Türkiye’de ilk işaretlerini 2010’ların sonunda gördüğümüz, fakat ancak 2021’in ikinci yarısında sistematik bir biçimde “yeni model” olarak sunulan iktisadi uygulamalar son 21 ayın ekonomi politikası tartışmalarını büyük ölçüde de biçimlendirdi.
Yüksek istihdam ve ihracat atılımı hedefleyen kararların negatif etkileri değersiz TL ve yüksek enflasyon idi. Muhalif ama hegemonik bir iktisatçılar grubu Merkez Bankası’nın gevşek para politikası ve 2021 sonuna giderken sıkça tekrarlanan döviz şokları nedeniyle bu yönelimi akıldışı olarak ilan etti ve uygulamayı (ortodoksiye aykırı anlamında) günahkar olarak damgaladı.
Erdoğan yönetiminin neferleri ise Türkiye’de çarkların dönmesi ve yüksek büyüme tercihinin olumlu sonuçlar doğuracağını, Türkiye ekonomisinin atılımını devam ettireceğini çoktan ilan etmişlerdi. Hazine ve Maliye Bakanı görev üstlenen Nebati’nin görevi devredene kadar yaptığı neredeyse bütün konuşmalar yan etkilerin geçici olduğunu vurgulamaktaydı.
Gerçek bu iki sunumda da kendisine yer bulamadı. Ne olduğunu kısaca hatırladıktan ve yeni bir model ihtiyacının nesnel ve öznel koşullarını sıraladıktan sonra başlıktaki sorunun cevabını verebiliriz.
Nesnel koşullar
Öncelikle kerberos misali cehennem bekçisi bu ekonomi yöneliminin geniş toplum kesimlerine daha kötü yaşam koşullarını gösterip, uzun çalışma saatleri ve düşük ücrete toplumu razı etme gibi bir özlemi bulunduğunu hatırlayalım.
2018-19 krizi sonrasında bir kez daha açığa çıkan husus Türkiye’nin yüksek dış kaynak girişiyle büyümesinin ani duruşlar ve beklenti değişimleri karşısında aşırı duyarlılık yarattığıydı.
2020’de pandeminin ilk dalgası sırasında Merkez Bankası’nın takas hariç rezervleri sıfırın altına indi. İlk tepkilerden biri (kısa süre sonra) Naci Ağbal’ın göreve getirilmesi idi fakat Ağbal’ın tercihleri bazı öznel koşullarla çelişiyordu. Görevden alınması sonrasında takas ile rezerv erimesine karşın yol alınabildiği daha açık hale geldi.
Düşük faiz ve yüksek istihdam tercihi açıktan dillendirildiğinde ve TL’nin değer kaybına izin verileceği ima edildiğinde, aslında TL’yi savunma kapasitesi pek kalmamıştı. Aynı zamanda 2010’lar sonunda (aralarında Mehmet Şimşek’in de olduğu politika yapıcılarca) dillendirilen yeni Çin olma hevesleri için küresel koşulların uygun olduğu inancı Erdoğan yönetimi dar kadrosunda hakimdi.
Kısacası yeni model olarak sunulan uygulamalar birçok koşulun bir araya gelmesiyle nihai biçimini aldı. 2018-19 krizi ve pandemi belirleyici oldu. Ancak işin bir de sermaye çıkarları tarafı var.
Öznel koşullar
Türkiye’de 2000’lerde borç öncülüğündeki büyüme modeli, 2010’ların başında bir modifikasyon geçirdi. 2010’ların ikinci yarısında ise tamamen yeni bir büyüme modelinin oluşması amaçlı girişimlere şahit olduk.
Bu girişimlerin arkasında esasen 21. yüzyılda palazlanmış ve rekabet güçlerini emek yoğun sektörlerde daha fazla üretimle tarif eden sermaye grupları yer almaktaydı. Söz konusu sermaye gruplarının banka ve büyük ölçekli imalat sanayi gruplarına nazaran çok daha fazla içe bakan, ve fakat dışa açılmaya başlamış gruplardan oluştuğunu ileri sürmek bir abartı olmayacaktır.
Bu gruplar uygun koşullarda kredi kullanıp, kritik ekonomik kararların öncesinde uygun bilgilerle donanmış bulunduklarından yüksek karlarla faaliyetlerine devam edebildiler. 2021 sonunda sunulan modelimsinin arkasında bu grupların isteklerinin, daha kalkınmacı bir kavram setiyle düşünen çeşitli danışmanların kafasındakilerle ve kuru daha fazla kontrol edemeyen ekonomi yönetiminin (2021’de) taşınılan yeni platoyu nasıl bir avantaja çevirebiliriz sorusuna verdikleri cevaplarla birleşmesi yatmaktaydı.
Peki ne oldu?
Son 21 ayda Türkiye 21. yüzyılın en yüksek enflasyon oranlarını kaydetti. Değersiz TL’nin yarattığı avantaja karşın Türkiye ekonomisinin yapısal sorunları daha büyük bir ihracat atılımının önünü kesti. Türkiye’nin yıllıklandırılmış cari açığı, ekonomi yönetiminin aksi yönde propagandasına karşın oldukça yüksek seviyelerde dolanmaya devam etti. Haziran 2023’te açıklanan miktar 2012 yılından bu yana verilmiş en yüksek açığı (12 aylık 57.8 milyar ABD doları) işaret ediyor.
Türk lirası 2022’de değer kaybetmeye devam etti, ancak yüksek enflasyon nedeniyle aslında reel olarak değer kazanmış oldu. TL’nin daha fazla değer kaybına 2023 seçimlerine kadar izin verilmemesi, reel değer kazanımının Mayıs’a kadar uzatılması ve hemen ardından yeni bir kur çalkantısının gelmesinin de yolunu açtı.
Cari açıktaki artış, Türkiye ekonomisinin yapısını doğru okuyamamadan kaynaklı aşırı yüksek enflasyon yaratma gibi başarısızlıklara karşın Türkiye ekonomisi istihdam yaratmaya devam etti. Düşük ücretli ve vasıfsız olarak nitelenebilecek bulunsa da örneğin 2022’de yaklaşık 2 milyonluk istihdam artışı modelin başarısı olarak (Erdoğan yönetimince) görülebilir. Böylece 2022 sonunda toplam istihdamda pandemi öncesi dönem oranı geçilmiş oldu. İşsizlik oranı yüzde 10 bandına çekilerek, yeni model altında az da olsa düşmeye devam etti. Kısaca yeni ekonomi modeli olarak sunulan uygulamalar sadece istihdamı koruma ve artırma bakımından hedeflenileni yaptı.
Yetersiz ücret seviyelerine ve 2016 sonrasındaki bölüşüm şokuna karşın milyonların Erdoğan yönetimi etrafında kümelenmeye devam etmesinin arkasında da bu hedefin tutması yatıyordu. Seçim düzlemine girerken, Erdoğan yönetimi pandeminin emek piyasasında yarattığı şoku aşmış, bunca saldırıya karşın halen biz de ayaktayız, bizim sayemizde siz de ayaktasınız propagandası yapabilecek kıvama geldi.
Yoldan sapma mı, yola devam mı?
Sadece yukarıda sıraladığım göstergeler üzerinden yapılan bir tartışma sınıfsal ve kesimsel dar çıkarların nasıl evrildiğine dair bir tartışmayı dışladığı ölçüde sorunlu kalmaya devam eder. Nesnel koşulların öznel koşullarla nasıl birleştiğine ve kimin neyi hedeflediğine odaklanmamız gerekiyor. Tartışmayı daha sonra derinleştirmek üzere şu ilk gözlemleri paylaşabileceğimi düşünüyorum:
Yeni ekonomi modeli olarak sunulan politikaların önündeki en büyük engel etkisi sınırlı araçlara dayanarak kalkınmacı atılım yapma hevesinin büyük bir dalgalanma yaratmakla kalmayıp Türkiye’de cari açığın finansmanı ve borç çevrimine dair endişeleri de derinleştirmesi. İronik biçimde rezerv yetersizliği bu yeni yönelimin arkasındaki etmenlerden birisi olarak kabul edilebilecekken, dünya alemin bildiği aynı rezerv yetersizliği Türkiye’ye giriş yapacak sermayelerin yeni çalkantılardan çekinmesine yol açıyor.
Mehmet Şimşek’in kademeli faiz artışı beklentisi oluşturma, bankaların menkul kıymet tutma rasyolarında azalma ve çeşitli sermaye gruplarını doğrudan dinleme ile biçimlendirdiği ilk haftalardaki mesaisi 2021-23 uygulamalarının tamamen rafa kalktığını göstermiyor. Yabancı sermaye grupları temsilcilerinin Türkiye’de Merkez Bankası’nın elinin kolunun bağlı olduğuna ilişkin tespitlerine ihtiyaç duymadan, Cumhurbaşkanı’nın yıllardır yaptığı açıklamaları alt alta koymak para politikası üzerinden (ayrıca sermayeyi disipline edici değil de daha dağınık bir teşvik rejimi ve fırsatçılıkla) ekonomik atılım beklentisinin halen baskın olduğunu söylemeyi gereksiniyor.
Şimşek yeniden dahil olduğu takımından apayrı bir düz koşuya başlamadı. Emek yoğun sektörlere istedikleri asgari ücret erimesini, ihracatçılara bekledikleri kuru hediye etmeye uğraşırken, öte yandan atmosferin değişmesi (yeni ortamda kur ve fiyat istikrarının sağlanması) sonrasında işinin kolaylaşacağını düşünüyor, buna heves ediyor olmalı.
Kendi rekabet gücünü devlet teşvikleri, ucuz ve örgütsüz emek gücü ile uygun krediye erişim üzerinden tasavvur eden iktidar blokunun yeni ana unsurları güçlerini korudukça geride bırakılmış görünen ekonomi uygulamalarının sadece kısa bir süre askıya alındığı anlaşılabilir. Bir ihtimal daha var: o da Şimşek’in rüyalarını süsleyebilecek bir uluslararası konjonktür değişimi sayesinde, büyük ölçekli daha orta teknoloji seviyeleri ile üretim yapan sermayelerin çok uygun finansmana erişimi, Türkiye’de yüksek büyümenin yakalandığı koşullarda iktidar blokunda başat konuma oynayan yeni ihracatçıların daha tabi bir konumu sineye çekebilmeleri.
Ancak bu ikinci kategorideki sermaye grupları iktidar bloku içindeki görece rahat konumlarını korumaya devam ederlerse son yıllardaki uygulamalar, tam anlamıyla bir model halini alabilir. Aradan geçen bunca aya karşın halen aynı noktada bulunmak garip, ancak Türkiye’de yeni bir büyüme modelinin ortaya çıkıp çıkmadığı ve 2020-21’de buraya geçiş olup olmadığı sorusuna büyük olasılıkla 2024 yılında yerel seçimler sonrasında (yeni bir plebisit sonrasında) yanıt verebileceğiz.
Bu koşullar altında Mehmet Şimşek, Kemal Derviş’ten ziyade yeni Naci Ağbal olmaya daha yakın. Bir paket olarak 2021 sonunda daha da belirginleşen ekonomi yöneliminin yarattığı çokça soruna karşın daha uzun bir süre varlığını sürdürmesi de mümkün. Nesnel koşullardaki değişim yüksek kaygı yaratıyor, Şimşek’in davetini gerekli kılıyor, ancak bu modelden sapmak için yeterli bir itki sağlayıp sağlamadığı belirgin değil. Üstelik öznel koşullarda (iktidar blokundaki bazı sermayelerin desteğinde) bir değişim bulunmuyor. Muhalif ama hegemonik iktisatçıların Türkiye için akıl dışı uygulamalar olarak resmettikleri, Erdoğan yönetimi ile organik bağı bulunan ya da yeni palazlanmış/palazlanan bazı sermaye grupları için esas destekçi ve akla yatkın duruyor. Onlar da belirsizlikten çekiniyor ve zaman zaman kur seviyelerinden yakınıyor olabilirler, fakat diğerlerine göre daha iyi durumda olup olmayacaklarına, kendi güçlerine ve (gerektiğinde kamusal kaynakları yağmalayarak) rekabet edebilirliklerine bakıyorlar. Türkiye’nin bu yoğun döneminin çözümlemesi için sermayeyi iktisat kitaplarındaki gibi bir toplam, bir şey olarak görmekten vazgeçip, bir ilişki ve var olma hali üzerinden tanımlamak gerekiyor.
Görsel: Turkish lira by Karl Bustamante from Pixabay
Ali Rıza Güngen
Siyaset Bilimci, araştırmacı ve çevirmen. Borç yönetimi, finansallaşma, Türkiye siyaseti, devlet bankaları ve küresel Güney alanlarında araştırmalarda bulunuyor. 2013 yılında Türk Sosyal Bilimler Derneği’nin Genç Sosyal Bilimci ödülüne ve Behice Boran Özel Ödülü’ne layık görüldü. Türkiye'de üniversitelerde çalışması yasaklandığı için Kanada'da okutman ve araştırmacı olarak çalışıyor.