Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

Lenin ve hukukun sorunları – II

Bu içeriği paylaş:

Ayşegül Kars Kaynar tarafından çevrilen bu metni iki bölüm halinde yayınlıyoruz. Kaynar’a teşekkür ederiz.

Çev: Ayşegül Kars Kaynar[1]

IV

Marksist teori, hukuk biçimlerine toplumsal gelişme içinde ikincil hatta üçüncül bir yer verir. Ekonomik ilişkiler toplumsal üretici güçlerin özgül koşulları temelinde gelişir ve son tahlilde belirleyicidirler. Tarihi ilerleten manivela ise doğrudan sınıftır; “ekonominin yoğunlaşmış ifadesinden başka bir şey olmayan” siyasi mücadeledir. Ekonomik ilişkilerin hukuki formülasyonu ve siyasi gerçekler düşünülecek olursa, bu ikincil ve bağımlı bir role sahiptir. Bu nedenle Marksist teori, genel konuşacak olursak, hukukun sorunlarına görece az ilgi göstermiştir. Aksine burjuva bilimi ise, toplumsal ilişkilerin bu dışsal biçimsel yönünü özel bir heyecanla geliştirmiştir. Bunun bir nedeni, söz konusu ilginin burjuva biliminin teorisyenlerine ekonomik eşitsizlik ile ilgili sorunlardan tamamen uzak durma imkânı vermesidir (ekonomik eşitsizlikle ilgili sorunlar, “materyalist” nitelikleri nedeniyle bu teorisyenleri rahatsız ederler). Hal böyle olunca hukuk, onlar için güvenli bir limandır. Vladimir İlyiç konunun bu yönünü, Peter Struve’nin (savaş öncesinde kaleme aldığı) son bilimsel çalışmasıyla ilgili bir makalesinde tesadüfen işaret ediyor. “Modern burjuvazi” diyor Lenin, “[politik ekonominin Marx’ın şahsında yarattığı E.P.] bu gelişmeden o kadar korktu ve gayet açık ve dayatmacı olan güncel ekonominin evriminin “yasalarından” o kadar rahatsız oldu ki; kendileri ve ideologları, bütün klasikleri ve her çeşit yasayı silip atmaya ve (…) bütün yasalara (…) toplumsal eşitsizlikle birlikte sadece (…) hukuk arşivlerinde yer vermeye hazırlardı.”22 Vladimir İlyiç başka bir yerde, burjuva biliminin bu eğilimini belirterek, burjuva teorisyenlerinin gizli niyetlerini şöyle formüle eder: “Politik ekonominin abesle, skolastisizmle ve gerçeğe ulaşmak için verdiği anlamsız mücadeleyle iştigaline; bir o kadar da “toplumsal eşitsizlik” sorununun sosyo-hukuki tartışmaların güvenli bölgesine çekilmesine müsaade ediniz ki çetrefilli sorulardan kolayca “kaçılabilsin.”23

Hukuk biçiminin altyapıya bağlı üstyapı olarak analizi doğru bir Marksist analizdir. Yine de kimi durumlarda bu analiz cansız ve determinist bir tarzda Marksizmin bir karikatürüne dönüşebiliyor. Bu karikatür durumunda üstyapı, verili bir altyapı üzerinde “kendiliğinden” ortaya çıkar ve hukuki biçim, yine maddi içeriğin gelişiminin belli bir aşamasında “kendiliğinden” görünür olur. Düzenli toplumsal gelişmeye yapılan vurgunun giderek artması, hiç belli etmeden belli bir toplumsal otomizasyon iddiasına ya da militan siyasi jargonda dediğimiz gibi “kuyrukçuluğa” dönüşür. Kuyrukçuluğun bütün çeşitlerinin yılmaz muhalifi olan Lenin, bu görüş ve teorilerle savaşmaktan elbette geri durmayacak ve onları Marksizmden sapmalar olarak teşhir edecektir. Marksizmin “kaderci” çarpıtmasının ilk çeşidi, iyi bilindiği üzere “iktisatçılar” tarafından yapıldı. İktisatçılar, bütün sınıf mücadelelerinin siyasi mücadele olduğunu iddia ettiler ve dolayısıyla işçi sınıfı mücadelesinin siyasi potansiyelinin otomatik bir süreç olduğu sonucuna vardılar. Ekonomik içeriğin siyasi biçimleri ve hatta siyasi mücadelenin biçimlerini kaçınılmaz olarak ortaya çıkardığını söyleyen Marksist doktrin, iktisatçılar tarafından işçi sınıfı hareketindeki her türlü geri kalmışlığın yüceltilmesine ve meşrulaştırılmasına dönüştü. Menşevikler ise “kuyrukçuluğun” ve ve örgütsel sorunların propagandasının yapılmasından başlayarak, biçimsel olarak aynı hatayı tekrarladılar. “İçerik (mesela siyasi mücadelenin içeriği)” diye açıklama yaptılar, “biçimden daha önemlidir; program ve taktikler ise örgütten daha önemlidir”. İşte bu noktada anlaşmazlıklar, bizi ilgilendiren seviyeye evrilmiş oldu. Menşeviklerin bahsettikleri biçim, Parti’nin hukuki ya da anayasal biçimlenişidir; ki bu biçimlenişte Parti hem benzer fikirlere sahip siyasi düşünürlerin bütünü hem de biçimsel olarak birleşik bir bütün, bir örgütler toplamı olarak görünür. Birliğin dışsal ifadesi Parti kurumlarının hiyerarşisi ve parti tüzüğüdür. Lenin’in İkinci Kongre’de liderliğini yaptığı ve Bir Adım İleri İki Adım Geri’yi adadığı mücadele, aynı zamanda hukuki biçime sahip bir parti örgütünün gerekliliği için verilen bir mücadeleydi.

Bu noktada Vladimir İlyiç’in sadece hukuk teorisi konusunda tüm gerekli bilgiye sahip olmakla kalmayıp; aynı zamanda hukukun, toplumsal ilişkilerin özgül bir çeşidinin biçimsel arabulucusu olarak hizmet verdiği pratik işlevinin ortaya çıktığı yerler hakkında da kendinden tamamen emin olduğunu belirtmek gerekli.24 İlk olarak hukuki bilgi, Vladimir İlyiç’e özgü düşüncenin demir mantığıyla yorumlanmıştır. Eşsiz bir diyalektikçi olan ve biçimsel mantığın tali konumunu idrak eden Vladimir İlyiç, yine de bu mantığa hak ettiği önemi vermiştir. Diyalektik, Lenin’in elinde hiçbir zaman belirsizliğe ve karışıklığa dönüşmedi. Tam tersine Lenin, dağınık, tanımsız ya da karışık hiçbir şey önermemiştir. Formülasyonlarının her biri son aşamasına kadar düşünülmüştür; aşırı bir şey içermezler ve teorik berraklığa sahip olmayan hiçbir şey, ayrıntıların arkasına saklanmamıştır. Olağanüstü bir hukukçu olmak için, onunki gibi gelişkin bir akıl gerekli ve yeterli koşuldur. Bundan şüphe duyan herkesin Bir Adım İleri İki Adım Geri’de Martov’un Parti’nin tüzük taslağıyla ilgili Lenin’in eleştirisini dikkatlice okumasını tavsiye ediyoruz.25 Doğru “hukuki” tanımlar yapma konusunda tipik entelektüel sünepeliği, içerik eksikliğini, laf ebeliğini, anlamsız biçimciliği ve sonu gelmeyen tekrarları ortaya sermekte Lenin’in ustalığı, başka söze gerek bırakmıyor. Bilhassa bu, Lenin’in eleştirilerinin biçimi hedef aldığının açık bir örneğidir; zira Martov’un taslağını yayınlamaktaki amacı, içerikle ilgili özel bir nüansın (merkeziyetçilik konusunda) kongreden önce yazılan tüzük taslağında açığa çıkmadığını göstermektir.

İkinci Kongre’deki mücadele ve sonrasında tüzüğün ilk paragrafında yer alan merkeziyetçilik vs… ile ilgili tartışmaların hepsi elbette belli bir siyasi öneme ve anlama sahiptir ve bu önem ve anlam, ileride tam manasıyla açığa çıkacaktır. Ancak mantıksal açıdan bu tartışmalar, tüzüğün doğasına dair farklı bir yaklaşım düzeyi ya da daha geniş anlamıyla, Parti’nin yasal biçimi üzerine gelişmiştir. Lenin’in muhalifleri için Parti, kendilerini herhangi bir zamanda parti üyesi olarak görmüş insanların bütünü demekti; Parti’nin kendisini bundan daha iyi tanımlanmış başka bir şey olarak sunabileceği bir formülü reddediyorlardı. Mesela Axelrod, devrimci gençlik çevrelerinin ya da münferit kişilerin kendilerini Sosyal Demokratlar olarak adlandırmalarını ve hatta kendilerini Parti’nin bir parçası olarak görmelerini hiçbir kural yasaklayamaz, diyordu. Lenin bu argümanın saçmalığını kolayca açığa çıkardı:

“Bir kişinin kendisini Sosyal Demokrat olarak adlandırmasını yasaklamak imkansızdır ve anlamsızdır; zira bu kelimeler doğrudan bir düşünce sistemini ifade ederler, belirgin örgütsel ilişkileri değil. Kimi çevre ve kişilerin “kendilerini Parti’nin bir parçası” olarak görmelerini yasaklamak ise, bu çevre ve kişiler Parti işleri için tehlike arz ediyorlarsa; partiyi yozlaştırıyor ve karıştırıyorlarsa hem mümkün hem de gereklidir. Eğer belli bir çevrenin “kendisini bütünün bir parçası olarak” düşünmesini “kararlarıyla yasaklayamıyorsa”, Parti’den bir bütün ve bir siyasi nicelik olarak bahsetmek komik olur. Hem böyle bir durumda Parti’den atılma şart ve prosedürlerini belirlemeye çalışmanın ne anlamı kalır ki?”26

Lenin’in derhal anladığı ve Bir Adım İleri İki Adım Geri’nin birçok yerinde vurguladığı üzere Axelrod, Martov ve diğerlerinin örgütsel oportünizmi bir önceki çağın; yani Parti’nin resmi bir niteliğinin olmadığı; azınlığın çoğunluğa, partinin de bütüne boyun eğmediği ve bir “aile çevresinden” başlayarak büyüdüğü çağın; (artık mevcut olmayan) “çevreler çağının” mirasıdır. Lenin devrimci çevrenin; yani devrimcilerin birbirlerine karşı besledikleri koşulsuz şartsız inanç temelinde ideolojik ve yoldaşça kaynaşmalarının muazzam önemini herkesten daha fazla biliyordu. Ne Yapılmalı?’nın en güzel sayfaları, bu önemin aydınlığa kavuşturulmasına adanmıştır. Ama aynı zamanda Lenin, Parti’nin daha geniş siyasi mücadele alanlarına doğru hareket ettikçe ideolojik birliğini dışsal birlikle desteklemesi ve çevrenin yerine parti kurumlarını koyması gerektiğini de biliyordu. Lenin, kendi gelişimini çevre aşamasına hapsetmiş bir partinin, programında belirtilen görevleri yerine getiremeyeceğini anlamıştı. Tüzüksüz ve gayri-resmi çevre bağlarının büyük avantajları olduğu gibi eksiklikleri vardı. Mesela, ileride katlanılmaz olabilirlerdi; ilk başlarda ortaya çıkan gelenekler, gelişimin önünde birer engele dönüşebilirlerdi. Lenin şöyle yazıyor:

“Oblomov’un ev çevresinin bol sabahlıklarına ve terliklerine alışık olanlar için biçimsel kurallar dar, kısıtlayıcı, sıkıcı, önemsiz ve bürokratik; bir kölelik bağı ve özgür ideolojik mücadele sürecine vurulmuş bir zincir olarak görünür. Aristokratik anarşizm, çevrenin dar bağlarını Parti’nin geniş bağları ile değiştirmek için biçimsel kuralların gerekli olduğunu anlayamaz. Çevrenin içsel bağlarını ya da çevreler arası bağları açık ve kesin olarak belirlemek gereksiz ve de imkânsızdır; çünkü bu bağlar herhangi bir itki ya da neden belirtmeye gerek duymayan, dostluğa ya da güvene dayanırlar. Parti bağları ise bunların hiçbirine dayanamaz ve dayanmamalıdır. Parti bağları biçimsel ve (disiplinsiz aydının baktığı noktadan bürokratik duran) bürokratik ifadelere sahip kurallar üzerine kurulmalıdır; çevrelerin inat ve kaprislerinden ve de “özgür ideolojik mücadele süreci” diye bilinen çevrenin iç hesaplaşma yöntemlerinden bizi koruyacak olan tek şey, bu kurallara sıkıca bağlı kalmaktır.”27

Lenin’in bu sert saldırısını, Parti’nin atması gereken bir sonraki adımı (her zamanki gibi) net bir şekilde gördüğü ve Parti’yi geriletmeye çalışanlara şiddetle karşı koyduğu gerçeğiyle açıklamak mümkündür.

Yeni Iskra‘nın yayın kurulunun “güven, kalplere ve akla çekiçle işlenemeyecek hassas bir olgudur” açıklamasına cevaben, Lenin şöyle diyor:

“Sadece bir çevrenin üyesi olduğum zamanlar (…) sadece belli belirsiz bir inanca güvenmeye hakkım vardı (…) Parti’nin üyesi olduğum zaman ise, sadece belli belirsiz bir inanç noksanlığına güvenmeye hakkım yoktu (…) “Güven ya da güvensizliğimi” biçimsel bir sonuca göre; biçimsel olarak oluşturduğumuz taktiklerimize, kurallarımıza ya da programımızın prosedürlerinden biri ya da diğerine atıfta bulunarak harekete geçirmek zorundaydım; güvensizliğimi ifade etmek ve bu güvensizlikten kaynağını alan görüş ve isteklerimin idaresi için, belirli biçimsel bir yöntemi takip etmek zorundaydım.”28

Herşey bir yana Bir Adım İleri İki Adım Geri, büyük eğitici öneme sahip bir kitaptır. Parti işleri ve Parti organizasyonuna karşı ciddi bir sorumluluk duyulmasını öğretir. Belli bir kararın benimsenmesini önceleyen siyasi tartışmaları, sonu olmayan verimsiz entelektüel tartışmalarla; parti yetkililerinin seçiminde adaylarla ilgili meseleleri, sıradan ailevi meselelerde kimseyi kızdırmamaya çalışmakla ve de Parti’yi, arkadaş grubuyla karıştırmamayı öğretir. Bu kitap, o zamanın devrimcilerinin özen göstermeden ilgilendikleri bu olayın katı, biçimsel ve dışsal yönüne vurgu yapmıştır. Yine de Vladimir İlyiç biliyordu ki “iktidar mücadelesinde proletaryanın örgütten başka bir silahı yoktur (…) Proletarya, sadece Marksist ilkelerle sağlanabilecek ideolojik birliğini, örgütün maddi birliği ile konsolide ettiği zaman yenilmez bir güç olabilir ve kaçınılmaz olarak olacaktır da; böylece milyonlarca emekçi, işçi sınıfının ordusunda kaynaşacaktır”;29  “proletaryanın sınıf olarak birleşme yönündeki azami nesnel becerisi, yaşayan insanlar tarafından gerçekleştirilecektir; katı örgütsel biçimlerden başka yollarla gerçekleşecektir”.30 Bunları bilerek Lenin diyordu ki (örgütün dışsal niteliğini de içeren) kuruluş ve biçimselleşme, işçi hareketinin tarihinde önemli ve ileri bir adımdır.

İkinci Kongre’den sonra Lenin’in karşıtları “bürokratik biçimciliğe” karşı mücadele başlattıkları zaman argümanlarını, tarihi gelişmenin seyriyle ilgili daha Marksist (gibi görünen) ve daha derinlikli bir anlayış üzerine inşa ettiler. Lenin, örgüt planının en belirgin siyasi anlamını gizlemeyi elbette aklından geçirmemişti: Partiyi oportünizmden korumak. Bu amaç karşısında Menşevik kamptan karşıtları (Troçki), hatırı sayılır ağırlığa sahip şu itirazı getirdiler: “Oportünizmi yaratan ve onu belirleyen şey” dediler, “tüzüğün kimi paragraflarından daha karışık ve daha derin sebeplerdir”.

Bu itiraza “sorun” diye cevap veriyordu Lenin, “tüzüğün paragraflarının oportünizm yarattığı değildir; sorun, bu paragrafların yardımıyla oportünizme karşı, az ya da çok, daha sert bir araç oluşturabilmektir.” Troçki ise iddialarına devam etti. Buna göre, Lenin’in önerdiği formül reddedilmelidir; zira tarihsel tanımlar gerçek ilişkilere tekabül etmelidir. Lenin ise “Troçki yine bir oportünist gibi konuşuyor” diye cevap verdi: “Gerçek ilişkiler sonlanmış değildir, canlıdır ve gelişmeye devam etmektedirler. Hukuki tanımlar ise bu ilişkilerin aşamalı gelişimine ama bir o kadar da gerilemelerine ve durgunluklarına ‘tekabül” ederler’ (eğer bu tanımlar kötüyse).” Vladimir İlyiç, “bu sonuncusu Martov’un durumudur” diye de eklemiştir. 31

Örgüt konusunda ortaya çıkan oportünizm kendini mantıksal olarak, içeriğin biçim karşısında önceliğinin savunulmasında; program ve taktiklerin ise tüzüğün; “gerçek gelişmelerin” de “yasal tanımların” önüne yerleştirilmesinde göstermiştir. Lenin, nesnel tarihsel koşulları hesaba katmada başarısız olan bu karşıtlıkların metafizik doğasını bütünüyle ortaya çıkarmaktadır. Gelişimin bir aşamasında doğru ve uygun olan, bir diğer aşamada tam bir hata oluverir. Martov da eski çevre yaklaşımını savunurken argümanlarını, Lenin’in “ideolojik etki” ve “etki mücadelesini” tartıştığı erken tarihli eserlerinden yaptığı alıntılara dayandırmaya çalışmıştır. Bu alıntıları, “kurallar yardımıyla etki yaratmanın bürokratik yöntemi” ve Lenin’in (Martov’un iddiasına göre) İkinci Kongre sonrasında geliştirdiği otoriteye dayanma eğilimiyle karşılaştırmıştır. Lenin bu konuyla ilgili “naif insanlar” diyor, “Parti’mizin ilk başlarda resmen örgütlü bir bütün olmadığını, sadece ayrı ayrı grupların toplamı olduğunu ve dolayısıyla bu gruplar arasında ideolojik etkiden başka bir ilişkinin mümkün olmadığını unutuyorlar. Şimdi ise örgütlü bir Partiyiz ve bundan, otoritenin tesis edildiği, fikirlerin gücünün otoritenin gücüne dönüştüğü [ve] alttaki Parti organlarının üstteki Parti organlarına tabii olması anlaşılmalıdır.” Lenin devam ediyor: “Eskiden beri yoldaş olduğu insanların yararına ilkel fikirleri çiğnemek, neden birilerini rahatsız ediyor ki…”32 Lenin’in diyalektiğinin tüm hikmeti, bu vurgulu “şimdide” yoğunlaşmıştır. Tabir-i caizse Lenin’in karşıtlarına söylediği şey şudur: Kibar beyefendiler, dilediğiniz kadar içeriğin biçimi belirlediğini, taktiklerdeki doğruluğun örgütsel dayanışmanın zorunlu koşulu olduğunu, Parti disiplinin son tahlilde fikirlerin otoritesine dayandığını beyan edebilirsiniz; ancak artık ileri doğru bir adım atma, ideolojik mücadele için oluşturulmuş öncüllere dayanarak hareket etme, bir sonraki aşamada siyasi mücadelenin içeriğini anlama ve Parti örgütünün hukuken tamamlanmış yeni biçimine geçme zaruriyetinin doğduğu bir zamana geldik.

Vladimir İlyiç “Iskra‘nın çalışması ve Parti örgütüyle ilgili meselenin tümü” diye yazıyor “Parti’nin fiili yeniden inşasıyla ve aynı zamanda belirli örgütsel fikirlerin biçimsel onayıyla ilgili meselelerin tümü Parti’nin tamamı tarafından kabul edilmedikçe nihayete ermiş sayılmaz. Parti’nin örgütsel niteliği, bu görevi yerine getirmelidir”.33

Menşevik Iskra‘nın yorumlarıyla ilgili Lenin başka bir yerde zehir zemberek şöyle yazıyor:

“İçerik biçimden, program ve taktikler de örgütten daha önemlidir. Bunlar büyük ve engin gerçekler. Gerçekten, bir program taktiklerden daha önemlidir; taktikler de örgütlerden daha önemlidir. Alfabe etimolojiden daha önemlidir, etimoloji de sözdiziminden daha önemlidir. İyi ama sözdizimi sınavından kalan öğrencilere ne denmesi gerekiyor; bir sene daha alt sınıfta kalacağınız için havaya girin ve kendinizle gurur duyun mu diyelim?”34

Lenin, resmi ve merkezi bir örgütü gerçek bir şey olarak düşünür ve onu “manevi birlik” ile yetinen bir çeşit sembolizm içinde çözdürmek istemez. “Bir programın benimsenmesi” diyor Menşevik Iskra “kuralların benimsenmesinden daha çok, işlerin merkezileşmesine katkıda bulunur”. Lenin ise “felsefe diye yutturulan bu bayağılık, nasıl da radikal aydınların ruhunu çağrıştırıyor! Hâlbuki bu, Sosyal Demokrasi’den ziyade burjuva düşkünlüğüne yakındır. Aslına bakılacak olursa, bu meşhur ifadede “merkezileşme” kelimesi sembolik anlamıyla anlaşılmalıdır.”35 Biçimsel demokrasinin temeliyle kurulan fetişist ilişki o zamanlar Menşeviklere içseldi ve bu fetişizm Martov ve Parti içindeki takipçilerinin kendi düşüncelerini (ve çevrelerinin iradesini) Kongre’nin çoğunluğunun resmi kararının üzerine yerleştirmelerine engel olmadı.

Hatta Martov, seçim prosedürlerinin Parti iradesini yansıttığından bile şüphe duyuyordu: “Parti üyelerinin toplumsal bilinçleri ve çalışmalarının toplumsal içeriği sorusunun yerine, güçlendirilmiş merkezlerin “güvenilirliği” sorusunu koyarsak; işte o zaman seçim eyleminde Parti iradesinin özel yansımasını görme noktasına gelebiliriz”.36 Eski Iskra‘nın dört editörüne göre Lenin, “içsel birliğe değil, tamamen mekanik yöntemlerle bireysel insiyatiflerin ve bağımsız toplumsal eylemlerin sistemli bir şekilde kontrol altına alındığı dışsal, biçimsel birliğe” öncelik vermektedir. Lenin, Partinin içsel sorunları hakkında hazırlanan bir önergeden daha ziyade, devrim öncesinde bir mahalle konseyinde reformlar üzerine yapılmış bir konuşmayı çağrıştıran (“bağımsız toplumsal eylem” dedikleri için), dört editörün hazırladığı bu metnin önemiyle dalga geçer ve şöyle söyler: “Hangi dışsal, biçimsel birlikten söz ediyorlar burada, Parti kongresinden daha yeni dönen ve aldıkları kararların geçerli olduğu resmi olarak ilan edilen parti üyelerimizden mi? Kalıcı herhangi bir temel üzerinde örgütlenmiş bir partide, birliği oluşturmak için parti kongresi dışında bir yöntem biliyorlar mı acaba?”37 Lenin, bürokratik biçimcilik suçlamalarını acımasızca çürütür ve bu suçlamaların ardında saklı olan “anarşik terkip ve entelektüel istikrarsızlığı” gösterir. Vladimir İlyiç ironiyle “sen bir bürokratsın; çünkü Kongre tarafından benim arzum dışında atandın; sen bir biçimcisin; çünkü sırtını benim onayıma değil, Kongre’nin resmi kararlarına dayıyorsun; olağanüstü derecede mekanik bir biçimde hareket ediyorsun; çünkü Parti Kongresi’ndeki “mekanik” çoğunluğa atıfta bulundun ve birlikte seçilme yönündeki arzumu göz ardı ettin; sen bir otokratsın; çünkü gücünü, bir çevre olarak “devamlılıklarında” ısrar eden o keyfi yerinde, küçük, eski gruba devretmeyi reddediyorsun; dahası bu grup, Kongre’nin kendilerini açıkça reddetmesini de istemiyor.”38

Lenin, Parti’yi yeni bir aşamaya; siyasi hayatının örgütsel “araçsallaştırılması” aşamasına taşıdı. Parti’nin önünü, onu çoktan geride kalmış ideolojik mücadele ve ayrışmalar aşamasına geri götürmek isteyenlerden temizlemek için savaştı. Vladimir İlyiç, yeni Iskra‘daki muhaliflerine şu açıklamada bulunuyordu: “Program ve taktikler meselelerinde birliği sağlamak, Parti birliği ve Parti işlerinin merkezileşmesinde önemli, ancak yine de yeterli olmayan bir koşuldur.” Bir defasında yorgunlukla şöyle haykırıyor: “Tanrı aşkına! Bütün kavramların birbirine karıştığı günümüzde hangi temel ilkeleri tekrarlamak gerekiyormuş!”. “Kavramlarımız”, diye devam ediyor Lenin, “yalnız bir aile çevresi olarak kalmayıp, herhangi başka bir şeye doğru büyüyen Parti’nin ek olarak gerektirdiği örgütsel birlik, biçimsel kurallar ile azınlığın çoğunluğa ve parçanın bütüne itaati olmadan düşünülemez. Program ve taktiklerle ilgili temel sorunlar üzerinde bir birlik sağlanamadığı zamanlarda, ayrışma döneminde ve çevre ruhuyla yaşadığımızı açık açık kabul etmiştik. Birleşmeden önce, ayrıştığımız hatların çizilmesi gerektiğini de açık açık kabul etmiştik. Ortak bir örgütün biçimi üzerine konuşmamıştık bile; sadece ve sadece program ve taktikler meselesinde oportünizmle nasıl savaşılması gerektiğiyle ilgili yeni (o zamanlar gerçekten yenilerdi) soruları tartışmıştık. Hepimiz hemfikir olduğumuz üzere (ve Parti’nin taktiklerle ilgili önergesinde açıkça belirtildiği gibi) bu savaş yeterli derecede birlik sağlamıştı. Bir sonraki adımı atmalıydık ve herkesin onayıyla bu adımı attık da. Bütün çevreleri birleştirecek birleşik bir örgütün biçimleri üzerinde çalıştık. Ancak şu an bu biçimler, yarı yarıya yıkılmış durumda ve biz de anarşik davranışlara, anarşik laf ebeliğine, Parti yayın kurulunun yerinde bir çevrenin canlanması durumuna geriledik ve bu gerileme, edebi bir konuşma yapmak için alfabenin, sözdizimi bilgisinden daha yararlı olduğu temelinde meşrulaştırıldı!”.39

Ancak yeni Iskra‘daki muhaliflerine göre Leninist “sözdizimine” ulaşmak imkânsızdı ve “alfabeye” doğru gerileme devam ediyordu. “Disiplin” diyordu Troçki, “doğru olduğunu kabul ettiğiniz ve onun adına kendinizi disipline ettiğiniz şey için mücadele imkânını sağladığı noktaya kadar anlamlıdır. Fakat belli bir şekilde bir “hakkın reddi” perspektifine dikkat çekiliyorsa (ideolojik etki için mücadele etme hakkının reddi gibi), böyle bir durumda disiplinin varlığı sorusu Lenin için bir Rechtsfrage (hukuk sorusundan) olmaktan Machtfrage‘e (güç sorusuna) dönüşmüş oluyor”. Görüş ayrılıklarının kaçınılmazlığı konusunda Troçki’nin İkinci Kongre’den sonra dile getirdiği soyut düşüncelerini, kendilerini hem ideolojik hem de örgütsel olarak Parti’nin dışına koyan tasfiyecilerle “birleşmek ” için 1908-1914 arasında sarf ettiği sözleriyle karşılaştırmamak mümkün mü? Iskra program ve taktiksel birlik için üç yıllık mücadele verdikten sonra temelleri atılabilen biçimsel birliğin zararlarını popülerleştirmek ve partiler ve tasfiyeciler arasında büyük bir siyasi uçurum açıldığında görüş ayrılıkları ve muhalefet aleyhine ses çıkarmak; meseleye hiçbir şekilde diyalektik yaklaşamamanın nadir görülen ve bir o kadar da klasik bir örneğidir.

V

Gördüğümüz gibi “iktisatçıların” ve Menşeviklerin yanlışı aynıdır. Bu yanlış, proleter sınıf mücadelesini uygulamanın somut biçimlerini anlamamaktır. Dahası, çarpıttıkları Marksizm, dikkati “dışarıdan” (“biçim”den) “öz” e kaydırarak “Marksist analizi derinleştirme” iddiasıyla sunuluyor. Çok daha sonraları Vladimir İlyiç, “kendi kaderini belirleme hakkı” tartışması esnasında benzer bir yanlışla mücadele edecektir.

Programda yer alan “kendi kaderini tayin” hususundan şüpheleri olan ve Polonyalı yoldaşların da aralarında bulunduğu muhalifleri, siyasi ve hukuku bir doğaya sahip bu özel talebi (ki bu talebi tam da proletaryanın özgürlük mücadelesinin seyri ortaya çıkarmıştır) “özü” itibariyle kapitalizmde “kendi kaderini tayinin” gerçekleşemeyeceği; sosyalizmde ise bunun artık gerekli olmayacağı bahanesiyle pas geçmeye çalıştılar. Bu ve iktisatçıların argümanlarının hatları arasındaki benzerlik bizatihi Vladimir İlyiç tarafından kayda geçirildi. “Sosyalizm, tüm ulusal tabiiyetleri yok edecektir, aynı onu üreten sınıf çıkarlarını yok ettiği gibi,” argümanına cevaben Lenin, “neden baskının ortadan kaldırılmasının ekonomik öncülleri gibi bir tartışma var? Bu öncüller uzun zamandır biliniyor ve su götürmezler. Tartışma, siyasi baskının biçimlerinden biriyle; yani, bir ulusun, diğer bir ulusun devleti tarafından zorla tahakküm altına alınmasıyla ilgilidir. Bu, basitçe, siyasi sorulardan kaçma yönünde bir hamledir”40 der ve devam eder: “Aslında muhaliflerimiz, tartışma yaratacak her şeyden kaçmaya çalışmışlardır (…) Ne sınırlar ne de genel olarak devlet üzerine düşünmek istiyorlar. Bu bir çeşit “emperyalist” ekonomizmdir; 1894-1902 yıllarının eski “ekonomizmine” benzer şekilde kapitalizmin galip geldiğini, bu nedenle siyasi soruların lüzumunun olmadığını iddia eder”.41 Böyle bir siyasi teori, Marksizme temelden düşmandır.

Yine Menşevikler ve iktisatçılar benzerliğine geri dönecek olursak, Lenin “eski iktisatçıların” Marksizm’i bir karikatüre dönüştürdüklerini ve işçilere, Marksistler için sadece “ekonominin” önemli olduğunu öğrettiklerini yazıyor. Yeni “iktisatçılar” da ya muzaffer sosyalizmin demokratik devletinin sınırlar olmadan var olabileceğini (madde olmaksızın var olan “duyumların” bir bileşkesi gibi) ya da sınırların sadece üretimin ihtiyaçlarına göre belirleneceğini “düşünüyorlarmışa” benziyor. Aslında bu sınırlar, “nüfusun görüş” ve iradesi uyarınca demokratça belirlenecektir.42 Bunun yanında, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının kapitalizmde gerçekleşemeyeceği ve bu nedenle de vazgeçilmesi gerektiği argümanı Lenin’in gösterdiği üzere, reformizme verilen bir tavizdir. “Nesnel olarak onların [Polonyalı yoldaşlardan bahsediyor] imkânsızlık adına söyledikleri oportünizmdir; zira sessizce bunun [kendi kaderini tayin hakkının] ne demokrasi ne de emperyalizm altında gerçekleşebilecek bir dizi devrim yaşanmadan mümkün olmadığını varsayarlar.43

Bu tartışmada Lenin’in siyasi dirayeti daha sonraki Marksist yazında sıkça dile getirilmiş ve yorumlanmıştır. Ancak bildiğimiz kadarıyla hiç kimse, Rosa Luxemburg ve ona benzer fikirlere sahip olanların (ki bunların arasında Semkovski ve Bundist Liebman gibi açık oportünistler de kendilerini gösterirler) mantıksal konumunun, hukuki biçimin tamamen reddi ve bu biçimin özgül özelliklerinin hiçbirini anlayamama niteliğine sahip olduğu gerçeğini belirtmemiştir. Yoldaş Lenin muhaliflerine “ayrılma hakkı” ve ayrılmanın kendisi arasındaki farkı sürekli olarak ve ciddiyetle açıklamıştır. Ancak Rosa Luxemburg ve diğerleri “ayrılma hakkının” tanınması durumunda her bir somut ayrılma talebinin zorunlu olarak desteklenmesi gerektiğini ve bu tanımanın doğası gereği “ayrılıkçılığın teşvikini” içerdiğini düşündüler. Lenin bu anlayış eksikliğini “boşanma hakkı” gibi basit bir örnekle açıklamak zorunda kaldı. “Kendi kaderini tayinin (veya ayrılma özgürlüğünün, ayrılıkçılığı teşvikin) savunucularını suçlamak, boşanma özgürlüğünü savunanları, aile bağlarını yıkmaya teşvikle suçlamak kadar aptalca ve ikiyüzlücedir”.44

Ulusal boyunduruğa karşı mücadele proletaryanın çıkarları açısından en doğrudan ve en uygun ifadesini hukuki ayrılma özgürlüğü talebinde; teknik dilde ifade edecek olursak, bu talebe tekabül eden “öznel hakkın” tanınması mücadelesinde buluyordu. İşte Lenin’in muhaliflerinin bir türlü anlayamadıkları şey buydu. Tartışma, tam olarak, her bir ulusun bağımsız bir devlet kurmaya “öznel hakkı” olduğunun tanınmasıyla ilgiliydi. Lenin bu öznel hakkı, federal ya da özerk bir devlet yapısı talepleriyle kıyaslayarak açıklıyordu:

“Ulusların kendi kaderini tayin hakkından, Sosyal Demokratlar’ın federasyon ya da özerk devlet yapısını anlamaları imkânsızdır; bunu görmek zor olmasa gerek. Soyut düzlemde konuşacak olursak, kendi kaderini tayin hakkı her ikisini de kapsar. Federasyon kurma hakkı diye bir hak, tamamen anlamsızdır; çünkü federasyon iki taraflı bir anlaşmadır. Marksistlerin genel olarak federalizmi programlarında savunamayacaklarını söylemeye gerek bile yoktur. Özerklikle ilgili ise, Marksistler “özerklik hakkını” değil; karışık ulusal bir bileşime ve de coğrafi ve diğer unsurlar açısından sert farklılıklara sahip demokratik devletlere yönelik evrensel bir ilke olarak özerkliğin kendini savunurlar. Bu nedenle, “ulusların özerklik hakkını” tanımak, “ulusların federasyon hakkını” tanımak kadar anlamsızdır.”45

Lenin’in muhalifleri, sorunun bu şekilde tanımlanışına (her bir somut ayrılık talebini zorunlu olarak desteklemeksizin kendi kaderini tayin hakkının tanınmasına) kuşkusuz ki hâkim değillerdi. Bu tanımlama onlara somut siyasi içerikten yoksun, gündelik siyaset için pratik göstergeler sunmayan “metafizik” bir açıklama gibi geldi. Bundist Liebman kendi kaderini tayin hakkını basitçe, anlamı bulanık “moda bir ifade” olarak adlandırdı.

Özü itibariyle bu burjuva demokratik (ve bu nedenle de kaçınılmaz olarak biçimsel ve soyut) talebin, yarı-feodal ve burjuva materyalist gericiliğe karşı proletaryanın savaş çığlığı da olabileceği; aynı zamanda sosyalizmin zaferinden sonra dahi olumlu bir rol oynayabileceği düşüncesi, kendilerini ciddi ciddi tutarlı Marksistler olarak gören insanların bilincinde hiçbir surette bir yer bulamadı. Onlara göre, içi boş eşit yasal haklar soyutlamasının, kesinkes gerçek ve pratik olan şeylerle değiştirilmesi gerekliydi. Lenin ise muhaliflerinin hatalarını, çok iyi bir şekilde yüzlerine vurdu:

“Her ulusun ayrılma hakkı sorusuna “evet ya da hayır” diye bir cevap beklemek oldukça “pratik” bir gereksinime benziyor. Ancak gerçekte bu saçmadır, teorik olarak metafiziktir ve pratikte, proletaryayı burjuvazinin politikasına tabi kılar (…)

Belli bir ulusun ayrılmasının ya da başka bir ulus karşısında eşit hukuki konuma kavuşmasının, burjuva demokratik devrim sonucunu doğurup doğurmayacağını önceden garanti etmek teorik olarak imkânsızdır. Her iki durumda da proletaryanın gelişmesini sağlamak önemlidir; zira burjuvazi bu gelişimi engelleyecek ve “ulusal” gelişime öncelik verecektir. Bu nedenle proletarya, hiçbir ulusa garanti edilmeyen kendi kaderini tayin hakkının tanınması yönünde “negatif” bir taleple sınırlıdır. Proletaryanın ulusal sorundaki rolü baştan aşağıya “bütün ulusların ulusal burjuvazisi için pratik değildir; çünkü proletarya “soyut” hak eşitliğini; ilke olarak en ufak ayrıcalığın dahi yokluğunu talep etmektedir; çünkü bu durum her türlü milliyetçiliğe aykırıdır”.”46

Lenin, muhaliflerinin anlayamadıklarını anlamıştı: “Soyut” ve “negatif” biçimsel hak eşitliği talebi, belirli bir tarihsel konjonktürde, eş zamanlı olarak hem devrimci hem de devrim yaratan bir taleptir; aynı zamanda proleter sınıf dayanışmasını güçlendirmenin ve proletaryayı, burjuva ulusal egoizminin enfeksiyonundan korumanın en iyi yoludur. Aslında, bu tartışmanın yapıldığı somut konjonktürde (emperyalist savaşın arifesinde ve en kızıştığı dönemde; yani aynı zamanda Rus devriminin arifesinde) biçimsel demokrasinin bir talebi olmaktan öte bir şey olmadığı gerçeğinden yola çıkarak kendi kaderini tayin hakkını ve Marksistlerin bu biçimsel demokrasiyle bir şekilde yüzleşmek zorunda olduğunu reddetmek “sadece burjuvazinin değil; aynı zamanda feodal ve mutlakiyetçi ulusal boyunduruğun da elini güçlendirmek” olacaktı. Lenin ise gelişiminin herhangi bir aşamasında, soyut biçimsel hak eşitliği talebinin, yarı-feodal monarşileri ve ilk etapta da Rus mutlakiyetçiliğini yıkan, devrimci bir talep olduğunu anlamıştı

Ancak sonrasında 1920 yaşandı. Rusya’da Ekim Devrimi gerçekleşti ve Sovyetler’in iktidarı kesinleşti. Bundan sonraki iş, proletarya diktatörlüğü için dünya çapında verilecek bir mücadele idi. Emperyalist burjuvazi ve onun yardakçıları, halkların eşitliğiyle ve ulusların eşit haklarıyla ilgili içi boş “Wilsoncu” cümlelerle, fethettikleri ve sömürgeleştirdikleri ülkelerdeki zulüm ve soygun politikalarını sıkı sıkıya gizlemeye çalıştılar. Bu koşullar altında, eski talepleri tekrar etmekle yetinmek anlamsız olurdu. Asıl görev, burjuva demokrasisine karşı mücadele etmek ve onun yalanları ve hatalarını teşhir etmek oldu. Lenin, ulusal sorunla ilgili ünlü tezlerini Komintern’in İkinci Kongresi için yazdı ve bu yazı, yukarıda yer verilen, burjuva demokratik biçimsel hukuki eşitlik düşüncesinin teşhiriyle başladı. Bu tezlerin vurguladığı nokta şuydu: “Burjuvazinin boyunduruğunun sonlandırılması için verilen proletarya mücadelesinin bilinçli dışavurumu olarak Komünist Parti, ulusal sorunun merkezine soyut ve biçimsel ilkeler yerleştirmemelidir: Proletaryanın soyut hak eşitliği talebiyle ilgili yukarıda kopyalanan deklarasyonla kıyaslayınız [italik bana ait E.P.]”. Komünist Parti ilk olarak tarihsel, somut ve (her şeyden önce) ekonomik koşulları; ikincisi, ezilen, sömürülen işçi sınıfının çıkarları ile egemen sınıfın çıkarlarının bir ifadesi olan genel ulusal çıkar arasındaki kesin farklılıkları; üçüncüsü, ezilen, bağımlı ve eşit haklardan yoksun uluslarla, ezen ve sömüren uluslar arasındaki açık farkı dikkate almalıdır. Bu farklılıklar, dünyadaki nüfusun büyük çoğunluğunun gelişmiş ve zengin kapitalist ülkelerdeki azınlık tarafından köleleştirilişini (bu kölelik, finansal sermaye ve emperyalizm döneminin bir niteliğidir) gizleyen burjuva demokrasisinin yalanlarını dengeleyen ağırlıkta olmalıdır.47

Böylece ulusal sorun konusunda burjuva demokratik talepler devrimci niteliğini yitirdi. “Soyut” hak eşitliği savunusu, sadece yolun yarısı olarak kaldı.

“Devletin iç ilişkileri alanında Komintern’in ulusal politikası, burjuva demokratların kendilerini sınırladıkları; ulusların hak eşitliğinin yalın, biçimsel ve tamamen deklaratif olarak tanınmasıyla sınırlanamazdı; ulusların kendilerini açıkça eşit görmeleri ya da sosyalizm kisvesiyle kendilerini gizlemeleri arasında fark yoktur.”48

Buna karşılık, Parti için yeni bir görev yaratılmıştır. Bu görev:

“Proletarya diktatörlüğünü (sadece bir ülkede var olan ve dünya siyasetini belirlemekten aciz) ulusal bir diktatörlükten (dünya siyaseti üzerinde belirleyici etkiye sahip olan en az birkaç gelişmiş ülkenin proletaryasının diktatörlüğü şeklinde) uluslararası bir diktatörlüğe dönüştürme görevidir. Küçük burjuva milliyetçiliği enternasyonalizmi, ulusların eşit haklara sahip olduğunun tanınması olarak görür ve (bu tanınmanın tamamen lafta kalan niteliğinden hiç bahsetmeyerek) sadece dokunulmaz ulusal egoizmi korur. Hâlbuki proleter milliyetçilik ilk olarak her bir ülkedeki proleter mücadelenin çıkarlarının, bütün dünya ölçeğindeki bir mücadelenin çıkarlarına tabi kılınmasını; ikinci olarak ise burjuvazi karşısında zafer kazanmış olan uluslardan, uluslararası sermayenin yok edilmesi için büyük ulusal fedakârlıklarda bulunmaya hazır ve muktedir olmalarını talep eder.”49

Bu, yeni bir aşamaydı; yeni bir durumdu; mücadelenin yeni ve daha yüksek bir seviyesiydi ve bu yeni aşamaya tekabül eden yeni öncelikler vardı. Burjuva demokratik aşama geride kalmıştı ve onunla birlikte, bu aşamayı niteleyen ve biçimsel hukuki bir talep olan ulusların kendi kaderini tayin etme talebi de evvelde sahip olduğu önemi yitirmişti. Artık geçerliliği olan talep, “dünya ölçeğinde burjuva iktidarını devirelim ve uluslararası proletarya diktatörlüğünü kuralım” talebiydi.

Bu, ulusların kendi kaderini tayin hakkının tüm önemini yitirdiği ve “proletaryanın kendi kaderini tayin hakkıyla” yer değiştirebildiği anlamına mı geliyor? Kesinlikle hayır. Böylesi bir kabul, burjuva demokratik ulusal devrim aşamasından geçmeyen geri kalmış ülkelerin varlığını reddetmek olurdu. Gelişmiş ülkelerin komünist proletaryası, kendi kaderini tayin hakkı için ortaya çıkan hareketleri desteklemeliydi; bütün gücüyle bu hak için mücadele etmeliydi ki egemen ulusların geri kalmış halklarının ve de bu geri kalmış ulusların proletaryasının yüzyıllardır biriktirdikleri kötü niyet ve güvensizlik bir an evvel aşılsın.  Ulusların kaderini tayin hakkını beyan etmeden ve uygulamaya koymadan bu amaca ulaşmak mümkün değildi. Dahası, sınıfların ortadan kaldırılması yolunda ilerleyen bir sosyalist toplum için dahi olsa ulusların kendi kaderini tayin sorunu hala gerçekliliğini korur; zira ekonomiye dayanmasına rağmen sosyalizm, hiçbir surette sadece ekonomiden ibaret değildir:

“Ulusal tahakkümün yok edilmesi için sosyalist üretim, zorunlu bir temel yapıdır; ancak bu temel üzerinde demokratik olarak örgütlenmiş bir devlet, demokratik bir ordu, vs.… de gereklidir. Proletarya, kapitalizmi sosyalizme dönüştürerek, ulusal tahakkümü yok etme imkânını da yaratır. Bu imkân, sadece ama sadece bütün alanlarda demokrasinin eksiksiz kurulmasıyla; sınırların “nüfuzun duyguları” doğrultusunda belirlenmesi ve ayrılma özgürlüğünün bütünüyle verilmesiyle gerçeğe dönüşür. Karşılığında, ufak dahi olsa ulusal sürtüşmelerin ve güvensizliğin tamamen yok edilmesi bu temel üzerinde fiiliyata geçer. Ulusların bütünleşmesi yönünde hız kazanan hareket, devletin sönümlenmesiyle nihayete erecektir.”50

Umuyoruz ki bu birkaç örnek üzerinden hukukun sorunlarını devrimci diyalektik bir yaklaşımla incelemek açısından Lenin’in siyasi ve teorik çalışmalarının ne kadar zengin bir malzeme içerdiğini gösterebilmişizdir. Bu az çalışılmış alana yoldaşlarımızın ilgisini çekmekte başarılı olursak, işte o zaman kendimizi görevimizi gerçekleştirmiş sayacağız.

Notlar

  1. V. I. Lenin, Sochinenii, Cilt 12, s. 388.
  2. ibid.
  3. Parti inşasının biçimsel örgütsel sorunlarının yalnızca koşullu ve göreceli bir anlamda yasal sorunlar olarak sınıflandırılabileceği çekincesini koyuyoruz burada elbette. Yine de ilk olarak tüzük, parti faaliyetinin siyasi içeriği için biçimsel olarak aracı bir işlev görmektedir; aynı hukukun dar ve net anlamıyla üretim ilişkileri için bir aracı olarak işlev görmesi gibi. İkincisi, Parti tüzüğümüz artık Sovyet Cumhuriyetler Birliği’nin devlet yapısını oluşturan unsurlardan biridir; bunu kimse inkâr edemez. Bu nedenle işlevsel önemi açısından bakıldığında hukuki içtihat alanına giren bir konu olarak sınıflandırılmayı hak etmektedir.
  4. V. I. Lenin, One Step Forward, Two Steps Back (1904), LCW, Cilt 7, ss. 241-249.
  5. ibid. s. 272.
  6. ibid. ss. 392-393.
  7. ibid. ss. 393-394.
  8. ibid. s. 415.
  9. V. I. Lenin, Sochinenii, Cilt 8, s. 479.
  10. V. I. Lenin, One Step Forward, Two Steps Back (1904), op. cit. s. 275.
  11. ibid. s. 367.
  12. ibid. s. 336.
  13. ibid. s. 386.
  14. ibid. s. 387.
  15. L. Martov, “A State of Siege” (1903), cf. LCW, Cilt 7, s. 360.
  16. V. I. Lenin, One Step Forward, Two Steps Back (1904), op. cit. s. 362.
  17. ibid. s. 363.
  18. ibid. ss. 387-388.
  19. V. I. Lenin, “The Discussion on Self-Determination Summed-Up” (1916), LCW, Cilt 22, s. 321.
  20. ibid. s. 322.
  21. ibid. s. 324.
  22. ibid. s. 327.
  23. V. I. Lenin, “The Right of Nations to Self-Determination” (1914), LCW, Cilt 20, s. 422.
  24. ibid. s. 441.
  25. ibid. s. 410.
  26. V. I. Lenin, “Preliminary Draft Theses on the National and Colonial Questions” op. cit. s.

145.

  1. ibid. s. 147.
  2. ibid. s. 149.
  3. V. I. Lenin, “The Discussion on Self-Determination Summed Up” (1916), op. cit. s. 325

[1] Çevirmenin notu: Rusça adı “Lenin i voprosy prava” olan metin 1925 tarihli Hukuk Devrimi Koleksiyonu’nda yayınlandı (Revoliutsiia prava: Sbornik 1, Kommunisticheskaia akedemiia, Moskova). 1980 yılında Piers Beirne ve Robert Sharlet tarafından derlenen “Pashukanis: Selected Writings on Marxism and Law” adlı kitapta “Lenin and Problems of Law” başlığıyla İngilizce’ye çevrildi (Londra: Academic Press, ss: 132-165). Metin ilk kez İngilizce’den Türkçeye bu kitaptan Onur Karahanoğulları tarafından 2008 yılında çevrilmiş ve Çağımızda Toplum ve Hukuk Dergisi’nin 26 (3) sayısında yer almıştır. Daha sonra aynı metin, 2018 yılında Yordam Yayınları’nın yayınladığı Karahanoğulları’nın Marksizm ve Hukuk: Diyalektik Hukuk Bilimi adlı kitabında yer bulmuştur. Okumakta olduğunuz metin, “Lenin and Problems of Law” başlıklı metnin Piers Beirne ve Robert Sharlet’in kitabından benim tarafımdan yapılan bir diğer çevirisidir. İngilizce metne şu linkten ulaşmak da mümkündür.

Evgeni Paşukanis

Evgeni Bronislavoviç Paşukanis 10 Şubat 1891 tarihinde, Kalinin yakınlarındaki Starica’da, Litvanyalı bir köylü ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Hukuk okudu ve 1912 yılında Bolşevik oldu. Stuçka’nın hukuk danışmanlığını yaptı. 1920 yılında emperyalizm üzerine bir çalışma yayımladı. 1924 yılında ise temel eseri olan Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm’i yayımladı. 1929 yılında, devletin sönümlemesine ilişkin görüşlerini inkar etmek zorunda bırakıldı. Devrim sonrası ortaya çıkan en seçkin hukukçu olarak değerlendirilen Paşukanis, Moskova Hukuk Kurumu’nun yöneticiliğini ve Komünist Akademi’nin başkan yardımcılığını yaptı. Adalet Komiseri Yardımcısı olarak, Başkanı olduğu Komünist Akademi Hukuk Bölümü üzerinde önemli etkisi olan, SSCB için yeni bir ceza kanunu tasarısı hazırladı. Ancak kaybolması, Stalin’in görüşleri için önemli bir engel olan bu ‘‘liberal’’ tasarıyı boşa çıkardı. Devletin sönümlenmesi konusundaki en etkili kuramcı olmayı sürdüren Paşukanis daha Ocak 1937’de, Pravda’da, doktriner nedenlerle şiddetli biçimde saldırıya uğramış ve Nisan’da ‘‘halk düşmanı’’, ‘‘yıkıcı’’ vb. olarak damgalanmıştı. Daha sonra kayboldu.

Bu yazı için gösterilecek etiket bulunmamaktadır.