünkü söz konusu söylem tarihteki diğer soykırım örnekleriyle giderek daha korkutucu bir benzerlik göstermekte olan mevcut veya planlanan İsrail politikalarını meşrulaştırmaya hizmet etmektedir.

Negev’deki Ben Gurion Üniversitesi’nde profesör olan ve adı İsrail’le özdeşleşen ünlü İsrailli tarihçi Benny Morris, 2004 yılında Haaretz’e verdiği uzun bir röportajda, bugünkü adı Birleşik Devletler olan bölgede Amerikan yerlilerine uygulanan soykırıma atıfta bulunarak bu tür bir katliamın kabul edilebilir olduğunu öne sürmüştür. Röportajda “büyük Amerikan demokrasisi bile Kızılderililer yok edilmeden yaratılamazdı. Genel ve nihai iyiliğin, tarihin akışı içinde işlenen sert ve acımasız eylemleri haklı çıkardığı durumlar vardır.” Daha sonra Filistinlilere yönelik etnik temizlik çağrısında bulunarak, “onlar için kafes gibi bir şey inşa edilmeli. Kulağa korkunç geldiğini biliyorum. Gerçekten zalimce. Ancak başka seçenek yok. Orada öyle ya da böyle hapsedilmesi gereken vahşi bir hayvan var.”

Morris’in görüşleri bırakın uluslararası düzeyde, İsrail içinde bile bir fikir birliğini temsil etmiyor ve İsrailli ve ulusötesi seçkinler arasında çok sayıda ayrışma, gerilim noktası ve çelişki bulunuyor. Ayrıca boykot, tecrit ve yaptırımlar (BDS) için dünya çapında yükselen bir hareket var ve bu da egemen gruplara kendi ekonomik çıkarlarını savunmak için bir uzlaşmaya varmaları yönünde baskı yapıyor. Bu öngörülemez bir andır. Soykırıma yönelik yapısal baskıların gerçekten bir soykırım projesine dönüşüp dönüşmeyeceği, tarihsel kriz konjonktürüne, soykırımı bir olasılık haline getiren siyasi ve ideolojik koşullara ve bunu gerçekleştirecek araçlara ve iradeye sahip bir devlet aktörüne bağlı olacaktır. Görünüşe göre, birkaç yılda bir birkaç bin ölü, on binlerce yaralı, yüz binlerce yerinden edilmiş ve tüm nüfusun yaşamın gerekliliklerinden mahrum bırakıldığı aylarca süren İsrail kuşatmalarının yaşandığı ve bu kampanyalara destek veren İsrail kamuoyunda hayret uyandıran bir fikir birliğinin sağlandığı Gazze’de ağır çekim bir soykırım çoktan başladı. Bir soykırım projesinin bu genel koşulları henüz vücut bulmuş olmaktan uzaktır, ancak şu anda kesin olarak şekillenmektedir. Böyle bir neticeyi önlemek için Filistinliler ve makul İsraillilerle birlikte mücadele etmek dünya kamuoyunun görevidir.

***

Yousef Baker ve Maryam Griffin’e bu makalenin daha önceki taslaklarına ilişkin yorum ve önerileri için teşekkür ederim.

Çeviri: M. Gürsan Şenalp

(*)19 Eylül 2014 tarihinde TRUTHOUT’ta yayınlanmıştır.

William I. Robinson

Kaliforniya Üniversitesi Santa Barbara'da (UCSB) sosyoloji profesörüdür. Aynı zamanda Latin Amerika ve İberya Çalışmaları ile UCSB'deki Küresel ve Uluslararası Çalışmalar programlarına bağlı olarak görev yapmaktadır Akademik araştırmaları makro ve karşılaştırmalı sosyoloji, küreselleşme ve ulusötesileşme, politik ekonomi, politik sosyoloji, kalkınma ve toplumsal değişim, göç, Latin Amerika ve Üçüncü Dünya üzerine odaklanmaktadır. Son kitabı Can Global Capitalism Endure? 2022'de yayımlanmıştır.