Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

“Yaşamı Üretmek” üzerine Melda Yaman’la söyleşi (*)

Bu içeriği paylaş:

“Çelişkiler derinleştikçe ve kadınların yükü ağırlaştıkça, bu sömürü sistemlerinin kadınlara hiçbir vaadinin olmadığı da daha görünür hale geliyor. Demem o ki, bu ağır koşullar, bizi sermayenin ve ataerkinin de sınırına yaklaştırıyor.”

Kadınların emeğinin, ezilmeleriyle bağlantısı nasıl kurulmalı? Kadınların hane içindeki görünemeyen emeklerini değerli kılacak ve toplumsal yeniden üretimin bir parçası haline getirecek bütüncül bir teori nasıl inşa edilir? Yaşamı Üretmek: Bütüncül bir Feminist Teoriye Doğru bu iki soruya yanıt arıyor. Melda Yaman bir yandan feminist teoriyi geliştirmek için Marksizmden faydalanmak gerektiğinin altını çizerken diğer yandan da Marksizmin tek başına feminist soruları yanıtlamakta yeterli olmayacağını vurguluyor. Bu konular üzerine daha etraflıca düşünmek için Melda Yaman’ın farklı zamanlarda yazdığı yazılardan yola çıkarak ortak birkaç soru etrafında şekillendirdiği yeni kitabı üzerine Çatlak Zemin sitesinden Elif Karaçimen söyleşi (*) gerçekleştirdi.

Kitap senin son beş yıldır bu konuda yazdıklarına dayanıyor ve kendi içerisinde bütünlüğü olan toplumsal yeniden üretimi kavramını hem feminist teoriye kattıklarıyla hem de sınırlılıklarıyla ele alan son derece önemli bir yapıt. Öncelikle Çatlak Zemin adına kitabı bizlerle buluşturduğun için sana teşekkür ediyorum. Yazdıklarının nasıl bir bütünlük oluşturduğuna bakınca sanki farklı zamanlarda yazdıklarını bir araya getirmemişsin de başından itibaren planladığın bir kitabın farklı bölümlerini farklı zamanlarda yazmışsın gibi bir his oluşuyor. Senin de kitapta belirttiğin gibi yazıların bir kısmını önemli ölçüde yeniden yazmış olmanın da belli ki bunda payı var. Yine de uzunca bir süreye dayanan çalışmalarının nasıl böyle bir bütüne evrildiğini biraz açmanı istesem neler söylersin?

Elifcim, ben de sana ve Çatlak Zemin’e çok teşekkür ederim. Ne güzel başladık; bu soruyu yanıtlarken hem kitapta yer alan her bir makalenin hem de bir bütün olarak kitabın esas amacını da yanıtlamaya çalışayım, teşekkür ederim. Şöyle söyleyebilirim; son dönemde kaleme aldığım hemen hemen tüm yazılar, feminist teori ve politika için temel nitelikte olduğunu düşündüğüm birkaç soru çerçevesinde şekillendi. Bu sorulardan ilki kadınların emeğinin, ezilmeleriyle bağlantısını nasıl kuracağımıza ilişkin o temel, uzun soluklu tartışmaya uzanıyor. Bununla bağlantılı bir diğer husus, kadınların hiçbir bağlamda “değer” görmeyen hane içindeki emek etkinliklerini değerli kılıp, toplumsal üretimin bir parçası haline getirecek bütüncül bir teorik yaklaşımın nasıl inşa edileceği meselesi. Buradaki sorunu iki yönlü görüyorum; bir yandan kadınların emek etkinliklerini bir bütünün parçası haline getirmek bir yandan da toplumsal bütünlüğü kadınların hane içi emek sürecini içererek oluşturmak. Bu sorulara yanıt ararken iki teorik birikimden yararlanabileceğimizi düşünüyordum. Biri son yıllarda öne çıkan feminist toplumsal yeniden üretimi yaklaşımı; bu yaklaşım iki soruya da yanıt vermeye çalışan önemli bir açılım sunuyor. Ben de epeydir bu yaklaşımı benimsiyorum; lâkin sınırlılıkları olduğunu da düşünüyorum. Diğeri ise özellikle Marx ile Engels’in inşa ettiği biçimiyle Marksizm. Kuşkusuz Marksizm ile feminizm arasındaki ilişki de on yıllardır tartışılan, çetrefilli bir alan. Hemen şunu da belirtmek isterim ki, toplumsal yeniden üretim yaklaşımı da Marksist bir yaklaşım olma iddiasını taşıyor. Yukarıda sözünü ettiğim soruların yanıtlanmasında Marksist metodolojinin, maddeci ve diyalektik yöntemin yol göstericiliğine ihtiyacımız olduğunu her daim savunuyorum. Bu, beni, Marx’la Engels’in yapıtlarını bu –feminist– gözle de okumaya itiyor. İşte kitapta yer alan makaleler, farklı zamanlarda kaleme alınan, ama bu büyük meselenin birer yönünü ele alan çalışmalardan oluşuyor. Bu nedenle her biri feminist teoriyi geliştirmek için Marksizmden faydalanmayı, Marksist yöntemi feminizmle buluşturmayı öneriyor. Böylece feminizmle Marksizm arasındaki mesafeyi bir nebze olsun kapatmayı hedefliyor. Bununla birlikte yine her biri, Marksizmin tek başına feminist soruları yanıtlamakta yeterli olamayacağının, feminist argümanlara ihtiyacımız olduğunun altını çiziyor. Özetle söyleyebilirim ki bu yazılar, daha yazılırken, ortak birkaç soru etrafında örülmüş, şekillenmişti zaten. Makaleleri bir araya getirirken her birinin üzerinden geçtim, birçoğunu bu bağlamda geliştirmeye, güncel tartışmalarla zenginleştirmeye çalıştım. Umarım birbirini tamamlayan yazılardan oluşan bir derleme ortaya çıkarabilmişimdir.

Kitapta feminist teorisyenlerin yıllardır Marksistlere anlatmaya çalıştığı ama ısrarla yeniden gündeme gelen bazı tartışmalara da yer veriyor ve bu tartışmalara bizzat Marx’ın etnoloji defterlerinde yazdıklarından hareketle cevap veriyorsun. Bu konuda sıkça gündeme gelen konulardan biri Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (Köken) kitabında öne sürdüğü erkek egemenliğinin sınıflı toplum içinde özel mülkiyetin yükselişiyle ortaya çıktığı savı. Bu sava dair görüşlerini bu söyleşinin okuyucuları için de biraz açar mısın?

Engels’in Köken’i, günümüzde, Marksist tartışmalar için olduğu kadar sosyalist feministler için de temel bir yapıt olmayı sürdürüyor. Engels bu çalışmada ailenin kökenine uzanıyor; çağının antropolojik yazınındaki önemli bir tartışmayı, ataerkil aile yapısının tarihini ele alıyor. Aslında kritik bir adım atıyor; ataerkil tekeşli ailenin doğal olmadığını, tarihsel ve “yeni” bir şey olduğunu, hatta erkeklerin elleri ve iradeleriyle kurulduğunu söylüyor. Tekeşli evliliğin hiçbir biçimde kadınlarla erkeklerin uzlaşmasıyla kurulmadığına, tersine, erkeklerin kadınlara boyun eğdirmesi, cinsler arasındaki bir çatışmanın ilanı olarak görülmesi gerektiğine dikkat çekiyor. Buraya kadar gayet iyi. Gelgelelim, ataerkil dönemi önceleyen anaerkil bir dönemi varsayıyor; dahası ataerkil ailenin ortaya çıkışını özel mülkiyetle, sınıflı toplumla açıklıyor. Engels’e göre, hayvancılık ve tarımsal üretime geçişle birlikte erkekler artı ürün üzerindeki denetimi –sürülerin mülkiyetini– ele geçirmeye başlamış, ailede egemen konuma gelmişlerdi. Erkekler miraslarını oğullarına devretmek istediler. Ancak soyun anneye göre düzenlendiği, kadınların egemen olduğu –anaerkil– koşullarda bu mümkün değildi. İki büyük değişiklik gerekliydi: bir yandan baba üzerinden soyun kurulması –anasoyluluğun yıkılması– ve diğer taraftan erkeklerin mirasının sadece oğullarına devredilmesinin sağlanması –anasoylu miras kanununun yıkılması–. Bu, anaerkilliğin kaldırılması anlamına geliyordu. Sonuç olarak, erkekler, erkek üzerinden soyu ve baba tarafından miras yasasını sağlayan bir evlilik biçimi olan ataerkil tek eşli aileyi icat etti. Sözün özü Engels, özel mülkiyete geçiş, erkek egemenliğini de yarattı, diyor.

Bu görüş, dünya genelinde sol-sosyalist çevrelerde benimsenen bir görüş olmayı sürdürüyor. Özel mülkiyet erkek egemenliğinin nedeniyse, özel mülkiyeti kaldırmak, yani kapitalizmin ilgası, erkek egemenliğini de kendiliğinden ortadan kaldıracaktır, deniyor. Bu bakış, bir yandan kadınların kurtuluşunu geleceğe havale ederek, bugünkü mücadelenin, aslına bakarsan bizzat “feminist mücadelenin” gereksiz olduğunu söylemiş oluyor. Öbür yandan, kadınları ezenin esas olarak erkekler olduğu, erkeklerin bundan çıkarı olduğu gerçeğini hasıraltı ediyor.

Lâkin Engels’in argümanları antropolojik bulgularla desteklenmiyor; us yürütmesi de birçok sorun barındırıyor; feminist araştırmacılar bu sorunlara dikkat çekiyorlar. Özellikle belirtmek gerekir ki şimdiye dek anaerkil döneme ilişkin bir bulguya rastlanmadı. Ayrıca Engels, açıklaması gerekeni verili almış görünüyor; zira eşitlikçi bir toplumda zenginliği, özellikle de kadınların emek alanı olan tarımsal üretimdeki zenginliği ellerinde toplayabilmesi için, erkeklerin hâlihazırda iktidarı ele geçirmiş olması gerekirdi.

Son olarak bir de şu hususa dikkat çekmek isterim; Engels Köken’de, aile içindeki kölelik ilişkisi, kadınların cinsellikleri üzerindeki eril denetim, erkeklerin çok eşliliği gibi kadınların ezilmesiyle bağlantılı pek çok konuya değiniyor. Verdiği yanıtlar eksik / hatalı olsa da erkeklerin ve ailenin kadınları köleleştirdiğine, kadınların kurtuluşunun aile ilişkilerinden ve hane içindeki işlerden özgürleşmelerini gerektirdiğine dikkat çekiyor ve kadınlar için de özgür aşkı / özgür cinselliği savunuyor. Gelgelelim bu konular sosyalistler / Marksistler arasında bugüne dek pek ilgi çekmemiş görünüyor.

Senin antropolojiye çok meraklı olduğunu ve kendi yazılarında da antropolojik çalışmalardan sıkça faydalandığını biliyorum. Kitapta da dönemin antropoloji çalışmalarının Marx’ın düşüncesine kadın erkek ilişkileri bağlamında yansımalarından bahsediyorsun. Ayrıca kadın erkek ilişkisindeki eşitsizliğin toplumsal mücadelenin bir sonucu olduğunu ve komünal toplumlarda filizlendiğini anlatıyorsun. Bu kısmı biraz açar mısın?

Marx yaşamının son yıllarında döneminin başlıca antropoloji yapıtlarına odaklanmıştı: Morgan, Phear, Lubbock, Maine vs. Bu yapıtlarda anlatılan, kadınlarla erkeklerin eşitlikçi ilişkiler içinde olduğu toplumlardan epeyce etkilenmişti. Morgan’ın anlattığı İrokualar’da kadınların özgürlüğünün ve toplumsal hayata katılma düzeyinin herhangi bir “uygarlaşmış” toplumda kadınların sahip olduğundan fersah fersah ileride olmasına hayran kalmıştı örneğin. Böylece Marx, etnoloji incelemelerinde, ilk yapıtlarındaki fikirlerine, özellikle de kadınların ezilmesi meselesine döndü. Christine Ward Gailey’nin sözleriyle bu bir “diyalektik dönüş” olarak görülmeli. Marx, şimdi sadece kadınların ezilmesini incelemekle kalmıyor, kadınların özgürleşmelerine ilişkin de düşüncelerini dile getiriyordu. Erken dönem yapıtlarında alıntıladığı Fransız ütopik sosyalist Fourier’ye tekrar atıf yapması bu bakımdan ilginç. Dahası şimdi Marx, toplumsal dönüşümleri kadınlara ve aile ilişkilerine etkisi ile birlikte düşünüyordu.

O dönemin önemli tartışmalarından biri ailenin tarihsel kökenine ilişkin tartışmaydı. Önceki soruda özetlemeye çalıştığım gibi, Engels ilk aile biçiminin anaerkil aile olduğu tezini benimsemiş, özel mülkiyete geçişle ataerkil ailenin kurulduğunu öne sürmüştü. Gelgelelim Marx’ın etnoloji defterlerinde anaerkil döneme ilişkin açık bir ifade yer almıyor. Üstelik Marx, erkek egemenliğinin ortaya çıkışını tek başına özel mülkiyetle açıklamıyor; komünal toplumlardaki dönüşümü, toplumun kendi iç çelişkileriyle açıklamaya çalışıyor. Marx’a göre kadınların baskılanması ve erkek egemenliğinin kökenleri tek başına özel mülkiyetle değil, özel mülkiyete giden koşulları hazırlayan toplumsal çelişkilerde aranmalıdır.

Ataerkinin kökeni özel mülkiyetle açıklanamıyorsa, demek ki özel mülkiyetin kaldırılması da ataerkiyi otomatik olarak ortadan kaldıramaz. Bu durumda kapitalizmin ortadan kaldırılması kadınların kurtuluşunu garanti etmez. Diğer bir deyişle, kadınların kurtuluşu için kapitalizmin ortadan kaldırılması gerekli bir koşuldur ama yeterli değildir. Bu nedenle, kadınların kurtuluşu, yalnızca kapitalizme karşı değil, aynı zamanda ataerkiye karşı da mücadeleyi gerektirir, diyoruz.

Yakın zamanda Dunayevskaya’nın Rosa Luxemburg, Kadınların Kurtuluşu ve Marx’ın Devrim Felsefesi isimli kitabını Türkçeye kazandırdın. Bu soru vesilesiyle hem o kitabı hem de o kitapla ilgili Çatlak Zemin’de yer alan bir söyleşin olduğunu da okurlara hatırlatmış olalım. Kitabında Dunayevskaya’ya atıfla Marx’ın etnolojiye olan ilgisinin mevcut toplumun köklerinden sökülmesinin ne kadar bütünsel olması gerektiği ile ilgili olduğunu söylüyorsun. Dunayesvkaya’nın bu bütünsellik ile neyi kastettiğine ve bunun nasıl bir devrim anlayışına karşılık geldiğine dair neler söylemek istersin?

Dunayevskaya Marx’ın Etnoloji Defterleri’ni çok önemsiyor. Bunun başlıca iki nedeni olduğunu söyleyebiliriz. Biri Marx’ın ilgisini ilk toplumlara yöneltmiş olması ve eşitsizliğin / toplumsal katmanlaşmanın kökenlerini araştırmaya yönelmesi; öbürüyse Dunayevska’nın bu defterlerde, Marx’ın erken dönem yapıtlarında, özellikle 1844 Elyazmaları’nda ortaya koyduğu tarihsel-felsefi kadın-erkek kavrayışına yepyeni bir “ışık tuttuğunu” düşünmesi.

Antropoloji okumalarının Marx’ın düşüncesine etkisi, kişisel servet peşinde koşmayan, kolektif mülkiyete dayalı toplumlara ilişkin bir model sağlamasıydı. Bu toplumlar sadece özel mülkiyet biçimindeki mülkiyetin geçiciliğine değil, Marx’ın Komünist Manifesto gibi erken dönem yapıtlarında ele aldığı tek eşli ailenin ve devletin tarihsel ve geçici olduğuna ilişkin düşüncesine de maddi bir temel sunmuştu. Marx, özellikle Morgan’ın çalışmasının ilk komünal toplumlardaki sosyalist eğilimin tohumuna işaret ettiğini vurgulamıştı.

Marx’ın bu eşitlikçi ilişkilerin eşitsiz ilişkilere nasıl evrildiğini, bu dönüşümün diyalektiğini kavramaya çalıştığı söyleyebiliriz. Toplumsal rütbelerin oluşumu, şefin toplumla ilişkisi, kastlaşma, ataerkil aile yapısı ve erkeklerin egemen hale gelişi, bu sürecin ürünleriydi. Her biri, toplumsal eşitsizliğin bir veçhesi, bir bileşeni idi. O halde, eşitlikçi bir toplum inşası, tüm bu eşitsizliklerle mücadele etmeyi, tüm bu eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasını gerektiriyordu. İşte Dunayevskaya’nın, “mevcut toplumun köklerinden sökülmesi bütünsel olmalı” dediği, bu çok yönlü, çok katmanlı dönüşüme karşılık geliyor: Kapitalizmin, burjuva sınıfının yanı sıra devletin, ailenin, erkek egemenliğinin, etnik kökene dayalı eşitsizliklerin, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin … yani demem o ki her türlü toplumsal eşitsizliğin ortadan kaldırılması gerekiyor.

Mevcut toplumun köklerinden sökülmesi aynı zamanda yeni bir toplum, yeni bir insan, yeni insan ilişkileri kurmak demek. Buradaki kritik mesele de eşitlikçi yahut komünist / sosyalist bir toplumun, tüm kadınların, tüm erkeklerin, tüm LGBTİ+’ların insan potansiyellerini geliştirebildiği, toplumsal kaynaklara ve zenginliklere eşit biçimde erişebildiği, birbirleriyle sömürü / tahakküm / iktidar ilişkileri barındırmayan eşitlikçi ilişkiler kurduğu bir toplum anlamına geliyor olması.

Kitabın içinde kafa açıcı ve çarpıcı pek çok argümanın var. Hepsinden söyleşi içinde bahsetmek mümkün değil elbette ama yine de bazılarının üzerine konuşmak isterim ki geri kalanı için okuyucuda bir merak uyansın. Örneğin Marxism & Sciences dergisi için kaleme aldığın bir makalenden hareketle yazdığın bölümde Marx ve Engels’te toplumsal yeniden üretim yaklaşımının kökenlerini, kullandıkları Verkehr kavramına atıfla ele alıyor ve bu kavramın toplumsal yeniden üretim teorisinin kalbinde olduğunu söylüyorsun. Bu kavramın öneminden ve toplumsal yeniden üretim ile bağından biraz bahsedebilir misin?

Toplumsal yeniden üretim yaklaşımının köklerinin Marx ile Engels’in 1845-46’da kaleme aldığı, ancak yayımlayamadığı Alman İdeolojisi olarak adlandırdığımız çalışmaya uzandığını görüyoruz. Alman İdeolojisi’nin kitap boyunca da temel kaynaklardan biri olduğunu söyleyebilirim. Marx ile Engels bu yapıtta insanın üretimini ve yeniden üretimini tarihin bir momenti olarak toplumsal bütüne dâhil etmişlerdi. İnsanlar ihtiyaç maddelerini üretirken kendilerini ve birbirlerini de üretirler, demişlerdi. Marx ile Engels, insanların bu üretim süreçlerini birbirleriyle olan ilişkileri/etkileşimleri (Verkehr) aracılığıyla ve belirli bir işbölümü altında gerçekleştirdiğini vurguladılar. Verkehr, genel olarak ilişki / etkileşim, anlamına geliyor. Sözcük Almancada ticaret, trafik, ilişki, etkileşim anlamlarında kullanılıyor. Lâkin burada daha geniş bir anlam zenginliğine atıfta bulunuyor. Ayrıca bunun Alman İdeolojisi’ne özgü bir terim / kavram olduğunu belirtmek gerek; hatta bu çalışmanın merkezi bir nosyonu olduğu söylenebilir. Lâkin bu kavram Marksist / sosyalist feminist yazında, görebildiğim kadarıyla, hiç tartışılmadı. Marksist yazında ise yalnızca birkaç araştırmacı bu terime atıfta bulundu; ne var ki bu atıflar toplumsal yeniden üretim bağlamında değildir. Oysa “Verkehr”, geniş bir etkileşim alanına, toplumsal ilişkiler bütününe işaret ediyor. Alman İdeolojisi’ndeki bağlamı düşünürsek, terimin üretim ve ticari ilişkilerin yanı sıra toplumsal ve ailevi ilişkiler de dâhil olmak üzere geniş bir ilişki kavrayışını ifade ettiğini söylemek gerek: toplumsal işbölümü, cinsiyetçi işbölümü, kolektif emek süreçleri, çocuk bakımı veya yaşlı bakımı gibi yeniden üretim süreçleriyle ilişkili temel toplumsal ilişkiler.

Toplumsal yeniden üretim yaklaşımı da toplumsal üretimi, meta üretimi ile sınırlamadan, insanın üretimi ve yeniden üretimi süreçlerini de içerecek biçimde genişletiyor. Bu çerçevede, kadınların hane içi emeği, hane, aile, toplumsal bağlar, kadın erkek ilişkileri, toplumsal bütünün parçaları olarak yeniden öne çıkıyor. Benzer biçimde Verkehr kavramı ile kadınların toplumsal yeniden üretim etkinliklerini, sınıfsal ilişkilerin yanı sıra kadın erkek ilişkileri ve aile / haneyi de dâhil ederek, daha geniş bir evrende ele almak olanaklı hale geliyor. Ayrıca terim, “annelik”, “aile”, “sevgi/ aşk” gibi birçok ataerkil norm ve bağın tartışılmasına zemin hazırlıyor, zira kadınların emek etkinlikleri, yani yeniden üretim –yaşamı üreten– faaliyetleri, bu toplumsal bağlarla, aile / hane ilişkileri içerisinde, aşk / sevgi gibi duygularla, annelik / karılık gibi “görevlerle” yürüyor. Bu bağlar ve konumlar, bu işleri kadınlara yüklemenin başlıca aracı; böylece erkek egemenliğini yeniden üreten mekanizmalar olarak da görülebilir.

Bu nedenle, toplumsal yeniden üretim yaklaşımıyla savunulan toplumsal ilişkiler evreni, Verkehr kavramında içeriliyor; diğer bir deyişle, Verkehr toplumsal yeniden üretim anlayışının kalbinde yer alıyor, diye düşünüyorum.

Kitabı pandeminin kadın erkek arasındaki eşitsiz ilişkiyi nasıl derinleştirdiğini ve kadınların yaşamın üreticileri olduğunu bir kez daha gözler önüne serdiğini anlatarak açıyorsun. Diğer yandan kitapta tüm bu anlatıların sadece varolan ve derinleşen eşitsizliği tarif etmekle sınırlı kalmayıp bunlarla nasıl mücadele edileceğine dair de yol gösterici olduğuna dikkat çekiyorsun. Çatlak Zemin okuyucuları için de kadınların ataerkil düzenin dayattığı bu derinleşen eşitsizlik sürecinden nasıl çıkabileceğine dair görüşlerini paylaşır mısın?

Pandemi tüm dünya halklarını yaşamla ölüm sınırına epeyce yaklaştırdı. Bu zor günler, gündelik hayat uğraşı içerisinde unuttuğumuz şeyi, en kıymetli şeyin yaşamın kendisi olduğunu hatırlattı bize. Bu ağır koşullarda esas iş ve bakım yükünün kadınlara yüklendiğine de tanıklık ettik. Sadece fiili iş yükü değil, kadınların omuzlarındaki duygusal yük de hayli ağırlaştı. Buna karşılık şunu da gördük; sermayenin tek bir derdi, tek bir motivasyonu var: kâr. Aşının da ortaya koyduğu gibi, böylesi ağır bir dönemde bile dünya genelinde kolektif bir bilimsel araştırma yapılamıyor, kolektif bilgi birikiminin ürünü olan aşı, insanların ihtiyacını karşılamak üzere kamusal mala dönüştürülemiyor.

Pandemi koşulları tamamen ortadan kalkmamışken ağır bir ekonomik krizin içinde bulduk kendimizi. Tabi ki sadece ekonomik bir krizden söz etmek olanaklı değil; güvencesiz işten düşük ücretlere, kreş sorunundan yaşlı bakımına, eğitimin niteliksizleşmesinden sağlık sistemindeki problemlere, ekolojik sorunlardan kadınlara ve LGBTİ+’lara yönelik artan şiddete, otoriter yönetimlerden muhafazakâr politikalara uzanan çoklu bir kriz içerisinden geçiyoruz.

Bu koşullar, aynı zamanda, bizi sermayenin ve erkek egemenliğinin tüm çelişkileriyle, kadınların emekleri ve bedenleri üzerinde kurulan tüm tahakküm biçimleriyle karşı karşıya da getiriyor. Çelişkiler derinleştikçe ve kadınların yükü ağırlaştıkça, bu sömürü sistemlerinin kadınlara hiçbir vaadinin olmadığı da daha görünür hale geliyor. Demem o ki, bu ağır koşullar, bizi sermayenin ve ataerkinin de sınırına yaklaştırıyor.

Bu koşullardan çıkışın öyle kolay olmadığını hepimiz biliyoruz. Ama sanırım hepimiz aynı zamanda kadınların gücüne de inanıyoruz. Bu güçle hem erkek egemenliğine hem de sermayenin egemenliğine karşı mücadeleyi ilmek ilmek örmek gerekiyor. Bunun için teori ile pratiğin birliğine ihtiyacımız var. Teoriyle pratiği birbirinden ayrık süreçler olarak değil, birbirinin içinden geçen, birbirini koşullayan süreçler olarak, aralarındaki diyalektik ilişkiyle kavramaya ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

Bir de şunu eklemek isterim; sanırım hepimiz bugün, bağımsız feminist bir örgüte belki de hiç olmadığı kadar çok ihtiyaç duyuyoruz.

Söyleşiyi bitirmeden önce bu kitap başka bir çalışmaya evrilecek mi ya da aklında yeni bir çalışma alanı var mı diye sormak istiyorum. Tekrar bu zihin açıcı kitabı bizlerle buluşturduğun için teşekkür ediyorum ve kitabın okurunun bol olmasını diliyorum.

Bu kitapta dile getirilenler bu zamana kadar yapılan feminist araştırmaların, tartışmaların ve feminist mücadelenin, yani kolektif aklın bir ürünü. Bu kitapla kolektif bilgi birikimine ufacık da olsa bir katkı koyabildiysem ne mutlu bana. Ama kuşkusuz her bir başlık, her bir argüman eksik; geliştirilmeyi ve tamamlanmayı bekliyor. Kitabın yeni sorulara, yeni tartışmalara, yeni araştırmalara vesile olabilmesi en büyük arzum, en güçlü motivasyonum oldu. Ben bu konularda düşünmeye devam edeceğim; birlikte düşünerek, uzun soluklu tartışmalar yaparak, birlikte yürüyerek yol alabileceğimize olan inancım hiç eksilmedi, aksine giderek güçleniyor.

Bu söyleşi için esas ben size teşekkür ederim; bu ufuk açıcı sorularla ben de bir kez daha kitabı bir bütünlük içinde düşünme fırsatı yakalamış oldum. Sağ olun, var olun.

(*) Melda Yaman’ın Dipnot Yayınlarından çıkan Yaşamı Üretmek: Bütüncül Bir Feminist Teoriye Doğru adlı yapıtı üzerine Çatlak Zemin sitesinde Elif Karaçimen tarafından yapılan söyleşiyi paylaşıyoruz. Çatlak Zemin sitesine ve Elif Karaçimen‘e izinleri için teşekkür ederiz.

Melda Yaman

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde öğretim üyesidir. Kadın emeği, politik ekonomi ve kapitalist krizler üzerine çalışmaktadır. Kitaplarından bazıları şunlardır: Grundrisse'den Kapital'e Patikalar (Öztürk Öztürk ve Özgür Narin ile), Metaların Kerameti (Öztürk Öztürk ile), Tütün: Reji’den TEKEL’e TEKEL’den Bugüne (N. E. Keskin ile), Yaşamı Üretmek: Bütüncül Bir Feminist Teoriye Doğru.

Bu yazı için gösterilecek etiket bulunmamaktadır.