Geçtiğimiz günlerde, “Afet Yasası” olarak bilinen 6306 Sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun’da ve 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) kabul edilerek Resmi Gazete’de yayınlandı. Kanunlaştırma, 2012’de çıkarılan Afet Yasası’ndan daha geniş bir coğrafyada etkili olması amacıyla yapıldı. Yasama faaliyeti olarak “torba kanun” tekniği ile yapılan bu değişiklik hem kent hem barınma hakkına doğrudan saldırı niteliği taşıyor ve bir mülkiyet aktarımının koşullarını da büyük oranda hazırlıyor. Bu düzenleme, ekonomik olarak yalpalama sürecinin sonuna gelen ve aşağı doğru ivmeyle düşüşe geçen; siyasi olarak da özellikle büyükşehirlerdeki 2019 yenilgisinden sonra darbe yiyen ve kendine yeni rant alanları yaratma yollarını arayan iktidarın yeni aracı olarak değerlendirilebilir. Öyle ki iktidar, burjuva hukukunun kutsalı olan “mülkiyet hakkı”nı bile hiçe sayıyor, sadece karşı mahalleyi değil, yıllarca emeğiyle artırıp biriktirdiği parasıyla mütevazı konutlarında yaşam sürme mücadelesi veren yurttaşların da evine göz koyarak her iki yakadakilere de karşı cephe alma “cüretini” gösteriyor.
Torba Yasa’da “yeni” olan
Düzenleme ile ilgili detaylı bilgiye, Mimarlar Odası’nın yaptığı çağrıdan ulaşılabilir. Burada, çok tartışılan “rezerv alanı” tanımında değişiklik yapan madde ile başlayarak söz konusu yasanın “yeni” düzenlemelerine kısaca bakalım. Eski düzenlemeden farklı olarak TOKİ’nin ve idarenin talebiyle belirlenecek rezerv alanlarının, “yeni yerleşim alanı” olma zorunluluğu kalkıyor. Değişikliğe gerekçe olarak, önceden kentsel dönüşüm alanlarında yaşanan hukuki süreçlerin uzaması, projelerin gerçekleşmesi önünde engel teşkil etmiş olması öne sürülüyor. Ayrıca kent merkezlerindeki askeri alanların ve parkların rezerv alan ilan edilebilmesinin önü açılıyor; orman alanları, mera alanları, su toplama havzaları ve tarım alanları koruma kapsamının dışına çıkarılıyor, müşterek alanlar yapılaşmaya açılıyor. Bir yerin rezerv alan olması için, binanızın depreme karşı dayanaklı olup olmaması bir kriter olmadığı gibi, deprem gerçeği de önemli değil, hatta ortada bir yapı olup olmaması da… Yaşanılan konutun bulunduğu alan rezerv alan ilan edildiğinde, mülkiyet hakkı hiçe sayılacak ve 90 gün içinde mülk sahiplerinden evlerini boşaltması “rica edilecek”. Tabi ki amaç, mülksüzleştirme yoluyla sermaye birikimi: Yurttaşların evlerinin alınması, ihale edilen geniş çaplı projelerle iktidar kadrolarına, büyük sermaye sahibi şirketlere ve iktidara yakın mülk sahiplerine yeni gelir kapısının yaratılması. Geriye bir tek bunu yapacak bütçenin nereden bulunacağı sorusu kalıyor. Bu sorunun bilindik bir cevabı var aslında; İstanbul! Bu kent kadar “pazarlama” değerine sahip, tabiri caizse altın yumurtlayan tavuk görülmemiştir.
Getirilen düzenlemeler, afet alanı ilan edilen bölgelerle ilgili de belirli usuller belirliyor. Biri, 6 Şubat depreminden sonra ilan edilen afet bölgelerinde hasar tespit raporlarıyla ilgili ivedi yargılama usulünün kullanılabilmesi. Daha açık söylersek, afet bölgesi ilan edilen alanlarda bulunan yapılar için 10 gün içinde inceleme yapılacak, maliklerin savunma süresi 15 güne düşecek. Keşif ve bilirkişilerin raporlarını mahkemeye sunması için verilen süre ise yalnızca 15 gün. Bu kadar kısa süre içerisinde raporların sağlıklı bir biçimde hazırlanması elbette mümkün değil. Yine yasadaki değişiklik, deprem bölgelerinde, kültür varlıklarının olduğu tarihi/kentsel sit alanlarının hızlı dönüşümü için bir altlık hazırlıyor.
Kentsel Dönüşüm Başkanlığı
16 Ekim 2023 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan “Bazı Cumhurbaşkanlığı Kararnamelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi”yle, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın bünyesinde bulunan Altyapı ve Kentsel Dönüşüm Hizmetleri Genel Müdürlüğü kaldırıldı ve yerine “Kentsel Dönüşüm Başkanlığı” getirildi. Bu uygulamaları, Kentsel Dönüşüm Başkanlığı’nın bünyesinde çalışan mimar, şehir plancısı ve mühendislerin yürütecek olmasıyla, yerel yönetimler tüm süreçlerin dışında bırakılmış olacak. İktidarın, kendisinden olmayan belediyelerin mülkleri üzerinde kolaylıkla tasarruf edebileceği bir sürecin de habercisi bu düzenleme. Bütçe kısıtlarından dolayı ruhsatlandırma yolu ile gelir elde etme yoluna giden belediyelerin bu yetki devri ile özellikle saray ittifakından olmayan belediyelerin gelir kalemlerinin birinden mahrum bırakılmak istenebileceği akla geliyor.
İlkel birikim biçimi, ilk mi?
Sermaye birikim süreçlerinde ilkel birikimin sürekliliği (el koyma, soygun, kaçakçılık, şiddet yoluyla mülksüzleştirme, yerinden etme, köle emeği, terleme atölyeleri vb.) olgusu kapitalizmin 1990’lar sonrasındaki gelişiminde iyice ortaya serildi. AKP iktidarının 2005’lerden beri gündemde tuttuğu ve adına “kentsel dönüşüm” dediği, belli kentsel alanların hummalı bir yıkım ve yeniden yüksek yoğunluklu yapılaşmayla yeniden inşası politikası ve onun ortaya çıkardığı kentleşme olgusu, ilkel birikimin günümüz Türkiyesi’ndeki en fazla somutlaştığı neoliberal politikadır.
Mayıs 2012’de çıkarılan 6306 Sayılı Afet Yasası, bugüne kadar söz konusu pratiğin kendini bazen “zor” yoluyla, bazen de “meşrulaştırma” yoluyla realize olmasını sağlayan en önemli araçlardan biri oldu. “Zor” yoluyla; çünkü iktidar, rezerv alan olarak belirlenen mesken alanlardaki elektriği, suyu ve doğalgazı kesme yetkisine sahip. Kentsel dönüşüm alanlarında yaşayan yurttaşların direnciyle karşılaşırsa, kolluk kuvvetleri yoluyla mahallelere girerek, zorla yurttaşları yerinden etmekte bir beis görmüyor. “Meşrulaştırma” yoluyla; çünkü iktidar, depremi bahane edip yurttaşların pek tabii olarak yaşadığı deprem korkusuna dayanarak, bu ve bunun gibi araçları normalleştiriyor. Öyle ki, çoğu zaman, tarifinin kime ve neye göre yapıldığı çok açık olmasına rağmen üstünü kapamakta muvaffak olduğu “kamu yararı” kavramı öne sürülüyor. Bu arada söz konusu “mülksüzleştirerek birikim” yordamında mülksüzlerin mülksüzlüklerine bile çit çekildiği söylenebilir. Zira, iktidar bu mülksüzleştirilmiş insanlara kenti terk et, artık çeperinde yaşa diyor. Afet yasası ya da onda yapılan en son düzenlemenin kiracılarla ilgili herhangi bir yaklaşımının olmaması da bununla uyuşuyor.
İktidar elbette mekânın değişimi üzerinden büyük bir rant geliri elde etme aracı olarak yine, yasama yoluyla meydana çıkıyor ancak iktidarın meydana doğrudan çıkmadan meydanın kurallarını belirlediği araçları da hep oldu. Şunu demeye çalışıyorum esasen; özellikle tüm ülkede yankısı hala devam eden Gezi Direnişinden sonra muhalif kesimlerin yaşadığı geniş alanlara da bir müdahale değil mi aslında bu yeni düzenleme? Çünkü yeni kurulan Kentsel Dönüşüm Başkanlığı, Beyoğlu’nda, Beşiktaş’ta ya da başka bir merkezi ilçede oturan birine, artık yaşaması için Silivri’yi işaret edebilecek. Yani yalnızca mülkiyete dönük değil, muhalif seslere dönük de bir çitleme hareketi yaşanacak. Üstelik bir binada yasanın uygulanması için kat maliklerinin 3’te 2’sinin rızası aranmayacak, salt çoğunluk yeterli olacak. Yani amaçlanan, seçilen alanların sosyal, kültürel, politik ve mekânsal bir kabuk değişimine uğratılması, muhalif kesimlerin olası direniş ve örgütlenme kanallarının tarumar edilmesi gibi gözüküyor. Bu amaç tersinden bize tam da kentin kalbinin attığı bu merkezleri mücadele alanlarına çevirmek durumunda olduğumuzu hatırlatıyor.
İktidarın İstanbullu temsili ve yeniden üretim
Özellikle bütünsel planlama yaklaşımından uzaklaştıran bu değişiklik ile kent mekânının parça parça planlanmasının önü açılıyor. Kentin parçacıl uygulamalarla bölünmesinin yolunu açan ilk düzenleme bu değil elbette ama en kolay yoldan yapılmasını sağlayanı denebilir. Kent çeperlerinde oluşan banliyöleşme ile, “Başakşehir aileleri” yaratılmak da isteniyor bir yanıyla. Kapalı sitelerde yaşayan, kamusallık pratiklerinden soyutlanmış ve tüketmeye odaklanmış, toplumun en küçük birimleri. Peki, yeniden üretim ile bunun arasındaki ilişki nedir?
Kapitalizm kendini yalnızca sermaye üretim biçimlerindeki değişiklikle değil, aynı zamanda ev içi görünmeyen ve ücretsiz emekle de yeniden üretiyor. Kentin neoliberal dönüşümü, aynı zamanda eğitim, sağlık, ulaşım gibi kamusal hizmetlerin de ticarileşmesine neden olmuştur. Bunun üzerine, son 15 yılda kentsel dönüşüm denilen politikayla kent merkezlerinden çeperlerine sürülen yurttaşların, kamusal hizmetlere erişimde daha da büyük sorunlar yaşadığı gerçeğini de eklemek gerekir. Bu durumda mevcut ataerkil düzende kadınların sırtına yüklenen ev içi emek/sosyal yeniden üretim yükünün gelecekte daha da artacağı aşikardır. Başka bir ifadeyle, yeni “dönüşüm” – el koyma – yerinden ederek mülksüzleştirme dalgası kadınların artık bütünüyle eve hapsolmasına neden olacaktır.
Kentin, çelişkilerle örülü yapısı içinde kadınlar için pek çok tekinsiz alanı barındırsa da sunduğu topluluk halinde yaşama alanlarıyla sosyal ve kamusal alanlar, insanların birbirleriyle kolektifler oluşturarak politik özneleşme ya da en azından birbirleriyle temas kurma, etkileşim halinde bulunma potansiyellerini de içerir. Kent çeperlerindeki evlerine hapsolmuş kadınlar için artık sosyalleşme ve özneleşmenin mekânı olan sokağın mümkün olmayacağını söylemek, sanıyorum abartı olmayacaktır. Konuyla ilgili daha detaylı bir değerlendirme için Textum’da David Madden’den çeviriyle yayımlanan, “Barınma ve toplumsal yeniden üretim krizi” başlıklı yazıya göz atılabilir.
Çelişkiler ve mücadele potansiyelleri
Sanıyorum buraya kadar, kısaca, yeni düzenlemenin içeriğini aktarabildim. Hatta sanırım birileri, bu yasaların neye hizmet ettiğini hep aktarabildi. Bu yazıyı kaleme almak için şöyle bir geçmişe, yazılanlara baktığımda, her bir düzenleme ile ilgili klavyede kimsenin sessiz kalmamış olduğunu gördüm. Her yeni başlığın altı detaylıca açılmış, kanun maddeleri havada uçuşmuş. İktidarın aslında ne yapmaya çalıştığının o çok “gizli” formülü hep afişe edilmiş. Peki, artık farklı olarak ne yapmalı şimdi?
Öncelikle müdahale araçlarının çok çeşitliliğinin yanında mücadele araçlarının da çok çeşitli olduğunu ısrarla söylemek yetmez; farklı semtlerdeki daha geniş kesimlere daha yüksek sesle anlatmanın yordamlarını bulmak gerekir. Seçimlerden iktidarın bir zaferle çıkmasının toplumu bir yılgınlığa, duyarsızlaşmaya sürüklediği, bunun da kentsel alanlara saldırıda onu pervasızlaştıracağı öngörüsünde bulunmak için müneccim olmaya gerek yok. Ayrıca, inşaat ve konut sektörlerinin sürekli yeni rant -yağma alanları açılarak beslenmesi ‘Saray rejimi’nin stratejik önemde bir tercihi. Bununla birlikte, bu iki dinamiğin kamçıladığı pervasızlaşmanın mücadele potansiyellerini de açığa çıkarmaya başladığı, kısa sürede yoğun bir itiraz sesinin yükseldiğini de görmek gerekiyor.
Bu noktada, “cüret etmeye cüret etmeyi” hatırlatan bir örnek vermek isterim: Metin Erksan’ın 1963 yapımlı “Susuz Yaz” filmindeki ana çatışma, köy halkının yaşadığı su sorunu çevresinde şekillenir. Kendi mülkünde su kaynağı bulan bir köylünün suyu parayla satmaya başlamasıyla açılan hikâye, aslında mülkiyet ilişkisini de sorgulamaya açar. Filmin çekildiği yıla kadar ise, su kaynakları kimin özel mülkünden çıkıyorsa ona aitti. Filmin yediği sansürlerle başka bir “direniş”e de konu olmasından ötürü ünü gittikçe arttı ve bunun da etkisiyle 1969’da çıkan ve suyun kullanımıyla ilgili düzenlemeler içeren kanunla, bu su kaynakları da devletin tasarrufuna geçti. Yani, doğal müşterekler üzerindeki mülkiyet ilişkisini sorun edinmiş bir film, açığa çıkardığı sosyal duyarlılık ve mücadele pratikleriyle siyaseti etkileyip, kanunda bir karşılık buldu. Elbette “cüret etmeye cüret etmeyi” hatırlatan bu örneğe, hiçbir şeyi normalleştirmememiz gerektiğini de eklemeli. Kiraların 20-30-40 bin liralara çıkmasının normalleştirilmesi gibi, bu düzenleme de bir – iki ay sonra hayatın akışı içinde unutulmamalı, çünkü artık doğrudan hayatın akışına bir müdahale bu.
Yeni mülksüzleştirme yasasına karşı mücadelenin yolları
İktidarın saldırısına karşı ilk hat, sanıyorum, savunma alanından çekilecek. Bu da meslek örgütlerinin bir araya gelerek kent planlamaya, afetle mücadeleye dair planlama süreçlerinin öncesi, sırası ve sonrası aşamalarını barındırdığını hatırlatmasıyla olacak. Ancak iktidarın politikalarına karşı yalnızca savunma hattı değil, müdahale hattı da örülmeli. İktidarın önce kendince “güçsüz” gördüğü mahallelerde fikirlerini pratiğe koyduğunu, bir direnişle karşılaşmadığında, en iyi bildiği şeyi büyük bir hızla yapmaya devam ettiğini defalarca gördük.
Bunun o kadar da kolay olmadığını, Haliç Port Projesi için ihtiyaç duyduğu arsayı ilk olarak, kendisine yakın olduğunu düşündüğü Okmeydanı’ndaki Fetihtepe Mahallesi’nin kentsel dönüşümüyle elde etmeye çalıştığı örneğinden hareketle söyleyebiliriz. Mahallelinin elektriğini suyunu kesmesine, kolluk kuvvetleriyle mahalleye müdahale etmesine rağmen iktidarın yereldeki piyonu, büyük bir direnişle karşılaştı ve mahalleliden ilk defa “sana oy verdik ama yeter” naraları yükseldi. Bu yüzden iktidar, saldırı okunun ucunu ilk olarak, mülkiyet sorununu en az yaşayacağı parklar, askeri alanlar gibi müşterek alanlarımıza ya da yoksul gecekondu mahallelerine yöneltecektir. Okun düştüğü yere dilediği gibi otağını kuramaması içinse mücadeleleri ortaklaştırmamız icap eder. Bu ortaklaşma ilk olarak kırdaki mücadele ile kentteki mücadelenin birbiriyle konuşmasıyla başlamalıdır. Çünkü kırda da kentte de ortak bir düşman var aslında; kapitalizm. Biz; kırlardaki direnişe Akbelen’den, Cerattepe’den, Kaz Dağları’ndan; kentlerdeki direnişe Gezi’den, Emek Sineması’ndan, Sulukule Direnişi’nden, Feminist Gece Yürüyüşünün geceleri temellük etme inadından, Tozkoparan’dan aşinayız. Her bir kaldırım taşında direnenlerin ellerinin, her kucaklanan ağaçta inat eden kolların izi var. Şimdiyse sıra, ellerle kolların ayrılmaz olduğunu göstermeye geldi.
Kent ve barınma hakkı talebi çevresinde örgütlenen toplumsal bir mücadelenin taşlarını döşemek, parçacıl gözüken ve sesi duyulmayan direniş hareketlerini görmeyi ve dinlemeyi, çoğaltmayı ve somut bir talepte ortaklaşmayı gerektirir. David Harvey, kent hakkı “…aslolarak sokaklardan, mahallelerden ezilen insanların naçar zamanlarda yükselen yardım ve destek çığlıklarından doğmaktadır”[1] der. Kent mücadelesi, muhtevası gereği anlık gelişen refkleslerin ortaya çıkmasına neden olur. Örneğin, kent mekânının işgaller yolu ile geri alınmasına dair yerel ve anlık girişimler, devletin ve sermayenin kent üzerindeki iktidarını sarsacak potansiyeli barındırmaktadır. Bu girişimlerin çapı ve etki alanları, yerelde kurulan iletişim ve haber alma ağları ile açığa çıkarılmalı, büyütülmeli ve odağının sisteme ve iktidara döndürülmesi için örgütlenmelidir. Bugün öğrenciler en kötü koşullarda KYK yurtlarına mecbur bırakılıyor, emekçiler günlerinin saatlerini yolda, güvencesiz koşullarda çalıştıkları işlerine varmak için geçiriyor, kadınlar ev içi görünmez ve ücretsiz emeğe mahkûm, çocuklar tarikat yurtlarında istismara uğruyor. Bunun gibi farklı kesimlerin farklı sorunlarının benzer taleplerde ortaklaştığı görülmeli, birbirlerine verecekleri omuzun devrimci potansiyeli unutulmamalıdır.
Elbette hukuk alanındaki mücadeleye de devam edilmeli. İstanbul Sözleşmesi’nden tek gecede tek adamın kararıyla çıkıldığı, Can Atalay’ın anayasanın yok sayılarak hapis tutulduğu son günlerde, bu alanı boş bırakmak, akıllardan bile geçmemeli. Tabi ki burada da örgütlü hareket etmeden yapılan bireysel mücadelelerin bir anlamının olmayacağını söylemek gerek. Hukuk, evet, içinde bulunduğumuz gibi durumlarda mutlaka savunulması gereken bir “araç”, ancak “amaç” haline getirilmeden. Lefebvre’in dediği gibi, “… özgürlük hakkı, toplumsallık içinde bireyleşme hakkı, habitat ve mesken hakkı. Yapıt hakkı, katılım ve sahiplenme hakkı da (mülkiyet hakkından belirgin biçimde farklıdır) şehir hakkının içinde yer alırlar.”[2] Çünkü hak, verili bir kavram değildir. Altı direnişlerle dolu bir mücadele alanıdır.
Onca zulmün ortasında “kimseye zarar vermeden” kalınabilir mi?
İktidarın her yerden hayatımıza saldırdığı, durup soluklanmamızı bile çok gördüğü bugünlerde oklar elbette doğrudan suç mekanizmasının yaratıcısına yönelmeli. Okun can yakan ucunu, harekete geçmediği için –asla yalnızca- yurttaşa yöneltme niyetiyle düşünülmeyen, ancak dönüştürücü bir potansiyel olarak “incitmek”[3] amacıyla verilmiş bir örnekle yazıyı sonlandırmak isterim: Arlin Çiçekçi’nin Beşerbazın Marifeti kitabındaki karakterlerden olan Frederic Beauchamp, intihar ederek yaşamına son vermiştir. Gözlerini açtığında, intihar etmenin onu nereye götüreceğini bilmesi gerektiğini söyleyen ve cehennem zebanisi olduğunu düşündüğü biri (Hulki) çıkmıştır karşısına ve tabi cehennemde olduğunu sanır. Beauchamp, ne kadar iyi bir insan olduğunu anlatmaya ve ısrarla “kimseye zarar vermediğini” kanıtlamaya çalışır. Bunun üzerine Hulki’den gelen cevabı doğrudan kitaptan aktarıyorum: “Bak Frederic. Açık konuşacağım. Senin gibilerden oldum olası hazzetmedim ben. Ne yeryüzünde ne de burada. Elbette senin kimseye bir zararın olmadı. Olamazdı zaten. (…) Çünkü sen o kadar yok hükmündeydin ve cirmin öyle aciz bir boşluktu ki kimseler senden zarar görmedi. Başkalarına zarar veren hiç kimse edeceği kötülükten sakınma gereği duymadı.
(…)
Kimseye zararı olmamışmış!
Büyük marifet!
Peki söylesene, nasıl becerebildin bunu?
(…)
Sen ve sen gibiler! Nasıl oldu da kimselere zarar vermeden öylece durabildiniz onca zulmün ortasında?”[4]
[1] David Harvey, Asi Şehirler (2012), çev. Ayşe Deniz Temiz, (İstanbul: Metis)
[2] Henri Lefebvre, Şehir Hakkı (2015), çev. Işık Ergüden, (İstanbul: Sel Yayıncılık)
[3] Yankı odalarına hapsolmamak için birbirimizi “incitmemiz” gerektiğini hatırlatan Utku Özmakas’a dostça selamlar.
[4] Arlin Çiçekçi, Beşerbazın Marifeti (2023), ss.53-54, 2. Basım, (İstanbul: Holden)
Sinem Yıldız
Şehir plancısı. Lisans eğitimini Yıldız Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nde, lisansüstü eğitimini Kadir Has Üniversitesi Mimarlık ve Kent Çalışmaları Bölümünde “Yerel Yönetimlerin Mekansal Müdahalelerle Kamusal Alana Etkisi: Beyazıt Meydanı Örneği” adlı teziyle tamamladı. Kent hakkı, kamusal alan, kültürel çalışmalar ve edebiyat eleştirisi ile ilgileniyor. Universus Sosyal Araştırmalar Merkezi’nin kurucu üyelerinden.