Praksis’in “Kriz, Yoksulluk ve Kadın Emeği” konulu 65. sayısının editörlerinin feminist örgütlerden ve sendikalardan kadınlarla gerçekleştirdikleri yuvarlak masa söyleşisinin tam metnini Praksis Güncel okurlarıyla paylaşıyoruz…
***
Yuvarlak masa söyleşimizde, içinden geçtiğimiz ve farklı katmanlarda gerçekleşen kriz koşullarını ve krizlerin kadınlar üzerindeki çok boyutlu etkilerini, kadın hareketinin, kadın örgütlerinin ve sendikal örgütlenmelerin çeşitli alanlarından gelen değerli katılımcılarımızla derinlemesine ele aldık. Katılımcılarımız Kadın İşçi yayın grubundan Bahar Gök, Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası’ından (SES) Nazan Karacabey, Birleşik Metal İşçileri Sendikası’ndan (Birleşik Metal-İş) Nuran Gülenç, Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası’ndan (Eğitim Sen) Ayşe Panuş, Yoksulluğa Feminist İsyan’dan İrem Gerkuş ve Selin Top, ve Afet İçin Feminist Dayanışma’dan Feride Eralp. Her bir katılımcının kendi alanındaki zengin deneyimleri ve içgörüleri değerli bir içerik oluşturmamıza yardımcı oldu. Yuvaklar masa sohbetimizle içinden geçtiğimiz krizlerle yüklü bu dönemde birlikte düşünme süreci geliştirme, karşılaştığımız zorluklara yenilikçi çözümler bulma ve hem dayanışmayı hem de mücadeleyi kuvvetlendirme amacındayız.
Tüm katılımcılara, sundukları değerli katkılar için en içten teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Soru 1: İçinden geçtiğimiz krizi nasıl tanımlarsınız?
İrem Gerkuş ve Selin Top – Yoksulluğa Feminist İsyan: Küresel kapitalizmin yapısal çelişkilerinin yoğunlaşıp iç içe geçtiği, kaçınılmaz bir kriz dönemindeyiz. Bu yapısal kriz ekolojik krizi, gıda krizini, savaşları, pandemiyi ve otoriterleşen rejimlerin yönetim krizini içeriyor. Tüm bu krizlerle etkileşim halinde ve giderek derinleşen bakım emeği krizi de kimi feministlere göre dönemi tanımlayan temel kriz iken kimilerine göre neden sonuç ilişkisine bağlı olmadan patriyarkal kapitalizmin yapısal sonuçlarından birisi.
Yoksulluğa Feminist İsyan kampanyasında manifestomuzda krizin bizi sürüklediği yoksulluğa karşı kamusal kaynakların savaş ve ranta değil, sırtımıza yüklenmiş bakım emeğinin toplumsallaşması için toplumsal cinsiyet bakış açısına göre kullanılması gerektiğini vurguluyoruz. Açık duyuru ile feministlere yaptığımız çağrıda krizi tanımlamaktan çok krizin kadınlara ve LGBTİ+’lara etkisine odaklanmıştık. Hatta birlikte otururken 2022 yılbaşı yaklaşıyordu ve en hararetli gündem doğalgaz faturalarıydı ve “Çam ağaçlarına faturalarımızı assak mı?” sorusuyla başlamıştık.
Gülnur Acar Savran bir yazısında bakım krizinin sorumlusunu “kamusal bakım hizmetlerini çökerten sermaye ve erkeklerin bu işleri üstlenmemesini mümkün kılan patriyarka” şeklinde özetliyor. Mevcut iktidar devletin sağlaması gereken tüm kamusal bakım hizmetlerinden geri çekildi. Bu geri çekildiği alanı doldurmasını ise kadınların ücretsiz ev içi emeğinden bekliyor. Yani patriyarkal kapitalizm, bir yandan varoluşunun çekirdeğini oluşturan hane içerisindeki ücretsiz kadın emeğini sömürmeye devam etsin, erkekler bu işlerden muaf olsun isterken bir yandan da kadınların sermaye için de ucuz ve güvencesiz çalışmasını istiyor. Dolayısıyla da bakım emeği krizi kaçınılmaz oluyor.
Tam da bununla paralel olarak şu anda küresel kapitalizmin krizinde devletler mevcut felaketlerden güçlenerek çıkabilmenin yolunu daha yıkıcı olmakta arıyor. Daha otoriter, sağ popülizmin yükseldiği iktidarlar çıkış yolunu ırkçılık, milliyetçilik, anti-liberalizm ve kullanışlı buldukları baskıcı ideolojilerle kol kola yürüttükleri toplumsal cinsiyet eşitliği karşıtı hareketlerde, aileci politikaların güçlendirilmesinde arıyor. Bu politikasının karşısında yer alan feminist hareket ve queer hareketi de sisteme bir tehdit olarak görüyor. Haklı da.
Nazan Karacabey – SES: Patriyarkal kapitalizmin genel-tarihsel krizi bugün insanlığın, doğanın, yaşamın tamamını hedef alıyor. Yok oluşa sürüklüyor. Savaşlar, mülteci krizleri, salgınlar, doğal afetler, iklim krizi, cinsiyet krizi, emek sömürüsünün ölümcül bir boyut kazandığı üretim süreçleri, sermayenin kent ve doğa yağması, bütün bir insanlığı, doğayı, yaşamı tehdit ediyor. Ekonomik kriz, yeniden üretim krizi, ekolojik kriz, siyasi kriz birbiriyle ilişkili şekilde çok yönlü devam ederken, bu krizlerin tamamı cinsiyetlendirilmiş biçimde yaşanıyor. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden beslenen ve bu eşitsizliği derinleştiren sonuçlar üretiyor.
Bugün temelde Türkiye’de ‘yoksulluk’ ve kadın düşmanlığı-gericilik olarak tanımladığımız bu süreç pek çok yoksunluk, hak ihlali ve patriyarkanın üzerimizdeki baskısını daha da şiddetlendirdiği bir seyirle ilerliyor. Hem işyerinde hem hane içinde pandemiden sonra özellikle kadınların aleyhine dönüşen bir emek politikası söz konusu. Yaşanan krizin çok boyutluluğu ve bu boyutların birbiriyle ilişkisi üzerine düşünmek, mücadele çizgimizin oluşturulması açısından önem taşıyor.
Ayşe Panuş – Eğitim Sen: İç içe geçmiş kapitalizmin krizlerini çoklu kriz olarak adlandırmanın esas failini, yani kapitalizmi, görünmez kıldığını düşünüyorum. Savaşlar, yerinden edilmeler, göçler, üçüncü dünya ülkeleri olarak adlandırılan ülkelerdeki işçi sınıfının emeklerine neredeyse el koyma, doğanın yağmalanması, esneklik ve güvencesizlik, özelleştirmeler, kamunun tasfiye edilmesi, barınma hakkı, su hakkı, daha da uzatabileceğimiz çok geniş bir alanda talan, sömürü ve yağma ile karşı karşıyayız. Kapitalizm daha çok sömürmek ve hep daha fazlası için hayatlarımızdaki her şeyi metaya dönüştürdü. Yaşadığı her krizde başka sömürü yollarını deniyor. Yakında nefes aldığımız havayı da satmaya kalkarsa sanırım şaşırmayız.
Çoklu kriz dediğimizde ya da krizi bu şekilde tanımladığımızda, bunun olan biten her şeyin birbirinden bağımsız hale gelmesini de beraberinde getirdiğini düşünüyorum. Her mücadele alanı kendi ev sahiplerini oluşturmaya başlıyor. Her bir alan, bir trenin ara sıra birinden diğerine geçiş yapabilen kompartımanlarına dönüşüyor.
Bahar Gök – Kadın İşçi: Uzun süredir bir ekonomik kriz içerisindeyiz. 25 yıla yaklaşan bir AKP iktidarı gerçeği var önümüzde. Bütün gücünü kendi yarattığı krizlere karşı oluşacak mücadele hatlarını kapatmaya harcıyor. Ve tüm imkanlarını kullanıyor. Yasasıyla, kolluğuyla…
Şu anda yeni bir İş Kanunu hazırlıyorlar mesela. On yıllar öncesinde işçi sınıfının kan can bedeli elde ettiği kazanımları yıllardır tırpanlaya tırpanlaya bitiremediler. Bir tek kıdem tazminatı hakkımız kalmış oldu elimizde. AKP modern kölelik koşullarını hayata geçirdi iktidarı boyunca. Bu da yetmiyor, çünkü tam itaat istiyor. Özellikle de kadınlardan. Yeni hazırladıkları İş Kanunu taslağı da, şu ana kadar bilinen haliyle, esnek çalışma kapsamının genişletilmesini, kamuda haftalık çalışma süresinin 40 saate düşürülmesini, GİG ekonomisini tüm alanlarda hayata geçirmenin yasal düzenlemesini hedefleyen bir taslak. Taslak haliyle bile kamuya açılmıyor, hukukçuların bilgi talebine cevap verilmiyor, sendikalara ulaştırılmıyor. Muhtemelen yerel seçimlere kadar da açıklanmayacak. Özetle, özellikle kadınları eve hapsedip, onlardan güvencesiz ve kayıt dışı, düşük ücretli, kreş ve tüm sosyal haklardan mahrum işgücü oluşturmanın da hedefe konduğu bir tasarı olduğunu söyleyebilirim.
Nuran Gülenç – Birleşik Metal-İş: Ciddi bir yoksullaşma ve büyük bir bölüşüm sorunu olduğunu düşünüyorum. Buna eşlik eden bir değersizleşme, itibarsızlaştırma yaşanıyor. Para yok ortada ama aynı zamanda para çok gibi bir durum var. Çalışmak, üretmek, emek vermek, emeğin karşılığını almak, liyakat gibi değerlerin hırpalandığını gözlemliyorum. Tüm kesimler bundan nasibini alıyor. Orta sınıf diye bir şey neredeyse kalmadı. Çok ciddi bir barınma sorunu var. Buna işsizlik eşlik ediyor. İnsanlar çok çalışmalarına rağmen asgari ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzak. Herhalde tarihin hiçbir döneminde bu kadar yoksullaşma yaşanmadı. En azından benim kişisel tarihimde ben böyle bir durum yaşamadım, tanıklık da etmedim. Nitelikli eğitime ve sağlık hizmetlerine erişim neredeyse imkânsız hale geldi. Evet, dünya ekonomik kriz sürecinden geçiyor ama AKP hükümetinin üretime ve adil bölüşüme dayanmayan yanlış ekonomi politikaları çok daha ağır bir süreci yaşatıyor. Dünyadaki ve tabii ki ülkemizdeki ekonomik krizin temelinde şu var: İhtiyaçlar üzerinden tanımlanmış bir üretim modelinden ziyade kâr odaklı bir düzen hüküm sürüyor. Doğal kaynaklar ve yaşadığımız dünya bilinçsizce yok ediliyor. Bu ekonomik modelin sonuna geldiğimize inanıyorum. İnsanı merkezine almayan, kâr odaklı modelin sürdürülebilir olmaktan çok uzaklaştı.
Feride Eralp – Afet için Feminist Dayanışma: Bu soruyu Afet için Feminist Dayanışma’nın çalışmaları bağlamında cevaplayacak olursam, patriyarkal kapitalist sistem için rant uğruna feda edilebilirliğimizin yarattığı bir krizi yaşıyoruz. Yani aslında her şeyi başka türlü yapma imkanı varken bu sistem yapmamayı tercih ediyor çünkü insan yaşamı ve emeği, özellikle kadın emeği çok değersiz. Bu, İrem ve Selin`in (Yoksulluğa Feminist İsyan) belirttiği gibi, bir bakım kriziyle – daha doğrusu bakımın tamamen kadınların sırtına yüklenmesinin çeşitli sebeplerle sürdürülemez hale gelmesiyle – de iç içe geçiyor. Bunun boyutlarını deprem bize tüm çıplaklığıyla gösterdi. İçinde öleceğimiz binalarda yaşıyoruz. Bugün deprem bölgesinde çoğu insan dava açarak ağır hasarlı evlerini orta hasarlıya çevirmeye çalışıyor, içinde biraz tadilatla oturabilmek için. Çünkü evi yıktırılsa devletin ona satacağı evi alma imkanı yok. İstanbul’da çoğunluğumuz da başka yere taşınma imkanı olmadığı için depremde yıkılacağından neredeyse emin olduğumuz evlerde oturmaya devam ediyoruz. En temel yaşam hakkımızın bizim için fazla maliyetli olduğu, devletin de bunu garanti altına alma ihtiyacı duymadığı, tam tersine bunu bir rant kapısı olarak gördüğü bir dönemdeyiz. Devlet vatandaşının rızasını hizmetle değil tehditle (“bana oy vermezseniz böyle olur”, “devlete bir şey olursa Suriye gibi oluruz”) alabildiğini fark etti. Kadınlardan ise aileyi hayatta tutmak adına devletin bıraktığı tüm boşlukları doldurmaları bekleniyor.
Soru 2: Bu krizin sizin emek / çalışma alanınıza özgül etkileri, bu alanda yarattığı sonuçlar nelerdir? Özellikle alanınızdaki kadın çalışanların iş ve gündelik yaşamlarına etkilerinden bahsedebilir misiniz?
Bahar Gök – Kadın İşçi: Kadın işçilerin çalışma koşulları ve ücretleri daha da kötüleşiyor. Bir de zaten bu ekonomik koşullarda geçinememenin yarattığı strese bağlı psikolojik sorunlar… İşyerlerinde genel olarak aslında ekonomik krizlerde hep gördüğümüz bir şey var. Kadınların istihdam alanlarından zoraki bir şekilde çekilmesi ya da daha da ucuz işgücü olarak kullanılması. Sermayenin, emek örgütlerinin bile hala görmediği, yeterli ve etkili politikalar üretmediği bir yerde de evdeki bakım emeği duruyor. Bu kadar iş yüküne ve strese rağmen kadınların eskisi gibi işgücünden çekilmesi o kadar kolay değil artık. Değişen ekonomik koşullar, kadınların bireysel olarak da özgürlük alanlarını genişlettiği, feminist dönüşümün de içsel olarak daha güçlendiği bir dönemde, bu artık o kadar kolay değil. Burada sorun işgücü piyasasında kayıtlı ve güvenceli istihdamın içerisinde ne kadar yer kapladığının yanı sıra, kadınların aldığı ücretlerin geçinecek ücretler olmaması. Açlık sınırının altında kalan asgari ücretle yaşamak insanüstü uğraşlar gerektiriyor. Bu durum sayısal olarak da boşanamama, ayrı eve çıkamama, aileye bağımlı yaşama gibi mecburiyetleri artırıyor.
Bu sıkışma hali bir yandan da evde kadınların hane halkıyla olan ilişkilerde daha fazla gerilim yaşamasına sebep oluyor. Kadına yönelik şiddetin yükselmesinin bir nedeninin ekonomik koşulların yetersizliği olduğunu biliyoruz. Aynı zamanda bu yetememe halinin kadınların kendi içinde kendini de suçladığı bir sorgulamaya dönüştüğünde psikolojik sorunlar baş gösteriyor. Çocuğu olan kadınlarda daha fazla gördüğümüz bir durum bu. Kadınlar çocuklarının ya da bakımını üstlendiği hasta yaşlı insanların ihtiyaçlarını karşılayamadığında vicdani bir sorgulama yaşıyorlar. Bu da kolay bir şey değil elbette. Çözümü kendi ihtiyaçlarından, gereksinimlerinden vazgeçmekte buluyorlar. Kadın İşçi olarak röportaj yaptığımız sanayi işçisi kadınların neredeyse tamamı, sorduğumuz “kriz koşullarında hangi ihtiyaçlarınızı erteliyorsunuz ya da hangi ihtiyaçlarınızdan vazgeçtiniz” gibi sorulara “kendime kıyafet almıyorum artık, kişisel bakım yapmıyorum artık, arkadaşlarımla dışarıda buluşmuyorum artık” şeklinde cevaplar veriyorlar. Yani zaten kısıtlı olan sosyalleşme alanından ve zamanından da vazgeçmiş haldeler. Olağan bir şey olmadığını söyleseler de yalnızca kendilerinin mecbur kaldığını anlatıyorlar daha çok. Ekonomik kriz koşulları ve iktidarın kadın politikaları, kadınları tamamiyle evde tutmaya yönlendiriyor.
Nazan Karacabey – SES: Pandemide dönüşümlü, esnek çalışma gibi yeni çalışma modelleri sağlık ve sosyal hizmet alanında da karşılık buldu. İstihdam eksikliği sağlık ve sosyal hizmet alanında angarya ve mobbing olarak karşımıza çıktı. Ücret kalemlerinin çeşitliliği ve emekliliğe yansımayışı çalışma yaşamında daha önce kazanılan hakların gaspına sebep oldu. Gebelik, doğum ve süt izinlerinde idarecilerin keyfi tutumlarına maruz kalan sağlık ve sosyal hizmet çalışanları, kazanılmış haklarından zaman zaman feragat etmek zorunda kaldılar.
Genç sağlık ve sosyal hizmet emekçisi kadınlar kreşler ya da gündüz bakım evlerinin ücretlerinden dolayı bakım emeğini yürütmek için gündüz çalışabilecekleri yerleri tercih eder hale geldi. Bu tercihler de onları idarecilerin iktidar yanlısı sendikalara üye olma koşulu gibi iradelerini zorlayan seçeneklere mecbur bıraktı. Görece daha rahat çalışma koşullarına sahip olmak için özlük haklarından, örgütlenme özgürlüklerinden vaz geçmek zorunda kalanlar çoğunlukla kadın çalışanlar.
Pandemideki kapanma döneminde sağlık ve sosyal hizmet çalışanları çocuklarını salgının merkezi olan hastanelere taşımak zorunda kaldı. O dönemde hane içinde eğitim yükü, bakım yükü, psikolojik yük ve hijyen zorunluluğundan kaynaklanan yüklerin tamamı kadınların üzerindeydi ve maalesef bu yükler devam ediyor. Hem hane içinde hem iş yerlerinde artarak devam eden bu yükler kadın sağlık çalışanları için tükenmişliği de beraberinde getirdi.
Nuran Gülenç – Birleşik Metal-İş: Zaten sendikal örgütlülüğün zayıf olduğu bir ülkedeyiz ve birçok alanda sermayenin ve devletin yandaş sendikalarla alanı kontrol etmeye çalıştığını söylemek mümkün. Bunun dışına çıkabilen sendika sayısı bir elin parmağını geçmez. Bildiğiniz gibi metal sektörü işçi sınıfı içinde lokomotif bir sektör. İyi sözleşmeleri ve geleneksel sendikacılığı aşan çalışmaları var. Kadın çalışması, toplumsal cinsiyet çalışmaları, işçi sağlığı ve iş güvenliği çalışmaları, araştırma dairesinin faaliyetleri ve son genel kurulda kurulan eşitlik dairesi gibi… Bu kriz sürecinde çok iyi toplu sözleşmelerin bile ömrü birkaç ayı geçmez oldu. 3-5 ay önce zafer diye kutlanan toplu sözleşmelerin imzalandığı işyerlerinde, 3-5 ay sonra ek zamların konuşulmaya ve tartışılmaya başlandığını gördük. Ekonomik olarak zorlanan işçilerin sendikadan beklentileri de artıyor. İşçiler sendikaya sarılmış durumda. Bu bir yanıyla olumlu bir yanıyla sıkıntılı; çünkü siyasi mücadelenin konusu olabilecek birçok konunun da çözümü sendikadan beklenir oldu. Gerilimler de bu nedenle yaşanıyor. Siyasilere yönelmesi gereken tepkilerin sendikalara yönelmesi riski ortaya çıkıyor.
Kadın işçilerin hem psikolojik hem de ekonomik yükü artıyor. Çalışan kadınların birçoğunun bakım ve temizlik işlerini satın aldığını biliyoruz. İş tasarrufa geldiğinde ilk feda edilen bu hizmetlerin alımı oluyor. Aile içinde kadınlara kalıyor bütün yük. Kreşe giden çocuğu kreşten alıp aile büyüklerinin bakmaya başlaması gibi… Bu durum kadın işçilerin yükünü artırıyor. Bahar`ın (Kadın İşçi) da belirttiği gibi, kişisel bakımlarından, kişisel hijyenlerinden kısıtlama yapıyorlar. Gezmelerinden, arkadaş buluşmalarından fedakârlıklar yapıyorlar. Dışarıdaki harcamalarını kıstılar. Bir de en önemlisi sağlıkla ilgili durumlarda erteleme yapılıyor; masraf çıkmasın ya da günlük ücret kesintisi olmasın diye sağlıkla ilgili birçok şey erteleniyor. Sürekli bir şekilde hayatı idame etme üzerine kurulan bir yaşamda kadınların psikolojisi de çok olumsuz etkileniyor. Tatil, dinlenme ya da spor gibi kadınların kendilerini iyi hissedebileceği aktiviteler hayal haline geliyor. Ben de kadınların özellikle boşandıktan sonra tek başlarına ya da çocukları ile ayrı bir yaşamı kuramadığı ve anne ve babasının ya da kardeşlerinin yanına taşınmak zorunda kaldığı örnekleri artık çalışma hayatının içindeki kadın işçilerden de sıklıkla duyar oldum.
Ayşe Panuş – Eğitim Sen: Türkiye’de kamunun tasfiyesinin devlet politikası haline getirilmesi 24 Ocak Kararları ve arkasından gelen 1980 darbesi ile olmuştur. O dönemde birdenbire “kendi okulunu kendin yap” kampanyaları başladı. Vatandaş okullara destek olabilirdi. “Eğitime katkı payları” diye bir şey çıkardılar. Ve bu paraların toplanması için öğretmenlere baskılar başladı. Karşı çıkanlar tüm baskılara karşı direndiler; ancak sermaye ve cunta çok kararlıydı eğitimi paralı hale getirmeye. Halk ise bir şekilde ikna olmuştu. Üniversiteler aynı şekilde. Okullar tüm ihtiyaçlarını velilerden topladığı paralarla karşılamaktadır o günden bu güne. Öğretmen ile öğrenci arasına paranın girmesi ile birlikte mesleki olarak öğretmenlik de itibar kaybetmeye başladı. Eğitim paralı hale getirilirken kamuya ait tüm okulların niteliği de düşürülmeye başladı. Ve hızla özel okul güzellemeleri başladı. Bugün ise artık parası olan özel okula, olmayan devlet okuluna gönderiyor çocuklarını. Bu arada sendikal mücadele var, geniş eylemlilikler var; fakat eğitim emekçileri her ne kadar dirense de toplum çoktan bu dönüşüme ikna edilmişti. 1980’den bu yana her yere eğitim fakültesi açıldı. Yüzlerce öğretmen yedek iş gücü olarak sıraya girdi. Her yerde pıtrak gibi açılan özel okullarda çalışan eğitim emekçileri de bugün karın tokluğuna çalışıyor ve tehdit ediliyor. Çünkü arkalarında gelecek binlerce yedek iş gücü var. Sosyal ve ekonomik haklar gittikçe eridi. Aldığımız ücretler her geçen gün temel ihtiyaçları karşılayamaz hale geldi. Sermaye ve devlet tabii ki boşluklar bırakıyor. Bu boşluklar vasıtasıyla, yani özel ders verme, etüt ve kurslar açma, sınavlarda görev alma gibi faaliyetlerle öğretmeni para kazanmaya teşvik ettiler.
Eğitimin tüm basamakları neredeyse bazı bölümler hariç iyiden iyiye kadınların mesleği haline geldi. Zaten öğretmenlik mesleği en cinsiyetçi mesleklerden bir tanesi iken bugün geldiğimiz noktada devlet bu mesleği gittikçe esnek, güvencesiz hale getirmiştir. Kamu okullarında o kadar farklı istihdam çeşidi var ki. Kadrolular, 4/b`liler, 4/c`liler, ücretli çalışanlar, İş-Kur`dan gelenler, özel istihdam ofislerinden gelen okulun temizliğinden sorumlu olan kadınlar, okulun velilerden toplanan ücretlerinin ödendiği yardımcı personel… Eğitim emekçilerinin hiç bir zaman kreşleri, öğle yemekleri, ulaşım servisleri olmadı. Bugün de yok. Bundan on yıl önce bir kadın çocuğunu kreşe rahatlıkla gönderirken şu an için bu mümkün gözükmüyor; çünkü aldığı ücret kreşi karşılamıyor. Kamuya ait tüm kreşler özelleştirildi. Kadınlar doğum yaptıktan sonra ücretsiz izne ayrılıyor. Kiralar çok pahalı. Mesleğe yeni başlamış bir kadın için metropollerde yaşayabilmek neredeyse imkânsız hale geldi. Arkadaşlarımın da belirttiği gibi, tek başına yaşamak isteyen eğitim emekçisi kadınlar da artık tek başına yaşayamıyor. Kriz bize diyor ki, ya evlen ya da ailenle yaşa. Kadınlar boşanmak istese de kriz yüzünden boşanamaz hale geldiler. Sağlığa erişim ulaşılamaz hale geldi. Kadın sağlığında çok zorluklar yaşıyoruz. Bir çok eğitim emekçisi kadın hasta hasta işyerlerine geliyor, çoğumuz zaten nitelikli bir sağlık hizmetine ulaşamıyoruz. Paramız varsa özel hastanelere gidebiliyoruz. Hasta olan birisi iki gün gelmediği zaman artık o haftanın tüm ek dersleri de kesiliyor.
Türkiye sürekli krizde; bu krizleri çıkaranlar eğitim emekçisi kadınların karşısına onlarca bariyer çıkarıyor. Öğretmen olabilmek için o bariyerleri geçmek zorundasınız. KPSS, mülakat… Tüm bu aşamaları geçebilen ve bir işi olan işyerinde sessizleşiyor, genelde müdürler ya da tüm yetkili pozisyonda olanlar erkek. Çok kolay bağırabiliyorlar, azarlayabiliyorlar. Birçok kadın değişik şekillerde iş yerinde mobbinge uğruyor ve işini kaybetmemek için susuyor. Bir de bunun üstüne veli şiddeti yaşanıyor. “Veli müşterimizdir” zihniyetindeki yöneticiler velinin arkasında, dolayısıyla siz de şiddete açık hale geliyorsunuz. Derslerinizdeki tüm araç-gereçleri ya kendiniz temin edeceksiniz ya da öğrenci velisinden isteyeceksiniz. Kriz herkesi vurduğu için bazen veli ile karşı karşıya gelebiliyoruz. Çünkü öğrenci velisi de bizim durumumuzda. Okulun öğrenci velilerinden topladığı paralar bitttiğinde, okul idarecileri öğretmene yüklenmeye başlar yeniden para toplanması için. Öğrenci velisinde de para yoksa getiremiyor doğal olarak. Siz parayı toplayamadığınız için başarısız öğretmen olarak damgalanabiliyorsunuz ya da beceriksiz öğretmen oluyorsunuz. Okul bütçesi yok. Eğitime ait bütçe yoksa sizin eğitim kaynaklarına ulaşmanız imkânsız gibi bir şey.
Feride Eralp – Afet İçin Feminist Dayanışma: Özellikle deprem bölgesinde türlü imkansızlığın içinde her türlü bakım ihtiyacını karşılaması gerekenler kadınlar. Çocukların, yaşlıların, hastaların, engellilerin, depremde engelli hale gelenlerin depremin ardından ihtiyaçları arttı; ama bu ihtiyaçları karşılayacak (zaten zayıf) kamusal altyapı bütünüyle ortadan kalktı. Kamu kreşleri zaten yok, anaokulları da okulların barınma mekânı haline gelmesiyle uzun süre işlemedi. Evde bakım hizmetleri ortadan kalktı. Hastaneye gitmek için toplu ulaşım kalmadı. Çocukların okulları birleştirildiği için yarım gün (sabahçı-öğlenci) gidenlerin sayısı arttı, bu da kadınlar için evde daha çok iş demek. Kadınlardan mutfak olmasa da yemek yapmaları, su ve temizlik malzemesi olmadan bile temizlik yapmaları, çamaşır-bulaşık yıkamaları beklenir oldu. Bütün bu altyapıyı ve hizmeti sağlamadığı için hesap vermesi gereken bir kamusal otorite ise yok.
İrem Gerkuş ve Selin Top – Yoksulluğa Feminist İsyan: Bizim başladığımız dönem, aslında tam da ekonomik krize karşı işçi sınıfının fabrikalarda direnişi yükselttiği zamana denk geliyor. 2023 yılının başını hatırlayalım; birçok fabrikada toplu iş sözleşmelerinde, zam dönemlerinde büyük direnişler gerçekleşti ve bu direnişlerde en önde kadınlar vardı. Kadınların fabrikalardan çıkıp direniş alanlarında nöbete katılmasının erkek işçilere göre önemli bir farkı var. Kadın tüm varoluşuyla bir karşı duruş sergiliyor; patrona, evdeki babaya, partnere karşı, bazen sendikadaki erkeklere rağmen direniyor kadınlar.
Bu yıl içerisinde direnişlerde kadınlar özellikle isyan ederken sadece düşük ücretler için değil mobbinge, tacize, kadınları görmeyen işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerine, toplumsal cinsiyete dayalı baskıya karşı da direniyordu. Biz de Yoksulluğa Feminist İsyan olarak seslerini duyurmak, dayanışmayı büyütmek için Agrobay, Farplas, Acarsoy, Koç Üniversitesi gibi kadınların yürüttüğü direnişlere desteğe gittik. Hepsi çok güçlü buluşmalardı. Krizin kadınlara yansımasını, çifte mesailerini, direnişe gelirken neleri göze aldıklarını konuştuk. Direnenler kadın olunca hem sermayeden hem de devletten gelen baskının dayandığı cinsiyetçiliğin, patriarkal ilişkilerin de altını çizmek gerekiyor: Sermaye, örgütlenen ve itiraz eden kadınları işten çıkarırken bu kadınlara ailelerinin de baskı kurması için “ahlaki sebeplerle çıkarılma” kartını kullanıyor. Devlet de direnen kadın işçilere gözaltı baskısına ek olarak babasını, kocasını arayarak baskı oluşturmaya çalışıyor. Sermayenin, erkek devletin ve ailedeki erkeklerin iş birliğiyle kadınların direnci kırılmaya çalışılıyor.
Krizlerin kadınlara etkisi değişkenlik gösteriyor, bazen ilk işten çıkarılan olabiliyor kadınlar; ama bu son krizde çoğunlukla ucuz iş gücü olarak istihdamda yer aldıklarını görüyoruz. Zaten eş değer işe eşit ücret alamayan kadınların bir kısmı çocukları için bakım hizmetine bir bütçe ayırmaktansa (ki ayıramıyor) tam zamanlı istihdamdan çekilerek ya evden çalışmaya, yarı zamanlı işlere yöneliyor ya da ücretli iş gücü piyasasının dışında kalarak evde, ücretlendirilmeyen bakım hizmeti veriyorlar.
Soru 3: Krizin kadınların ev içi emek süreçlerine olan etkileri konusunun önemi göz önünde bulundurulduğunda bu konuya ilişkin eklemek istedikleriniz nelerdir?
Nazan Karacabey – SES: Kamusal hizmetlerin piyasalaştırılması, bakım yükümlülüklerinin kadınların üzerine daha fazla yıkılması sonucunu doğurdu. Eğitim, sağlık, sosyal hizmetlerin piyasalaştırılmasının doğrudan kadınların yaşamlarına etkisi var. Pandemiyle görünür olan kriz iktidarın kadını çalışma hayatından çekerek hane içine hapsetmeyi önceleyen politikaları yüzünden daha da derinleşti. Bildiğiniz gibi kapanma dönemlerinde kadınlar hane içinde her türlü emeği üstlenmek zorunda kaldı. Bakım emeğinden eğitim emeğine kadar. Zamanla daha da derinleşen kriz ortamında bu yükler fazlasıyla devam etti.
Nuran Gülenç – Birleşik Metal İş: Çocuk bakımı, ev işleri ve yaşlı bakımına yönelik işlere harcanan paralarda kısıtlama, kadının ev içinde bu işleri yapmak için harcadığı zamanı artırmış durumda. Çocuklarının yeterli beslenemediğini düşünmek, uygun, sağlıklı ve ucuz gıda bulmak için çabalamak ve bir ay boyunca çalışıp asgari ihtiyaçları karşılayamama duygusu ve yetersizlik duygusu çok öne çıkmış durumda. Kadın işçilerin işyerlerinde indirim ve ucuz gıda takip ediyor olması ciddi bir mesai ve günlük yaşamın odaklandığı yeri gösteriyor. Kadınların iş çıkışı arkadaşları ile bir bardak çay içmek yerine indirimli market peşinde koşmaları gelinen noktayı gözler önüne seriyor. Emeğin yeniden üretimi, yaşlı ve çocuk bakımına harcanan emek, duygusal emek artmış durumda. Toplumsal cinsiyet rolleri nedeniyle iş hayatı içinde zaman sıkıntısı yaşayan kadınların zaman krizi derinleşmiş durumda.
Ayşe Panuş – Eğitim Sen: Kriz, hane içinde kadınların iş yükünü on kat, belki daha fazla artırdı. İş yükü artarken aynı zamanda stres de çok arttı. Çocuk bakımından hasta bakımına kadar evdeki tüm işler kadının üzerinde olduğu için, çocuğun dersinden ertesi gün yenecek yemeğe kadar, bu erkek egemen dünyada yük bizim sırtımızda. Bundan on yıl önce kadınlar kısmen kendilerine zaman ayırabiliyorken, bugün bu ücretlerle bunu yapmak imkansız hale geldi. Her şeyden önce, gıdaya erişim çok pahalılaştı. Gıdaya erişim de bir krize dönüştü. Tarım politikaları ve doğanın yağmalanması bizi hızla gıdaya erişememe durumuyla baş başa bıraktı. Tencerin kaynaması için kadınlar neredeyse mucizeler yaratıyorlar. Yaşlı ve hasta bakımı da her zamankinden daha çok kadınların üzerinde. Kadınlar sürekli gıda ve temizlik fiyatlarını takip ediyor, takip etmek zorunda kalıyorlar. Aldığımız ücretler düştükçe ve bir ekmeğin fiyatının en az dokuz lira olduğu bir yerde, kadınlar hane içinde daha çok çaba harcamak zorunda kalıyorlar. Ev içinde bazı ürünler üreterek oradan gelir elde etmeye çalışıyorlar. Tek başına evde oldukları zaman kışın ısınmak için doğalgaz vb. açmıyorlar, kendi temel ihtiyaçlarından vazgeçiyorlar. Kriz zamanlarında en önce işten çıkarılan kadınlar, kayıt dışı alanlarda çalışmak zorunda kalırken, “eve gelen adamı mutlu etmek” gibi bir durum bu kriz zamanlarında uyduruldu. Evi geçindirebilmek için kadınlar en önce kendilerinden vazgeçiyorlar. Ekonomik krizin kadınların üzerine yüklediği bir diğer durum da duygusal emek. Geçim sıkıntısının derdini sanki sadece erkek yaşıyormuş gibi gösterilirken, krizle bağlantılı olarak anksiyetesi yükselen evin reisine anlayış göstermek, ses çıkarmamak gibi yükler de kadınların üzerine yıkılmaya çalışılıyor.
İrem Gerkuş ve Selin Top – Yoksulluğa Feminist İsyan: Farklı yaş gruplarından ve istihdam durumlarından tüm kadınlar için kriz dönemlerinde hane içindeki verdikleri karşılıksız emeğin, nicelik ve nitelik olarak arttığını ya da yoğunlaştığını feminist hareket yıllardır dile getiriyor. Kriz ve dönemin koşullarına bağlı olarak bulunduğumuz konumlar açısından farklılıklar taşısa da krizin bu emek süreçlerine olan etkisi kendi hayatlarımızda da deneyimlediğimiz ya da tanıklık ettiğimiz bir süreç. Hane dışından karşılanması zorlaşan, giderek maliyeti artan her şey, hane içinde karşılanmaya çalışılıyor hatta bunun teşvik edildiğini söylemek yanlış olmaz.
İşsizlik kriz sürecinde başlı başına bir sorunken kadınlar olarak istihdama dahil olmamızın önünde halihazırda birçok engel var. İstihdama dahil olabilmemizin önündeki en büyük engellerden biri de sadece kadınların sorumluluğu olarak görülen ev iç emek süreçleri. Ki istihdama dahil olabilsek de olamasak da hane içinde verdiğimiz ücretsiz emeğin, hane içi cinsiyetçi iş bölümü var olduğu sürece değişmeyen bir gerçek olduğunu biliyoruz. Pandemi dönemi için Henrich Böll Derneği tarafından gerçekleştirilen “Pandemide Evde Bakım ve Zaman Kullanımı” araştırmasına göre “kadınların yüzde 53’ünün, ev kadınlarının ise yüzde 57’sinin pandemide ev işlerine ayırdığı zamanda artış yaşandığı görülüyor.”
Pandemi ve ekonomik kriz dönemlerinde, kadınların hane içinde üstlendikleri iş yükü önemli ölçüde arttı. Ayşe`nin (Eğitim-Sen) de bahsettiği gibi, evdeki görünmeyen ve karşılıksız emeklerine ek olarak, ekonomik zorluklar nedeniyle tasarruf etme yükü de kadınların omuzlarına yüklendi. Kadınlar, hangi markette hangi ürünlerin daha uygun olduğunu tespit etmek, alınan malzemelerle hangi ekonomik yemeklerin yapılabileceğini planlamak, evin temizliği ve düzeninde nereden tasarruf edilebileceğini belirlemek, enerji kullanımını nasıl optimize edeceklerini hesaplamak ve çocuk bakımı gibi konularda maaşlarını doğrudan harcamanın mı yoksa başka çözümler aramanın mı daha mantıklı olacağını düşünmek gibi birçok konuda kararlar almak zorunda kaldılar. Bu sorular, kadınların ekonomik kriz dönemlerinde karşı karşıya kaldıkları ek yükleri ve zorlukları gözler önüne seriyor.
Hükümetin giderek azalan hatta yok olan sosyal politikaları, zaten senelerdir yerini -pek bir şeye de çare olmayan fakat birçok insanın da onunla hayatta kalmaya çalıştığı- sosyal yardımlara bıraktı. Özellikle ev içi emek bağlamında çocuk, engelli, hasta ve yaşlı bakımında kadınların yükünü hafifleten sürdürülebilir, doğru düzgün sosyal politikalar geliştirilmezken hane içi yeniden üretim açısından yoksullukla mücadele de önemli oranda kadınlara yüklenmiş durumda. Üstüne üstlük, yaşadığımız coğrafyada savaş ve deprem gibi felaketlerde hane içindeki cinsiyetçi iş bölümünün daha da derinleştiğine tanıklık ediyoruz. Bu durum, kriz dönemlerinde kadınların hane içindeki karşılıksız emeğinin, krizin yükünü hafifletmek için kullanılan önemli bir yöntem olarak öne çıktığını gösteriyor.
Feride Eralp – Afet İçin Feminist Dayanışma: Deprem bölgesindeki olağanüstü koşullar, aslında olağan hallerde bir şekilde “idare edilen” durumları açığa çıkaran bir tür röntgen olarak düşünülebilir. Aslında çadırlarda ve konteynerlerde feministlerin de çabasıyla biraz olsun ifşa olan durum, kadınların yıkılmamış binaların duvarları ardında baş etmek zorunda kaldıkları durumdu. Pandemide de benzer bir durum yaşanmıştı. Herkesin tam zamanlı evde kalması gereken koşullarda, görece cinsiyet eşitliğini daha çok sağladığı düşünülen Batı dünyası bile ev içindeki cinsiyetçi iş bölümünün ortadan kalkmadığı ve bu yükün nasıl kadınların omzunda kaldığı gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalmıştı. Yani aslında bu tür kriz dönemlerinin açığa çıkardığı, normalde de yapısal olan ancak türlü dış desteklerle (okul, yuva, evde ücretli bakıcı veya ev işçisi tutma imkanı vs.) görünmezleşen eşitsizliklerdir. Kadınlar – çoğunlukla da başka kadınlara taşeron olarak – ev içindeki yükten biraz olsun arınmış gibi görünebiliyorlar. Bunu ya (genellikle göçmen kadınlara) ücretli olarak ya da aile içinde (genellikle kendi annelerine veya çocukların anneannelerine) ücretsiz olarak devrediyorlar. Bu durumda bile söz konusu emek süreçleri, kadınlar tarafından kadınlar arasında organize ediliyor. Ancak çeşitli krizler, tam da bu durumları sürdürmeyi imkansız kılınca, cinsiyetçiliğin ne kadar derinlemesine kök saldığı ve kamunun bu konudaki sorumluluğunu nasıl tamamen üzerinden attığı iyice ayyuka çıkıyor.
- Kasım sonunda Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş kadınlar için esnek ve uzaktan çalışma modelleri için düzenleme yapacaklarını açıkladı. AKP’nin iktidara geldiği dönemden bu yana kadınlar için esnek çalışma modelini önerdiğini biliyoruz. İçinden geçtiğimiz kriz süreçlerinde, bu girişimin yeniden canlandırılması ne anlama geliyor? Bunu bakım politikaları ve kurumsal bakım hizmetlerinin yetersizliğiyle beraber düşününce neler söylemek istersiniz?
Nuran Gülenç – Birleşik Metal İş: Sermaye için kadın emeği her zaman ucuz emek olarak görüldü. AKP siyasal islamı yaygınlaştırırken kadının ucuz emeğini de işgücü piyasasına çekti. Ekonomik kriz de bu sürece katkı sundu. Ama diğer taraftan bakım işi ortada kaldı. Çalışma yaşamına giren kadınlar bakım yükümü daha fazla taşımak istemiyor. Aslında bu bir krizin de işareti. Esnek ve güvencesiz çalışma modelleri, yeni bir girişim olmamakla birlikte, içinden geçtiğimiz bu kriz döneminde, bakım hizmetlerine olan talebin artmasıyla gündeme geliyor. Bu, tesadüf değil; bir bakım krizi var ve bu kriz giderek büyüyor. AKP hükümeti, bakım alanında kamu hizmetine yönelik politika üretmek yerine, kadın emeğini esnek bir şekilde istihdama dahil ederken, bakım işini de kadınların sorumluluğu olarak bırakmak istiyor.
Bahar Gök – Kadın İşçi: Bu açıklamalarla bakım emeğine dair bakanlıkların, devletin herhangi bir biriminin politika üretmeyeceği yeniden kanıtlanmış oldu. Deprem bölgelerinde, kadınlarla yaptığımız görüşmelerde kreş çalışanları ve müdürleri ile yaptığımız sohbetlerde ortaya şöyle bir şey çıkmıştı. Kreş sorununun çok ciddi bir sorun olarak farkına varmış artık patronlar ve OSB yönetimleri. Bir araya gelerek toplantılar yapmışlar ve kadınların üretim alanlarından çekilmemesi için 81 ilde tüm sanayi bölgelerinde en az iki kreş yapılması kararını almışlar. Yıllardır, yapılacağına dair söylemler oldu elbette ama deprem sürecinde daha fazla duymuştuk. Belki bu dönem küçük de olsa adımlar atılır diye masumane umutlar taşımaya başlamıştık. Gelinen noktada yapılan açıklamalar bu umudumuzu yeşertmeden söndürmüş oldu. Kendilerince ara çözümü buluyorlar işte. Nitelikli işgücü olan kadınların üretim alanlarından çekilmemesini sağlamak ama daha da esnek, güvencesiz ve kayıt dışı, düşük ücretlerle çalıştırmanın yolu olarak üretimi evlere daha fazla kaydırmak.
Bunu özellikle sendikalı işyerlerinde zaten uzun zamandır görüyoruz ve bu denemeler daha sistemli bir hale dönüşüyor. Örneğin bin kişinin çalıştığı bir fabrikada sendika toplu iş sözleşmesi yapabilecek yetkiyi alıyor. Zaman içerisinde fabrikadaki işçi sayısı azalıyor ama iş azalmıyor. Patron özellikle kadınların çalıştığı bölümlerdeki işleri taşerona kaydırıyor, tekstildeki gibi parça başı işler olarak evlere dağıtıyor. Bunu taşeronlar da bu haliyle sürdürüyor. Fabrikadaki işçi sayısı zamanla azlıyor, diyelim ki 400-500’e düşüyor. Ama fabrikanın üretim kapasitesi, cirosu artıyor. Dışarıdan işgücü oluşturanlar kadın işçiler oluyor. Bu sorunlar yıllardır bilinmesine, sendikal örgütlülüğü ve mücadeleyi doğrudan etkilemesine rağmen ana akım sendikaların bir politikası yok. Gündemlerinde değil. Alan açmıyorlar. Bu durum da sendikaların bugünkü niteliğini ve en başta kadın politikalarını, çalışmaları sorgulatıyor doğal olarak. Sorgulatmalı da.
Bakanlığın, kadınların esnek çalışmasına dair yaptığı açıklamaların altındaki hikaye tam olarak şöyle yani: kadınlar evde yemeği-temizliği yapacak, çocuklarla ve bakmakla yükümlü bırakıldıkları insanlarla ilgilenecek aynı zamanda evin gelirini sağlayacak. Evden dışarı çıkmadan kendi yaşamı dışındaki tüm yaşamları organize edecek. Hiç bitmeyen bir mesai döngüsü. Kölelik koşulları ifadesinin de yetersiz kaldığı bir gerçek özet olarak. Bu arada devlet de tüm görevlerinden kendini azletmiş olacak.
Bu argüman o kadar çekici hale getiriliyor ki, kadınlar tercih etmek zorunda kalıyor. Pandemi sırasında gördük ki evden çalışma kamuda ve hizmet sektörünün bazı dallarında yaygınlaştırıldı. Kamuya ait denetlenebilir hizmetler bile taşerona devredildi. Bu yöntem denendi ve başarılı oldu. Şimdi daha fazlasına ihtiyaç var. Bu noktada GİG ekonomisi karşımıza çıkıyor. Yaşlı kadın istihdamı ve emeklilik gibi konular gündeme geliyor. GİG ekonomisi üzerine daha fazla tartışmamız gerektiğini düşünüyorum.
Nazan Karacabey – SES: Kadınlar için esnek ve uzaktan çalışma modelleri hane içinde bakım hizmetlerini yürütmeleri için artık zaman anlamına geliyor. Bahar`ın (Kadın İşçi) dediği gibi, kamusal alanda profesyonellerce yürütülmesi geren bakım emeği hane içinde kadınlara yıkılarak devletin bu alandaki sorumluluğunu ortadan kaldıran bir politika yürütülüyor. Ayrıca istihdamın getireceği ekonomik yükten de kurtularak ev içi görünmeyen emeğe bakım hizmetlerini de fazlasıyla ekleyerek kadınlar üzerinden sömürüyü derinleştirmiş oluyor. İktidar, işsizliğin bir sebebini kadınların çalışmasına bağlayarak, patriyarkal krizi derinleştirerek bakım emeğini kadınlara yükleyip onları eve hapsetmiş oluyor.
Ayşe Panuş – Eğitim Sen: Kadınlar, çalışabilmek için uzun yıllar mücadele ettiler ve hâlâ etmeye devam ediyorlar. Kadınların binbir emekle ve bedelle ilmek ilmek örerek elde ettiği çalışma hakkının, yeniden eve hapsetme anlamına geldiğini görüyoruz. Tarım ve turizm başta olmak üzere, binlerce kadın esnek ve güvencesiz şartlarda çalışmaktadır. Binlercesi ise kayıt dışı çalışmaktadır. Çifte sömürü ve emeğimize el koyma ile mücadele ediyoruz. Evden çalışma, uzun zamandır tekstil sektöründe uygulanmaktadır. Ofislerde çalışanlar, öğretmenler, öğretim üyeleri, mühendisler gibi alanlarda çalışan kadınlara da bir Amerikan rüyası sunulmak isteniyor. “Hiç evden çıkmadan hem yemeğini yap hem işini yap” şeklindeki rıza ve ikna propagandaları devam ediyor. Pandemi döneminde eğitim emekçileri bu uzaktan çalışmayı deneyimledi. Evde çocukla birlikte bu çalışmayı yapmanın mümkün olmadığını gördük. “İşi verelim, ister 3 günde bitir ister 5 günde” diyerek göz boyayan politikalarla karşı karşıyayız. Uzaktan çalışmanın sosyal ve ekonomik haklara etkilerine dikkat etmek gerekiyor. Dış İşleri Bakanlığı sanırım, kadın çalışanlara uzaktan çalışmayı öneriyordu ama aldıkları ücret düşecekti.
Esnek çalışma, hayatınıza müdahale eden bir durum. Zamanınıza kendiniz karar veriyor gibi görünseniz de, aslında o zamana sermaye el koyuyor. Sürekli evdeyseniz, çocuğa bakıyorsunuz aynı zamanda gece yarısı işle uğraşıyorsunuz. Türkiye’de kurumsal bakım hizmetleri zaten çok azdı, şimdi ise neredeyse yok. Paranız varsa bakım hizmetlerini satın alabiliyorsunuz. Esnek ve uzaktan çalışmanın en olumsuz yanlarından biri, toplumla olan bağınızı kesip sizi yalnız bırakması. Sosyalleşmenizi, arkadaşlık ilişkilerinizi ve örgütlenmeyi etkiliyor. Sürekli evde olduğunuz için ailenin beklentileri artıyor. Uzaktan çalışma ile ilgili bir gözlemim var. Bu konuda yapılan çalışma var mı bilmiyorum ancak sosyal medya hesaplarında gördüğüm bir durum var. Birçok kadın evden çıkmadan yemek yapıyor, örgü örüyor, ürün tanıtıyor. Bu oldukça yaygınlaşmış bir durum. Kadınlar, hem para kazanıyor hem ev işlerini yapıyor. Bunu milliyetçi muhafazakar patriyarkal kapitalizmin teşvik ettiği gözlemlerim arasında. Sistem, kadınları çalışmaktan alıkoyamayınca; ailenin, muhafazakarlığın ve sermayenin çıkarları ittifak yapmaktan çekinmiyor. Bu durum, sadece krizle açıklanamayacak bir boyutta.
İrem Gerkuş ve Selin Top – Yoksulluğa Feminist İsyan: Daha önce bahsettiğimiz gibi içerisinde bulunduğu krizde sistemin en ihtiyaç duyduğu birim aile ve ona sarılıyor. Aileyi de ayakta tutan aslında kadınların görünmeyen emeği. Esnek çalışma modelinden beklentisi de neoliberal politikalar ile tamamen geri çekildiği bakım hizmetlerini kadınların yüklenmeye devam etmesi. Bu alanda bir politika üretmek şöyle dursun, esnek çalışmayı norm haline getirerek kadınlara esas işlerinin ev işi ve bakım olduğunu söylüyor. Esnek çalışmanın kadınlar için anlamı aileye bağımlılık, örgütlenememe, emekli olamama, düşük ücretler. Genel-İş’in kadın emeği raporuna göre istihdamdaki kadınların %32,5’i kayıt dışı. Kayıtlı olanlar ise halihazırda ağırlıkla güvencesiz ve esnek çalışırken bu düzenlemeyle daha da güvencesizleşecek.
Feride Eralp – Afet İçin Feminist Dayanışma: Uzun yıllardır feministler olarak esnek çalışma modellerinin kadınları güvencesizleştirdiğini, aile ve ev içinde tanımlayan toplumsal cinsiyet rollerini pekiştirdiğini, kadınların daha düşük ücretle çalıştırılmasını kolaylaştırdığını, güvenceli istihdama erişimlerini azalttığını söylüyoruz. Bugün yeniden bunun gündeme getirilmesi kadınlar için açıkça çifte mesainin savunulması anlamına geliyor. Aile bakanı diyor ki “kadınlar ev ve iş hayatı arasında bir tercih yapmak zorunda kalmasın”. Yani demek istiyor ki kadınlar aynı anda hem evde hem işte çalışsın. Bir yandan iş yetiştirirken öbür yandan bulaşık yıkasın, çamaşır yıkasın, evi toplasın, çocuğa baksın, hepsini aynı anda yapsın. Bu sırada aynı devlet kreşi “kamu zararı” sayıyor. Özel sektörün mevcut yasadaki kreş yükümlülüğüne uyup uymadığını denetlemiyor, uymaya zorlamıyor. Deprem bölgesinde, yıkıntının içinde yaşam yeniden kurulmaya çalışılırken, kadınları çalışma yaşamına (bazen tekrardan bazen ilk defa) katmak için belli bir esneklik gerektiğini açıkça gördük. Ama bu esneklik kamusal bakım politikalarıyla ve cinsiyetçi işbölümünü aşındırmayı amaç edinen bir söylemle desteklenmeli. Kadınları içeride tutmayı değil, dışarıya yıpranmadan çıkabilmelerini sağlamayı hedeflemeli. Bunlar olmadığı sürece esneklik kadınları eve hapsederek emeklerini çifte sömürmekten başka bir sonuç doğurmuyor. Örneğin bugün deprem bölgesinde evde bakım hizmetleri uygulaması askıya alınmış durumda. Sağlık personelinin engelli, hasta, yaşlı kişilere evde bakım sağlamadığı, kamusal bakım evlerinin de neredeyse olmadığı bu koşulda bu bakım tamamen kadınların üzerinde. Deprem bölgesinde 20 bini aşkın kişinin kolunu veya bacağını kaybettiği belirtiliyor. Hiçbir rehabilitasyon merkezinin dahi olmadığı ortamda bu kişilerin bakım hizmetini sağlayacak olanlar yine ailedeki kadınlar. Devletin bakım konusundaki tek politikası hane başı toplam 7.608 TL evde bakım yardımı – o da ancak kişi başı gelir asgari ücretin üçte ikisinin altındaysa – vermekten ibaret. Eğer kadınlar sigortalı bir şekilde çalışırlarsa, kazandıkları miktar özel bir bakım hizmetinden faydalanmak için yeterli olmayabilir, ancak bu durum onları bu yardımın kapsamı dışında bırakacaktır. Bu nedenle, mevcut politikalar kadınları ya çalışmamaya ya da güvencesiz çalışma koşullarına yönlendiriyor. Dolayısıyla yoksulluk adeta bir döngü olarak dayatılıyor.
- Bu koşulların yanı sıra AKP hükümeti aile merkezli politikaları sürdürüyor. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Orta Vadeli Plan’ın tanıtımında Aile ve Gençlik Bankası kuracaklarını böylece aile yapısını daha da güçlendireceklerini söylemişti. Ondan birkaç gün önce İmam Hatipliler Kurultayı’na katılan Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş ise “yeni anayasa çalışmasında ailenin güçlendirilmesi ve korunması için gerekli adımları atacağız” demişti. Aile üzerine vurguyu krizle beraber düşününce nasıl bir değerlendirmede bulunabiliriz?
Feride Eralp – Afet İçin Feminist Dayanışma: Çeşitli şekillerde değerlendirebiliriz. Yani buna neoliberal kapitalizmin krizini patriyarkanın sağladığı ücretsiz emekle (aile içinde kadın emeği) aşma çabası olarak bakmak mümkün. Ya da neoliberal kapitalizm açısından bu vahşi sömürü düzeni aslında bir kriz değil, bir çeşit norm, patriyarka da bunun yarattığı koşullardan faydalanarak kendini güçlendirmeye yer arıyor diyebiliriz. Deprem ve sonucunda yaşanan yıkım biz insanlar için her ne kadar derin bir kriz olsa da sermayenin dolaşımı açısından bir kriz mi gerçekten? Bu yıkım hafriyat şirketleri için, inşaat şirketleri için, müteahhitler için bir iş imkanı. Aynen savaşların da ticaretin ve ekonominin önemli bir parçası olması gibi. Her durumda aile bu şartlar altında – yani biz giderek yoksullaştıkça, barınmaya, bakıma erişim imkansız hale geldikçe, vs. – tek çıkış yolu olarak sunuluyor. “Aileyi güçlendirmek” demek esasen kamunun yapmadıklarını aile içinde kadınlar yapsın, toplumsal cinsiyet rollerine itiraz da etmesinler, başka bir hayat kurmayı da hayal etmesinler demek. Deprem olmayan şehirlerde kira ödeyememe sebebiyle aile evlerine dönenlerin yanı sıra, deprem sonrası çadırların ve konteynerlerin aile bazında dağıtılması nedeniyle kadınlar, ailelerine daha da bağımlı hale geldi. Boşananlar, boşanma sürecindekiler, uzaklaştırma kararı alanlar şiddet uygulayan kocalarıyla 16 metrekarelik çadırları paylaşmaktan başka çare bulamadı.
Bahar Gök – Kadın İşçi: AKP’nin bugünkü politikası değil. Yola ilk çıktıklarında da “aileyi güçlendireceğiz” diyorlardı. “Toplumsal değerlerimize, geleneklerimize sahip çıkacağız, ‘yozlaşmasına’ izin vermeyeceğiz” söylemlerini hatırlıyoruz. Ama burada şöyle bir şey var. Biz sanırım daha geniş bir çerçeveden bakıp yorumladığımız için AKP tabanı olan kadınlardaki değişimi gözden kaçırıyoruz. Daha önce bahsedildiği gibi, AKP’nin de devamlılığını sağlayan birim aile ve aile ilişkileri. Kendi iktidarını korumak için de kadınlara saldırmaya ve kazanılmış hakları geri almaya çalışıyor. Gözü dönmüşçesine saldırmasının birincil sebeplerinden birisi muhafazakar kadınların özgürlük talebi. Oy verdiği partiye tümden teslim olmuş, aileye hapsolmaktan mutlu bir kesim olarak görüyoruz AKP’li kadınları, ama öyle değil. AKP’nin tabanı olan kadınların ciddi itirazları var. Boşanma ve nafaka hakkına yönelik müdahale tartışılıyor, annelik meselesi tartışılıyor, aileden bağımsız yaşam kurma talebi güçleniyor, kadınları eve hapseden, çalışma yaşamından ve sosyal alanlardan uzaklaştırmaya dönük eylemler eskisi kadar kabul görmüyor. Yani biat kültürünü çatırdatan birçok şey yaşanıyor kendi içlerinde ve AKP’yi ciddi ciddi korkutan yer de burası bence. AKP’nin, kadınları korumak söylemiyle anlatmaya çalıştığı şeyin kendi tabanı olan kadınları hizada tutmak olarak okumakta zayıfız diye düşünüyorum.
Nazan Karacabey – SES: Kadını hane içine hapseden ve bakım sorumluluğunu kadına yükleyen iktidarın aile vurgusu bu yöntemi meşrulaştırmaktan ibarettir. Tanımladıkları makbul kadın, aile içinde tüm sorumluluğu yüklenen, haneyi çekip çeviren, itaat eden, sorgulamayan ve evde olması gerekendir. Erkeğe yüklenen rol eve para getiren iken kadına yüklenen rol de aile birliğinin devamı için var olandır. Şimdiye kadar feminist hareketin sorguladığı görünmeyen emeğin sahibi kadınları muhafazakar gericilikle istedikleri rollere büründürmek için aile en kullanışlı araç.
Nuran Gülenç – Birleşik Metal-İş: Geçmişten bugüne geniş aileler, aslında birçok sorunun sorun olarak öne çıkmasını engelledi. Geniş aile içinde yaşlı bakımı, çocuk bakımı, ev işleri, hasta bakımı gibi işler aile bireyleri arasında -ki bunlar kadınlar oluyor- paylaştırıldı. Böylece siyasi iktidarlar bakım için harcanan ev içi emeğe yönelik politikalar üretmek zorunda hissetmedi. Bu aslında bir şekilde patriyarkal kapitalist düzenin de istediği bir şeydi. Devlet, sermaye, erkekler bu durumdan nemalandılar. Aslında son süreçte bu geleneksel ailelerin de giderek küçüldüğünü, ortadan kalkmaya başladığını söylemek mümkün; evlilik birliği içinde yaşamak istememe ve tek başına yaşama eğilimi her kesimde artıyor. Araştırmalar da benim gözlemlerim de gösteriyor ki, çalışma yaşamı içine giren kadınlar bu geleneksel rolleri taşımak istemiyorlar, evlilik bağını sonlandırıyorlar. Bu durum, aile arasında halledilen birçok işin görünür olması anlamına geliyor. AKP hükümeti, ideolojik bir tutum olarak aileyi güçlendirme söylemini kullanarak, kadınları aile kurumunun içine hapsetmeye ve onları kendilerine biçilen toplumsal rollerden uzaklaştırmamaya çalışıyor. Bu durum, krizin daha görünür hale gelmesini ve patriyarkanın sarsılmasını önlemeyi amaçlıyor.
Ayşe Panuş – Eğitim Sen: Ailenin güçlendirilmesi gündeme geldiğinde, bu genellikle patriyarkanın güçlendirilmesi anlamına gelir. Evdeki erkeğin güçlendirilmesi demektir. Hükümetin aile merkezli politikalarını sürekli canlı tutmasının temel gerekçesinin yalnızca krizle ilgili olduğunu düşünmüyorum. Bunun, dünyada ve Türkiye’de neoliberal muhafazakar patriyarkal kapitalizmle ilgili olduğunu düşünüyorum. Kriz kısmen etkili olabilir. Kürtajın zorlaştırılması, kadın katillerinin cezasızlıkları, hayatlarını savunan kadınların müebbetle cezalandırılması, kadınlara yönelik her türlü erkek şiddetinin cezasızlıkla ödüllendirilmesi, erkek şiddetine uğrayan kadınların adalet arayışında karşılaştıkları işlemeyen mekanizmalar, nafakanın kaldırılmak istenmesi, uygulanmayan yasalar, kayıt dışı çalışmayı teşvik edici uygulamalar gibi pek çok şey ailenin güçlendirilmesi adına yapılıyor. Kadınları pes ettirmek ve çıkmaya çalıştıkları yere rıza ile geri göndermek için. Sermaye ve devlet, “çalış ama kayıt dışı çalış” diyor. Kayıt dışı olmak, sağlık güvencesinin olmaması, düzenli gelirin ya da yeterli ücretin olmaması, emeklilik hakkının bulunmaması anlamına gelir. Muhafazakar politikaların temel amaçlarından biri de erkek egemenliğini güçlendirmek ve güvenceli işlerde erkekleri istihdam etmek. Nüfus politikaları da bu süreçte etkili. Sermayenin ucuz iş gücüne ihtiyacı var ve ucuz iş gücü için kadınların rahimlerine ihtiyaç duyuluyor. Aileye sürekli vurgu yapılmasının bir diğer nedeni de kadınların mücadelesidir. Kadınlar, var olabilmek için bulundukları her yerde mücadele ediyorlar.
İrem Gerkuş ve Selin Top – Yoksulluğa Feminist İsyan: Feminist hareketin ve kadın hareketinin kazanımları olan yasal haklarımızı, bir süredir ya ortadan kaldırmaya ya da altını boşaltmaya çalışan bir hükümetle karşı karşıyayız. Sık sık gündemimizde nafaka hakkı, cinsel istismar yasası ve son dönemde özellikle İstanbul Sözleşmesi, 6284 sayılı Kanun ve Medeni Kanun var. Bu yasaların sağladığı haklar ve sözleşmenin sunduğu bütünlüklü perspektif, aslında kadınlar olarak erkek şiddetine ve sömürüye maruz kaldığımız hanelerden, ailelerden çıkabilmemize destek olan, kadınlar olarak şiddetsiz, eşit ve özgür bir hayat kurabilmek için atabileceğimiz adımlarda kullanabileceğimiz araçlar. Kadınları hane ve aileler içerisinde tutmak için haklarımıza ne denli bir saldırı olduğunu birçok yerde dile getiriyoruz. Korumak istedikleri “aileyi” hem kendilerini rejim olarak devam ettirebilecekleri hem de krizin ve yoksulluğun etkilerini bir nebze olsun azaltmak için kullandıkları mikro bir yapı, kurum gibi düşünebiliriz. Bu saldırılar devam ederken bir yandan da yeni “ailelerin” kurulması ve bu şiddet ve sömürü dolu aile ve hanelerden çıkabilmenin zorlaştırılması için de inanılmaz bir çaba var aslında. Kamuda kreş, bakım evi inşa etmek yerine, erken yaşta evlenenler için verilen teşvikler, evde hasta, yaşlı, çocuk, engelli bakımı için verilen oldukça az ve kabul koşulları da zorlu, yaşamak için sürdürülebilir olmayan sosyal yardımlar… Bir dizi bu tip “aile teşviki” diyebileceğimiz politika dışında sürdürebilir kapsamlı politikalar üretmemenin aslında aileden çıkmak isteyen kadınların önünde halihazırda bulunan ekonomik ve sosyal engelleri güçlendirdiğini de söyleyebiliriz. Örneğin, İPA’nın İstanbul’da yürüttüğü, araştırmasına göre “sosyal güvenceye sahip kadınların yüzde 73’ü eşi üzerinden, yüzde 11’i ise işinden dolayı sigortalı. Ev kadınlarının sosyal güvenceye erişimi, büyük oranda eşlerinin iş gücü piyasasındaki statüsüne bağlı. Evli kadınların %77’si, eşi vefat etmiş kadınların ise yüzde 61’i eşi üzerinden sigortalı”.
Sosyal ve ekonomik olarak bu kadar güvencesiz olmak ve buna dair sürdürülebilir ve kadını gerçekten güçlendiren politikalar geliştirmemek, aslında bir anlamda “bu aileden çıkma” demek. Son dönemlerde de ara ara gündem olan aile şuralarında da başka açıklamalarında da görüyoruz; “güçlü aile güçlü Türkiye” söylemiyle aslında bunu hükümet olarak devamlılıklarının başat unsuru olarak gördükleri bir eksen var.
Soru 6: Kadınlar için güvenli çalışma koşullarının sağlanması ve şiddetten korunmalarının önemi göz önüne alındığında İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin sizce kadın emeği üzerine etkileri neler olabilir?
Bahar Gök – Kadın İşçi: İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması ve 6284 Sayılı Yasa’nın uygulanmamasına yönelik tüm itirazlara katılıyorum. O yüzden buradan değil de yaşamdaki gerçekliğine dair konuşmaya ağırlık vermek istiyorum. İstanbul Sözleşmesi’nin orta ya da üst sınıf nezdinde daha fazla kabul gördüğünü ve itirazların yükseldiğini söylemek mümkün. Sözleşmenin geri çekilmesine dair ezilenlerin cephesinden beklediğimiz itirazı duyamamak sözleşmenin hükümlerinin emekçilerin yaşamında düşündüğümüz kadar etkili olmamasıydı. Koruma kararlarının aldırılmasının, ŞÖNİM (Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri) gibi merkezlere başvuru yapılabilmesi dışında bir etkisi olmuyordu. Aslında uzaklaştırma kararı aldırılan erkekler tarafından öldürülen kadınların sayısındaki artış bile bunun göstergesidir. Sözleşme yürürlükte olduğu dönemlerde dahi uygulanmıyordu yani, dolayısıyla sözleşmenin geri çekilmesi var olan durumu çok da değiştirmedi. Bunu belki şöyle örneklendirsem daha da anlaşılır olacaktır. İşyerlerinde yaşanan cinsel taciz, şiddet ve mobbinge dair başvuru yapılması ve bu başvurularla ilgili işlem yapılması dahi yıllar sürebiliyor. Bu süreçte kadınların işten atılması, itibarsızlaştırılması, hedef gösterilmesi ve şiddete daha açık hale getirilmesi gibi olumsuz durumlar daha sık yaşanmakta. Şiddet önleyici, tedbir alması gereken mekanizmalar üretim alanlarına gözünü kulağını kapattı. Hatta ücretten ziyade toplamda onur kırıcı olarak ifade edilen tüm şiddet biçimlerine karşı sendikal örgütlenme mücadelesi başlatan kadınlar oldukça fazla. Sendikal örgütlenme hakkının özgürce kullanılamadığı bir ülkede gerisini siz hayal edin.
Kendi yaşadığım olayı anlatayım. Dört yıl önce işyerinde yaşadığım cinsel taciz, şiddet ve mobbinge karşı yaptığım şikayet üç yıl boyunca davaya dönüşmedi. Geçtiğimiz aylarda savcılıktan çağrılarak yeniden ifadem alındı ve yeterli kanıt olmadığı için soruşturmaya gerek olmadığı kararı çıktı. Ortada bir video kaydı olmadığı, olaya tanık olmadığı gerekçe gösterildi. Şikayeti geri çekmemle ilgili yapılan tehdidi ayrıca şikayet ettim ve failler tehdit ve basit yaralamadan ceza aldılar, hükmün açıklanmasının geri bıraktırılması kararı verildi. Tehdidin oluşmasına sebep olan eylemlerine başka bir ispat aramaya gerek yoktu yani. Şikayeti yaptığım tarihte İstanbul Sözleşmesi yürürlükteydi mesela. Hükümleri uygulanmadı. Kanıt istendi. Kadının beyanı esas olmadı bu topraklarda yani. O zaman da kanıt esastı, şimdi ise yasal düzenlemeyle “esas olan kanıttır” ilkesi yerleşti. Çalıştıkları iş yerlerinde benzer durumları yaşayan binlerce kadın bulunuyor. Birçoğu şikayet edecek mercilere ulaşmak istemiyor, çünkü kendisini koruyacak, çalışma alanını güvenli bir alana dönüştürecek, bunun tedbirini alacak mekanizmaların böyle çalışmadığını çok iyi biliyorlar. Başvuru yapan kadınlar içinde işini ve maaşını kaybeden örnekler çok fazla. Cinsel taciz ve mobbingin, hem sosyal çevrede hem de organize sanayi bölgelerinde fişlenme gerekçesi olarak kullanıldığını biliyoruz. Kadınların yeni bir şiddete maruz bırakılma ihtimali de çok yüksek. Acarsoy Direnişi’nde kadınların anlattıklarının sürekli hatırlatılması lazım. Cinsel taciz uygulayan erkeği şikayet ettiği İnsan Kaynakları personelinin “şikayet edersen Emine Bulut gibi öldürülürsün” tehdidini unutmamak gerekiyor. İşini, itibarını, psikolojik sağlığını, can güvenliğini etkileyen bu süreci yürütmeli mi gibi sorgulamalarla “uğraştığıma değmeyecek” sonucuna varıyorlar. Ve bu deneyim kadından kadına aktarılıyor. Hemen herkes kendi yaşadığı süreci paylaşarak, şikayet etmeyi düşünen kadınların -birbirini korumak maksadıyla- vazgeçmesine vesile oluyor.
Gelelim sendikaların durumuna. İstanbul Sözleşmesi’nin sendikalar içerisindeki kadın çalışmalarını etkilediğini söyleyebilirim. Şiddete karşı politika belgeleri imzalayarak, kadın komisyonlarının bu eksende yaptığı tüm eğitim çalışmaları farkındalığı elbette yükseltti. Sendikalı işyerlerindeki kadınların bilgilenmesini sağladı. Ama yukarda da bahsettiğim bazı örnekler sendikalı işyerlerinde de yaşanıyor. Maruz kaldığı şiddeti, cinsel tacizi, mobbingi anlatan ve çözümü için sendikaya başvuran kadınlarla ilgili bir veri isteseniz herhangi bir sendikadan mümkün değil ulaşamazsınız. İlginç bir şekilde sendikalı işyerlerinde yaşanmıyor(!). Mümkün mü? Elbette değil. Şöyle de diyebiliriz, bu veriler sendikaların kendi içinde kalıyor ve feminist hareketle doğrudan paylaşılmıyor. Yapılan bilinç yükseltme çalışmaları ve eğitimleri feminizmi doğrudan rehber almadığında doğal olarak sonuç bu olacaktır. Sendikaların ve içerisindeki kadın komisyonlarının feminizasyonu şart.
Nuran Gülenç – Birleşik Metal-İş: İstanbul Sözleşmesi ve üzerinden yürüyen tartışmalar, savunulması için verilen mücadele önemli bir milattı. Bahar`ın (Kadın İşçi) dediği gibi, aslında hepimizin biliyoruz, İstanbul Sözleşmesi’nin onaylı olduğu dönemde bile uygulanma sorunu vardı. Kadın hareketinin ve feminist hareketin en önemli gündemi de sözleşmenin uygulanması yönünde mücadeleydi. Bu mücadele erkek şiddetine karşı önemli bir farkındalığı ortaya çıkardı. Aslında İstanbul Sözleşmesi’nin yapılması, savunulması ve sözleşmenin dayanak yapıldığı 6284 sayılı Kanun çok önemli kazanımlar. Bu farkındalık, çalışma yaşamında da yankısını buldu. Örneğin Birleşik Metal-İş Sendikası’nda 2016 yılından bu yana çalışma yaşamında şiddet ve tacize karşı etkin bir politika hayata geçiriliyor. Şu bir gerçek; çalışma yaşamında erkek şiddeti ve tacizi kadını istihdamdan uzaklaştıran önemli bir etken. Kadın kendini rahatsız eden ortamdan uzaklaşmayı düşünebiliyor. Sıfır toleransı içeren sendikal politika, kadınların çalışma hayatında varlığının da garantisidir. Ama sendikal örgütlülüğün olmadığı ya da varsa da kadınların korunmadığı ve güçlendirilmediği işyerlerinde şiddet ve tacizin önlenmesi için feminist mücadele önemli.
Bir de İstanbul Sözleşmesi’nin devlete özellikle toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik politikaları hayata geçirme yükümlülüğünü vermiş olması çok önemli bir adımdı. Kadının ücretli, ücretsiz emeği patriyarkanın ve toplumsal cinsiyet rollerinin baskısı altında şekilleniyor. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmak yerine etkin bir uygulama yoluna gidilmiş olsaydı eğer, kadınların hayatında çok önemli değişimlere tanıklık edebilirdik. Şimdi elimizde sadece, o da tehdit altında, 6284 sayılı Kanun var. Yine uygulama problemi var. Bir de 2019 yılında onaylanan ama Türkiye’nin henüz imzalamadığı ILO C190 sayılı, çalışma yaşamını merkezine alan, şiddet ve taciz sözleşmesi var. Sendikalar tarafından onaylansın diye kampanyalar yürütülüyor. Türkiye İstanbul Sözleşmesi’nden çekildi ama bizlerin şiddet ve tacizden arındırılmış yaşam ve çalışma hayatı talebimiz ve mücadelemiz sürüyor.
Ayşe Panuş – Eğitim Sen: İş yerlerinin güvenli olabilmesi için öncelikle erkek şiddetine karşı koruyucu mekanizmaların olması gerekiyor. Olası bir şiddet vakasında ceza yaptırımlarının net olması ve şiddete uğrayanla dayanışmanın sağlanması çok önemli. Tüm bunların hukuken belgelenmiş olması ve ilgili mekanizmaların kurulmuş olması şart. Toplu sözleşme ve grev hakkı tartışmaya kapalı olmalı. İş yerinde kadınlar, kendilerini güvende hissetmedikleri ya da yaşadıkları şiddeti dile getiremedikleri zaman işi bırakmak zorunda kalabiliyorlar çünkü şiddet gösterenle dayanışan bir sermaye yapısı var. Erkek şiddeti karşısında, erkek işçiler çok kolay bir şekilde sermaye ile ittifak kurabiliyor, çünkü hem erkek işçinin hem de sermayenin çıkarları söz konusu. Bir kadın için en zor şeylerden biri, tacize karşı ses çıkarmak ve bununla mücadele etmek. Bu zor süreç genellikle örtbas edilerek sonuçlanıyor, koşullar kadının işten ayrılmasını zorunlu kılacak şekilde dayanılmaz hale getiriliyor. Türkiye’de hiçbir iş yerinde tam güvenli bir çalışma alanı yok. Varsa da çok az. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme, kadınlar açısından “Sana güvenli çalışma koşulları sağlamıyorum, erkek şiddeti karşısında seni değil, erkeklerle dayanışmayı ve onları korumayı tercih ediyorum” anlamına geliyor. Sendikaların toplu sözleşmelerinde erkek şiddeti sıklıkla ele alınmıyor ve bir suç olarak tanımlanmıyor. Ayrıca, kayıt dışı çalışmak da bir tür şiddettir; düşük ücretle çalışmak ve sosyal ve ekonomik haklardan yoksun bırakılmak da şiddettir. Sendikaların erkek egemen yapısı da kadınları görünmez kılıyor. İstanbul Sözleşmesi’ni benimseyen sendikalar, sözleşmeyi kendi yapılarında uygulayabilir; bunun önünde hiçbir engel yok, yeter ki erkek egemenliği gölge etmesin.
İrem Gerkuş ve Selin Top – Yoksulluğa Feminist İsyan: İstanbul Sözleşmesi`nden çekilmiş olmak, hükümetin kadına yönelik erkek şiddeti ile mücadelesindeki kadın düşmanı bakış açısını ortaya koyuyor. İstanbul Sözleşmesi de 6284 sayılı Kanun da uygulandığı takdirde kadına yönelik şiddetle mücadelenin çok önemli mekanizmaları. Uygulamada (başvuru merkezine erişimde sıkıntı, başvuru merkezlerindeki görevlilerin -örneğin karakoldaki polislerin- kadın düşmanı, cinsiyetçi yaklaşımı, “aile arasında olur böyle şeyler” diyerek kadını tekrar şiddet yuvası olan eve geri göndermeye çalışması gibi) bin bir zorluk önümüze çıkarken bir de İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması, erkeklere cesaret veren, onları destekleyen politikaların bir parçası. Kadınların aile içindeki şiddetten kurtulmasının, ekonomik veya her açıdan aileye olan bağımlılığının azaltılmasının sağlanması, iş gücüne katılabilmesi açısından oldukça önemli.
Nuran`ın (Birleşik Metal-İş) değindiği gibi, İstanbul Sözleşmesi gibi bütünlüklü bir bakış açısı taşıyan ve özellikle iş yaşamındaki taciz ve şiddeti önlemeyi amaçlayan ILO 190’ı vurgulamak da oldukça önemli. ILO 190, adında da açıkça belirtildiği gibi “Çalışma Yaşamında Şiddet ve Tacizin Önlenmesi”ni amaçlayan, iş yaşamında şiddet ve tacizin ortadan kaldırılmasını hedefleyen ilk uluslararası sözleşme. Sözleşme, “şiddet ve taciz” kavramlarını içererek her türlü fiziksel, psikolojik, cinsel veya ekonomik zarar veren, bunlara neden olan veya neden olabilecek, tek seferlik veya tekrarlanmış kabul edilemez davranışları veya tehditleri kapsayan geniş bir tanımlama yapıyor. Bu, işyerlerinde güvenli ve destekleyici bir çalışma ortamının sağlanması için önemli bir adım. Ayrıca bu bağlamda devlete ve işyerlerine sorumluluk yüklüyor. Kadına yönelik erkek şiddetinin çalışma hayatına katılma ve devam etme önünde büyük bir engel olması sebebiyle iki sözleşmenin de çerçevesi birbirini içeriyor. ILO 190’ın imzalanmaması, İstanbul Sözleşmesinden çıkılması, kadınların hem evde hem işyerinde güvencesiz koşullarını pekiştiren, destekleyen adımlar.
Feride Eralp – Afet İçin Feminist Dayanışma: İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme devlet için aynı zamanda bir niyet beyanıydı. Ben kadınların ve LGBTİ+ların belli toplumsal cinsiyet kalıplarına uymasını, bunu dayatan bir aile yapısını, şiddetten uzak yaşamalarından daha çok önemsiyorum dedi. Kadınların ev içinde emeğinin sömürülmesini savunuyorum dedi. Buna itiraz ettiklerinde erkek şiddetine maruz bırakılmalarını anlayışla karşılıyorum dedi. Yani tabii öldürülmesinler ama eşit ve özgür de olmasınlar. Öldürülürlerse de bu eşitliği ve özgürlüğü savunanların suçudur. Devlet en yetkili ağızdan bunu söylemiş oldu. Şiddetin kaynağını toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve cinsiyet rolleri olarak tespit eden ve bunların bütünlüklü politikalarla ortadan kaldırılmasını amaç edinen sözleşmeden çekilmek, bunu da “aileye zarar veriyor” diye açıklamak ailenin bu toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ve kadın emeği sömürüsü anlamına gelen cinsiyet rollerinin inşa zemini olduğunu itiraf etmektir zaten. Bu bağlamda İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek özellikle ücretsiz kadın emeğinin iyice görünmezleştirilmesi ve doğallaştırılmasına yarıyor, kadınların şiddete uğramamak için ev içindeki işleri aksatmamaları gerektiği algısını pekiştiriyor.
Soru 7: Peki, bu koşullar kadınlar için yeni bir örgütlenme alanı açıyor mu, ne dersiniz? Bu sorunlar hem sermayeye, hem AKP politikalarına hem de erkek egemenliğine karşı mücadeleyi gerektiriyor gibi görünüyor. Bu çoklu mücadele hattı nasıl örgütlenebilir? Epeydir yeni örgütlenme biçimlerine, yeni örgütlenme araçlarına ihtiyaç olduğunu söylüyoruz. Bu hususta sizin geliştirdiğiniz yenilikler var mı?
Bahar Gök – Kadın İşçi: Bu konuda şu hatırlatmayı yapayım. Biz Kadın İşçi olarak henüz örgütlenme mücadelesi yürütmüyoruz. Ücretli ya da ücretsiz kadın emeğini görünür kılmaya, emek alanında feminist politika üretmeye çalışıyoruz. Görüştüğümüz, haberini yaptığımız, direnişlerde tanıştığımız kadınlarla kurduğumuz ilişkilerde onların sorunlarını ve yaşadıkları sorunlara dair oluşturdukları talepleri gündeme getirmeye çalışırken bu alanlarda biriken ama feminist hareketle buluşamayan o hattı ilerletmeye çalışıyoruz… Kadınların yaşamına dokunmaya çalışırken tabi ortaya birçok veri çıkıyor. Kadınların sendikalarda ya da değişik emek örgütlerinde, örgütlü mücadelede yer alamayışının nedenlerini daha yakından görmüş oluyoruz. Üye sayısı olarak görülen kadınlar aynı zamanda bu örgütlenmelerin kadın yüzü olarak PR çalışmasından öteye halen geçmiş değiller. Yaşananları dinlediğimizde hala şaşırdığımız pek çok eksiklik var. Ve bu eksikleri aşacak komisyonları da sendikal patriyarka dar bir alana sıkıştırmış durumda. Sarı sendikal bir anlayış var karşımızda. 8 Mart etkinliklerinde dikkatinizi çekmiştir. Herhangi bir sendikanın kadın komisyonu genel kitleden çok ayrı bir yerde pankartını açar, alana girmeden hemen önce diğer kortejlerle buluşur ama bu homojen bir buluşma olmaz. Asla itiraf edilmeyen o görünmeyen çit kendini 8 Mart alanlarında da gösterir. Aslında bize gösterilenle yetinmeyenlerin çok net görebileceği tablo budur.
Bu durumun, kadınların örgütlenmesine de engel teşkil ettiğini söylemek mümkün. Soyut da olsa bir kast oluşuyor ve başkanların, onların talimatlarına çok da itiraz edemeyen, üye kadınlar için yenilikler oluşturamayan komisyonlar içerisinde oluşan rekabet, kayırmacılık, ayrımcılık kadın işçilerin geriye çekilmesine neden oluyor. Ne çalışma alanlarında ne de diğer alanlarda hayatlarındaki dönüştürücü etkiyi görmeyen kadınlar için neden fazladan bir yük olan örgütlü mücadeleye girişsinler? AKP’nin kadın politikalarına dair bir şey söylemeyeyim çünkü iktidarla mücadele süreklidir. Ve iktidarın kadın düşmanı, emek düşmanı politikaları her daim hedefimizde olacaktır. “Bizim” mahalleye dair daha çok konuşmamız lazım. Bizim sokağımızda AKP’nin politikalarından farklı olarak ne yaşanıyor, ne yapılıyor buralara odaklanmak da gerekiyor. AKP’den önce fabrikalarda çalışan kadınların hayat pahalılığı karşısında gösterdikleri insanüstü çabayla bugünkü arasındaki fark nedir mesela? Kadın işçilerle yaptığımız haberlerin tamamında su içmeye zamanlarının olmadığı, tuvalete gitmelerinin yasak olduğu, saniyelerinin bile planlı olduğunu anlatıyorlar. O makinelerin sahibi olamayan işçilerin yaşamı hala aynı yani.
Sendikalı işyerlerinde farklı mı? Değil. Kadın işçilerin yasal çoğunluğu sağladığı kaç tane sendikalı fabrikada kreş var? Bir elin parmaklarını geçmez. Evdeki bakım emeğini ne kadar gündemine aldı? Kadınlar koşa koşa eve giderek evdeki tüm işleri yapıyor. Ne değişmiş şimdi? Bulduğu her fırsatta eline mikrofonu alıp bas bas bağıranları alkışlarken en devrimci ilan etme hastalığından kurtulmamız gerekiyor. “Bu fabrikada kreş yoook” diyen adamların ertesi günkü pratiğine bakmamız lazım. Kreş hakkını uygulamayan patronlara karşı yaptırım uygulatacak hangi süreci işletiyorlar, nasıl mücadele ediyorlar? Ya da kendilerine bağlı olan fabrikalarda kreş hakkını toplu iş sözleşme maddesi olarak ekliyorlar mı? Kendi deyimleriyle kırmızı çizgimiz olarak ifade ediyorlar mı? Yakın dönemde artık 2.500-4.000 TL olarak bazı işyerlerinde almaya başladıkları ve halen kreş yardımı olarak kazanılan işyerleri için, bu hak erkeklerin de çocuk bakımını üstlenmesini sağlayacak biçime dönüştürülüyor mu?
“Kadın işçiler öne geçsin” çağrısıyla pankartların arkasına inci gibi dizdikleri kadın işçilerle çekilen fotoğrafların arkasındaki gerçek fotoğrafı anlatayım. Fabrikadaki işçilerin yüzde 80’i yüzde 90’ı kadınlardan oluşuyor dedikleri fabrikalardaki sendika baş temsilcileri erkek işçiler! Ne şube yönetimlerinde ne de genel merkez yönetimlerinde de kadınlar var. Neredeler, diye sorduğumuzda en üstten en alta sendikacıların verdiği cevaplar: “Evdeki işlerle birlikte sendikalarda çalışmak zor olduğu için sendikal faaliyette yer almıyorlar”, “Buralarda çok erkek olduğu için rahatsız oluyorlar, aileleri tepki gösteriyor”, “Çocuğunu okuldan alması gerekti/çocuğunun dersleriyle ilgileniyor/çocuğu hasta, çocuğunun sınavı var”, “Hafta sonu akrabaları gelecek diye hazırlık yapıyor”, “Annesi-babası hasta onunla ilgileniyor”, “Akşam karanlığına kalmamak için gelmedi”, “Eşi işten gelmeden yemek yapması gerekiyor” “Zaten kadınların komisyonu var” vb. Başka onlarca cevabı daha sıralamaya gerek yok şimdilik. Bu soruları soranlara yapıştırılacak etiket de çok bu arada. “Sendika düşmanı”, “marjinal”, “kışkırtıcı”, “farklı zihniyetler”, “psikolojisi bozuk”, “fazla feminist”, “erkek düşmanı.” İktidarın diliyle hiç farkı yok değil mi? Hani yeni önerilerde bulunalım derken bugüne kadar kadın emek mücadelesinde edinilmiş birikim, deneyim ve kazanımları bile dibe çekmeye çalışan sendikal anlayışların öğrenmek gibi bir derdi yok. Emin olun yöneticilerin koltuğunun bekasını sağlayan etkili bir ‘”unsur” olarak fark etmemiş olsalar kadın örgütlenmesini, feminist mücadeleyi ve hatta kadın işçilerin adı dahi zikretmeyecekler.
Kadın işçilerin bizlerin dahi öngörmediği somut talepleri ve önerileri zaten var. Organik ilişkiler kurmaya başladığımızda kendilerinin yarattığı yeni mücadele yöntemlerini de görüyoruz. Bu yanıyla müthiş derecede umudumuz güçlü, ancak kadın işçilerin bu birikimini ve emeğini ilerletecek olan mekanizmaların böyle bir derdi yok. Ana akım denilen sendikal örgütlenme barajının üstünde olan tüm sendikalar için yapıyorum bu eleştirileri. Sendikal barajın altında kalan -kadın politikaları aynı derecede yetersiz kesinlikle- sendikalar ve bağımsız sendikalar için bu kadar kesin konuşmuyorum. Kadın işçilerin kendilerini ifade etme ve özgün sorunlarını tartışabileceği, talep oluşturabileceği alanları daraltmayan bağımsız sendikaları ana akım sendikalarla aynı yerde değerlendirmemek gerekiyor.
Nazan Karacabey – SES: Buradaki en büyük tehlike kadınların sokaklarda sermaye, erkek egemenliği ve AKP politikalarına karşı kazandığı hakların kaybedilme riskidir. Anayasada sendikal örgütlenme için güvence altına alınmış haklar konusundaki bilgi eksikliğinden kaynaklanan bir boşluk var, ve bu boşluğu iktidar yanlısı sendika üyesi idareciler, baskı kullanarak ve sermaye ile AKP yanlısı eril kodları benimseyerek dolduruyorlar.
Önümüzdeki süreçte kadınların örgütlenmesinin çok önemli olduğunu düşündüğümüz için örgütlenme programımızda bu çalışmalara öncelik ve önem vereceğiz. Yenilik olarak tanımlayacağımız çalışmalar için henüz erken. Ancak belki birkaç şey ifade edilebilir. Sağlık ve sosyal hizmet emekçilerinin yaşamlarına kast eden çalışma rejjminden kadınlar daha çok etkileniyor dedik. Çünkü bu çalışma rejimi piyasalaşmış hizmetlerin gereği. Çok çalış, az kazan, ölene kadar çalış. Kadınsan evde çalışmaya devam et. Piyasalaşmış sağlık ve sosyal hizmetlerin yeniden hak olarak kazanılması mücadelesi sağlık ve sosyal hizmet emekçilerinin insanca yaşayacak ücret ve çalışma koşulları mücadelesiyle kesişiyor. Sağlık ve sosyal hizmetlerin toplumsallaştırılması mücadelesinde ücretli ve ücretsiz emekleri sınırsızca sömürüldüğü için kadın sağlık ve sosyal hizmet emekçileri kritik bir yerde. Bu hak mücadelesini ücretsiz kamusal sağlık ve sosyal hizmet talep eden, kreş mücadelesi, yaşlı bakım hakkı mücadelesi veren kadınlarla birleştirecek bir konumda. Geçmişte sendikamızın sağlığın piyasalaştırılmasına karşı mücadelede örgütlediği halk grevleri yol açıcı örnek. Kadın mücadelesinde bu örneği önümüze koyabiliriz. Yine kadınların şiddete karşı mücadelesinde kritik bir noktada yer alıyor sağlık ve sosyal hizmet emekçileri. Hem şiddete maruz kalan kadınların ilk başvuru noktası hem de kendileri iş yerinde ve yaşamın diğer alanlarında artan oranda şiddete maruz kalıyorlar. Bu mücadeleyi işyerlerimizden başlayarak sokağa taşıma olanakları var.
Diğer yandan, sağlık ve sosyal hizmet alanında sendikaların her gün artması ve meslek sendikacılığının yaygınlaşması bizleri geleneksel sendikal örgütlenmeyi sorgulamaya yöneltiyor. Farklı istihdam ve ücretlendirme politikalarıyla ile çalışma hayatına atılan genç ve kadın emekçiler sermaye ve erkek egemen zihniyete karşı savunmasız durumdalar. Geçmişte iş yerinde temelli ve olumlu yanıt aldığımız ortak örgütlenme modellerini güncelleyerek ve kadın meclislerini güçlendirerek planlarımıza dahil ettik.
Nuran Gülenç – Birleşik Metal-İş: Kesinlikle, yaşanan ekonomik kriz ve AKP’nin kazanılmış haklara yönelik saldırıları ve bu koşullar altında daha da güçlenen patriyarkaya karşı örgütlü bir mücadele sürdürmek gerekiyor. Bu saldırıları durdurmanın tek yolu örgütlenmekten geçiyor. Burada temel sorun, emek alanında bu feminist mücadeleyi örgütleyebilmek. Hepimiz biliyoruz ki, AKP ya da gerici siyasal eğilimler en çok tabanını alt gelir gruplarında, işçiler arasında buluyor. Sadece erkeklerden değil, kadınlardan da ciddi bir destek alıyorlar. Ben sendika üzerinden yapmış olduğum kadın komisyonu çalışmalarında bunu gözlemliyorum. Sendikada yürüttüğümüz kadın çalışması ile o kadınlara ulaşma şansımız oluyor. Onları bu mücadelenin içine çekmek çok önemli. Çekiyoruz da… Eğitimlerimiz, eylemler, diğer etkinliklerimiz kadınlar için çekim merkezi olmuş durumda. Birleşik Metal-İş’in kadın çalışması, şube komisyonları aracılığı ile fabrikalara kadar uzanan bir örgütlenme ağını kurdu. Kadın örgütlenmesi, temsiliyeti, şiddet ve taciz, kadın emeğinin sorunları temel alanlarımız. Bu çalışmaları yürütürken feminist örgütlerle, feminist akademisyenlerle temas ediyoruz. 2016 yılından bu yana etkinleştirdiğimiz sendikanın kadın politikasıyla önemli kazanımlar da elde ettik. Kadın komisyonu şubelerde de aktif hale geldi. Kadın temsilci sayısı arttı; şube yönetimlerinde, denetim ve disiplin kurullarında kadın işçiler görev almaya başladı. Toplumsal cinsiyet, şiddet ve taciz sendikanın eğitim programına girdi. Erkek işçiler de bu eğitimleri alıyorlar. Toplu sözleşmelere kadın işçileri ilgilendiren maddeler girdi. Sendika, bir önceki genel kurulunda toplumsal cinsiyet eşitliğini benimseyerek bu alanda çalışmalar yapılmasını, şube komisyonlarının kurulmasını ve şiddetle ve tacizle mücadeleyi tüzük maddesi olarak eklemeyi kararlaştırdı. Aralık ayında yapılan son genel kurulunda da sendikada bir Eşitlik Dairesi kurmayı, sendikanın seçimle oluşturulan organlarında kadın kotasını genel kurul kararı haline getirdi. En önemlisi de sendikanın bu süreç içinde kadın üye sayısı yüzde 6’dan yüzde 10’a çıkmış durumda. Bugün sendika içinde kendini kabul ettirmiş, her geçen gün kendini daha örgütlü hale getiren bir kadın yapısından söz edebilirim.
Ayşe Panuş – Eğitim Sen: Bu zor bir soru, ancak deneyimlerimden yola çıkarak bazı şeyler paylaşabilirim. Hani deriz ya, her kriz aslında yeni örgütlenmeleri açığa çıkarır. Ekonomik krizle birlikte toplumsal krizler de ortaya çıkar. Ancak, bu gibi dönemlerde toplumun içe kapanmaması kritik önem taşır. Toplumların içe kapanması birçok olumsuzluğu beraberinde getirir ve en başta yeni oluşumların önünü tıkayabilir.
Onlarca farklı kadınlık deneyimi var: tarlada çalışan kadınlar, evde parça başı çalışan kadınlar, kamu sektöründe çalışan kadınlar, fabrikalarda çalışan kadınlar, ev kadınları, tekstilde çalışan kadınlar ve daha niceleri. Bu kadınların arasında statü, hiyerarşi ve farklı katmanlar var. Peki, bu farklılıklar içinde nasıl eşitler arası bir ilişki kurabiliriz? Bir okulu iş yeri olarak ele aldığımızda, orada beş altı farklı istihdam türünde çalışan kadın var ve aynı işi yapmalarına rağmen aralarında hiyerarşik farklılıklar var. Örneğin, kadın öğretmenler ile okulun temizliğinden sorumlu kadınlar arasındaki hiyerarşiyi aşmak çok ciddi bir sıkıntı. Kadınlar arası farklılıklar, örgütlenme engeli olarak karşımıza çıkıyor bana göre. Her yerde, büyük ya da küçük, kadın/feminist örgütlenmelerin artması gerektiğine inanıyorum. Bağımsız feminist oluşumların bu coğrafyanın her yerinde var olmasını umuyorum. Son yıllarda neredeyse on yıldır esastan bir tartışma yürütmüyoruz. Mevcut durumu koruma mücadelesi veriyoruz ve bu savunma durumunun bizi daha da geriye götürdüğünü gözlemliyorum. Taleplerimizi artık bir adım geriden dile getirmeye başladık ve bu durumdan çıkmamız gerektiğini düşünüyorum. Radikal değişim hedefleyen bir karşı duruş varsa, biz de mücadelemizi ona göre şekillendirmeliyiz.
Sendikaların erkek egemen yapılarından vazgeçip özerk kadın yapılanmaları oluşturmaları ve kadınların çıkarlarına uygun hareket etmeleri gerekiyor artık. Emeğimize ve bedenimize yönelik tüm politikalar, madalyonun iki yüzü gibidir. Emeğimize el koyanlar, bedenimize ve dolayısıyla hayatlarımıza da müdahale ediyor. Doğanın yağmalanması, depremin sonuçları, krizin getirdiği hayat pahalılığı yaşamımızı sürdürelemez hale getirmek üzere. Tüm bunları öngören tespitler 2008’den itibaren mevcuttu. Kadın örgütlerinin ve bağımsız feminist oluşumların her yere yayılması ve örgütsüzlüğün aşılması gerekiyor. Nasıl aşacağımızı tam olarak bilemiyorum, ancak dayanışma ve birbirini güçlendirme, yalnızca örgütlenme ile mümkün. Hele bir yola çıkmaya niyet etsek elbet çoklu mücadelelere de yol ve yöntem buluruz.
İrem Gerkuş ve Selin Top – Yoksulluğa Feminist İsyan: Biraz büyük bir soru bu, aslında cevabını sanki hep birlikte vermeye çalışacağız. Şu anda bu baskı koşullarına feminist hareket ve queer hareket mücadelesinde zaten çeşitli yollar deniyor, sözler üretiyor.
Mevcut kriz karşısında iktidarların aileci politikalara sarılması bize ipucu veriyor. Karşımızda küresel çapta bir toplumsal cinsiyet eşitliği karşıtı hareket var. Bakım emeğinin, kadınların hane içerisindeki ücretlendirilmeyen emeğinin, sadece feministlerin değil tüm sol muhalefetin siyasetine dahil olduğunda bütünlüklü bir siyaset olacağını düşünüyorum. Diğer yandan küresel bir kriz ve bu krizle daha da otoriterleşen neo-faşist oluşumlara/iktidarlara karşı antikapitalist, antifaşist, savaş karşıtı bir mücadele hattı da bir ihtiyaç olarak önümüzde duruyor. Toplumsal muhalefet olarak birlikte olmama lüksümüzün olmadığı bir dönemdeyiz. Ne yazık ki şu anda sol muhalefetin tamamını kapsayabilecek böyle bir birliktelik olmadığını da görüyoruz. Diğer yandan kadın hareketinin/feminist hareketin birlikte hareket etme kültürü daha güçlü ve önümüzdeki süreci de öngörerek ortak siyaset üretmeye devam ediyor, neyse ki.
Bu röportajda bahsettiğimiz Yoksulluğa Feminist İsyan, kapsamı ve süresi belirli bir kampanya çalışması aslında. Dolayısıyla böyle bir cephenin parçası olması üzerinden kurmuyoruz bu cümleyi. Yoksulluğa Feminist İsyan, sınıf mücadelesine feminist perspektifle yaklaşabilen bir kampanya grubu. Bu yaklaşımı sürdürürken, direnişlerle dayanışma ve özellikle küresel ölçekte dayanışma ve direniş yöntemlerini önemsiyor. İlgili firmaların global bağlantıları varsa, bu bağlantıları kullanarak, firmaların kadın mücadelesine yönelik söylemlerini ve reklamını yaptıkları yasaları ve uygulamaları kendilerine hatırlatıyoruz. Eğer bu yeterli olmazsa, o ülkelerdeki feminist gruplar ve sendikalarla iletişime geçmenin de bir etkisi olabileceğini düşünüyoruz.
Geçtiğimiz yıllarda gerçekleşen uluslararası feminist grevler de gereken siyaset hattı için bize bir şeyler söylüyor. Öncelikle hane içerisindeki emeği görmeyen bir politika yerine grev kavramını genişletmenin, bakım emeğini de dahil etmenin krize karşı elimizi güçlendireceğini düşünüyoruz. Bununla beraber tıpkı 8 Mart Feminist Gece Yürüyüşlerinde altını çizdiğimiz gibi çoklu ezilme biçimlerine karşı mücadelelerde sözü ortaklaştırdıkça güçleniyoruz. Hetero-patriyarkal kapitalizmin krizine karşı bütünlüklü bir feminist politika ile saldırıları zayıflatabiliriz.
Feride Eralp – Afet İçin Feminist Dayanışma: Deprem sonrası koşulların kadınları aileye mecbur ettiği kadar aileyle bir tür gerilimi ateşlediğini de deneyimledik. Çünkü bir şekilde hayatı yeniden kurma mücadelesi içinde çok büyük sorumluluk üstlenen kadınlar pasif kılınmayı kolay kolay kabul etmiyor. Afetin ardından bir biçimiyle zorunda kaldığı için katıldığı kamusal hayat (mesela yardım dağıtımlarını takip etmek, gidip ihtiyaç olanı almak hep daha çok kadınların işi oldu), kadınlara türlü temas ve örgütlenme alanları açıyor. Bu da deprem öncesi hayatın sınırlarını aşma zorunluluğu yaratıyor. Hatay’da da Adıyaman’da da bizler Afet için Feminist Dayanışma olarak depremin nasıl bir yandan aileye mahkum ederken bir yandan kadınlar arası dayanışmanın önemini gösterdiğini gördük. Kadınlar bir araya gelince neler yapabildiklerini çadır kentlerde, konteyner kentlerde, mahallelerde deneyimledi. Sırf bu deprem sürecinin sonucunda onlarca kadın kooperatifi kurulması, yıllardır tek bir kadın muhtar olan Hatay’ın Samandağ ilçesinde on ayrı mahallede kadın muhtar adayının çıkması tesadüf değil. Bu bahsettiğiniz çoklu mücadele hattı biraz da bu deneyimlerden, yerellerden çıkacak diye düşünüyorum. Mahalle bazlı çalışmaların, mahallelerde özellikle kadınlar ve gençler için ortak yaşam alanları yaratmanın önemini bir kez daha gördük mesela. Örgütlenme açısından muhtarlıkların önemini de hatırlatıyor bu bize. Benzer şekilde kooperatif gibi birlikte üretim temelli örgütlenmelerin üzerine de daha çok düşünme ihtiyacımız olduğunu gösteriyor.
Soru 8: Örgütlenme bağlamında, feminist örgütlerle/kadın örgütleriyle nasıl bir ortaklaşma içindesiniz?
Bahar Gök – Kadın İşçi: Dediğim gibi biz örgütlenme çalışması yapmıyoruz. Ancak kadın işçi direnişleri ve eylemliliklerinde ortak ziyaretler düzenliyor, kampanya süreçleri oluşturuyor, kadın işçilerin taleplerini kazanmalarını hedefleyen çeşitli eylemliliklerde birlikte hareket ediyoruz. Mavi yaka kadın işçi eğitimleri ya da bu içerikteki etkinliklerde imkanlar doğrultusunda dayanışma içerisindeyiz.
Nazan Karacabey – SES: Pandemide uygulanan kadın emeğini doğrudan etkileyen eril, gerici, sermayeyi besleyen uygulamalar devamında çalışma hayatına girdi. Sermaye pandemi krizinden beslenerek çıktı. Ancak emek/sendikal hareket, kısmen kadın hareketi durumu lehlerine çevirecek topyekûn bir tutum sergileyemedi. Sağlık ve sosyal hizmet alanında çalışma alanlarının değişmesi (yap, işlet, devret modelli şehir hastaneleri gibi) meslek sendikacılığının hemen bu sürecin peşinden gelmesi, peş peşe kurulan sendikalar, ücret ve istihdam politikalarındaki değişiklikler yeni nesil örgütlenme ihtiyacını da peşinden getirdi. Artan iş yüküne ve mobbinge karşı emekçilerin taleplerini karşılayacak sınıf temelli toplumsal cinsiyeti önceleyen etkili bir örgütlenme ortaya koyma sorumluğumuz var. Artan şiddet yoksullaşma karşısında örgütlü mücadelemizi büyütmek bizler için bir varoluş meselesi. Çünkü sermaye yaşamlarımıza kastetmiş durumda. Sokaktan asla çekilmeyen kadın hareketi yeni dönem yeni yollar açacaktır. Bizler de sağlık ve sosyal hizmet emekçileri olarak ortak çalışmaları güçlendirme ve yaygınlaştırma sorumluluğumuzu üzerimize alıyoruz.
Nuran Gülenç – Birleşik Metal-İş: Mücadelesi bir sendikal geleneği olan sendikamız kadın hareketi/feminist hareketle fikri ve örgütsel temas halinde. Hareketin kazanımları sendikamıza eş başkanlık, kadın meclisleri gibi biçimlerde yansıyor. Pratik hareketin örgütlenmesinde illerde kadın platformlarıyla veya diğer mücadele düzlemlerinde yan yana geliyoruz. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanmasında karma bir örgüt olan sendikamızın verdiği eğitimler önemli. Kadın eğitimleri ve karma eğitimlerimizin içeriğini bu temaslarla belirliyor eğitimleri birlikte yapılandırıyoruz.
Dönem dönem feminist kadın eğitimcilerin katkılarıyla eğitimci eğitimleri, kadın eğitimleri vermekteyiz. Ayrıca iş yerlerinden başlayarak her türlü eylem, etkinliklerde feminist/kadın örgütleriyle ortaklaşma içindeyiz. İşyeri temelli bir örgütlenme modelimiz olduğu için talep edilen her işyerine de kendilerinin belirlediği konularda feminist/kadın örgütlerinden taleplerimiz olmakta.
Ayşe Panuş – Eğitim Sen: Geçmişte Sosyalist Feminist Kollektif`in bir üyesiydim. Şu anda herhangi bir feminist örgütlenmenin içinde değilim, ancak açık çağrısı olan feminist toplantılara katılıyorum. Kadınlar Birlikte Güçlü’nün eylemlerine katılıyorum. Tek ortaklaşmamız, mevcut haklarımızı korumak. Bunun dışında, feminist bir tartışma şu an ufukta gözükmüyor ya da benim haberim yok. Uzun süredir savunma durumundayız, bu yüzden ortaklaşmak daha kolay oluyor. Feminist esaslara göre tartışmaları yapsak ne çıkar, bilemiyorum.
İrem Gerkuş ve Selin Top – Yoksulluğa Feminist İsyan: Yoksulluğa Feminist İsyan bir kampanya grubu olarak kuruldu. Krizin etkilerini hem kendi yaşamlarımızda deneyimlediğimiz hem de kadınlara yönelik yapısal etkilerini gözlemlediğimiz bir dönemde bir grup feministin çağrısıyla bir araya gelen feminist bir toplam burası. İçimizde farklı feminist örgütlerde de olan, kadın örgütlerinde ve kurumlarında yer alan, sendikal faaliyet yürüten ya da akademik olarak da bu emek konusuna odaklanan feministler var. Bir süre, geçmişten günümüze içinden geçtiğimiz süreci analiz etmeye çabaladığımız bir dizi toplantı yaptık. Sonrasında sözümüzü, dediğimiz gibi hem kendi hayatlarımızda deneyimlediğimiz yoksulluk ve sömürüyle mücadele hem de patriyarkal kapitalist sistemin kadın olduğumuz için uyguladığı şiddet ve sömürüsüyü ifşa ettiğimiz bir düzlemden kurduk.
Feride Eralp – Afet İçin Feminist Dayanışma: Afet için Feminist Dayanışma olarak halihazırda feministlerin meydana getirdiği bir tür platformuz. Depremin hemen ardından kurulduk. 6 Şubat akşamı normalde o yılın Feminist Gece Yürüyüşü’nü planlamak üzere toplanacakken toplantıyı deprem odaklı bir toplantıya çevirdik ve yüzlerce kişiyle yola koyulduk. Bu kişilerin bir kısmı aynı zamanda farklı feminist örgütlerde ve ağlarda yer alıyor. Dolayısıyla deprem sürecinin başından beri kadın örgütleriyle ve feminist örgütlerle, bunun yanı sıra deprem bölgesindeki kimi oluşumlarla ilişki içerisinde çalıştık.
Bu ufuk açıcı sohbet için hepinize teşekkür ediyoruz.
Bu yazı için gösterilecek etiket bulunmamaktadır.