Yerel seçimlere iki aydan az bir zaman kaldı. Görebildiğim kadarıyla geçen seçimlere oranla sosyalistlerin seçimlerin anlam ve önemi üzerine siyasal analizleri yok denecek kadar az. Oysa sosyalistler en küçük kampanyalarının bile anlam ve önemi hakkında iddialı analizler yapma kültürüne sahiptirler. Tüm sosyalist yapıların yerel seçimlere dair çeşitli planları veya en azından niyetleri olmasına karşın siyasal değerlendirmelerden bu kadar uzak durulması neyle açıklanabilir?
Seçimlerden sonra çok sayıda siyasal analizin yapılacağından kuşku yoktur. Ancak kanımca seçimlerden önce yapılacak analizler daha değerli olacaktır. Zira Mayıs 2023 seçimlerinin değerlendirmelerinden bu seçimlere pek sonuç çıkarılamadığından olacak ki iki aydan az bir zaman kalmasına rağmen sosyalistlerin plan, program ve taktikleri hala oldukça şekilsiz.
Denilebilir ki “bu duruma şaşıracak ne var, geçmişteki bir çok yerel seçimde benzer manzaralar yaşandı, sosyalistler gerek seçimlerde gerekse de başka konularda ayrı pratikler ortaya koydular, ortada olağan dışı bir durum yok”. Doğrudur, ancak ülkede olağanüstü bir durum var. Uzunca bir zamandır, iktidarın tüm muhalefet kesimlerine yönelik olarak arttırdığı faşist baskılar sistematikleşerek kurumsal hale, devlet politikası haline geliyor. Can Atalay’ın milletvekilliğinin (hukuken bir “düşme” olup olmadığı tartışılmaya devam etse de fiilen) apar topar düşürülmesi devletin anayasal işleyişinin dışına çıkılma kapısının ardına kadar açıldığının ilanıdır. Daha önce HDP belediyelerine -seçme ve seçilme hakkına ve hukuka aykırılığına karşın yasal yetki ve kılıflar uydurularak devlet politikası haline getirilen- kayyum uygulaması bir üst seviyeye sıçratılmış, kayyum siyaseti parlamentoyu da içine alacak şekilde genişletilmiştir ve topyekun bir devlet politikası haline getirilmekte olduğu ortadadır.
Rejimin bu haline ne ad verilmelidir?
Aşağı yukarı 2017-18`den bu yana sosyalist örgütler adına yazıp çizenler ve aydınlar siyasal iktidarın yapısını faşizmin çeşitli adlandırmalarıyla tanımladılar. Bu adlandırmaların sivri ucu değişik süreçlerle de tanımlansa bir faşist diktatörlüğü işaret ediyordu. Ancak soldaki bu “süreç olarak faşizm” tasvirleri “Zenon Paradoksunu” andırır hale gelmiş durumda. Tam faşist bir iktidar olması için önce yolun yarısını gitmesi lazım, sonra kalan yarısını, sonra kalan yarısını…hatta ilk yarının da önce yarısını gitmeli… böylece faşizm ya hedefe hiç varamaz ya da hiç yola çıkamaz duruma gelir. Oysa Erdoğan her defasında koyduğu yeni hedeflere ulaşarak ilerliyor.
Böyle bir durumda yapılması gereken şey faşizmin süreci, unsurları, karakteri, taktiklerinin vs. vs. saptanıp, faşizme karşı bir mücadele stratejisi ve taktikleri oluşturmaktır. Genel ve yerel seçimleri de “nispi demokrasi” koşullarına göre değil, faşizm koşullarına göre ele almaktır.
Tersi yaklaşımın “demokratik” sonuçlar üretmediğini, giderek rejimi daha fazla tahkim ettiğini yaşayarak deneyimliyoruz. Buradan seçimlerin boykot edilmesi değil, seçimlerin anti-faşist bir stratejinin içine yerleştirildiğinde işlevli olabileceği anlaşılmalıdır. Toplumun geniş anti-faşist kesimleri de ancak eylemleri, taktikleri, ittifakları belli bir anti-faşist program ortaya konarak düzen içi siyasal alternatiflerin çıkmaz sokağından çıkartılabilir.
Sosyalistler yerel seçimlerden ne bekliyor?
Her ne kadar doğru olanı ortaya koymaya tek başına yetmese de yine Zenon’ya, onun temellerini attığı “olmayana ergi” yöntemine başvuracağız: Var olanların yanlış olduğunu ortaya koyarak olması gerekenlerin neler olması gerektiğini tartışmaya açmaya çalışalım.
Yaklaşık iki ay sonra günümüz faşizmi koşullarında yapılacak yerel seçimlerden demokrasi, emek, sosyalizm adına ne tür hedefler konulduğu muğlaklığını korumaktadır. Zira, DEM Parti’nin kazanacağı belediyelere kayyum atanacağı artık genel kabul halini almasına rağmen kayyum politikasının nasıl boşa çıkartılacağı belirsizdir. Can Atalay olayı da göstermiştir ki kayyum politikası “Batı”ya da uygulanacaktır. Seçim hileleri de cabası.
Bu koşullarda gerçekleştirilecek yerel seçimlere dair sosyalistlerin politik hedefi ne olmalıdır? “Demokratik-ekolojik-kadın özgürlükçü belediyecilik” veya “sosyalist belediyecilik” örnekleri mi sergilenecek, yeni Fatsalar mı yaratılacak yoksa faşizme karşı mücadelenin yerel mevzileri haline mi dönüştürülecek? (Ve her bir seçeneğin yanıtlaması gereken soru; nasıl?). Kürtlerin, Alevilerin, işçi-emekçilerin, sol-seküler-demokrat kitlelerin, kadınların bu dönemdeki beklentisi bunlara dair midir? Şimdi bu sorular eşliğinde CHP, DEM Parti, TİP, TKP ve diğer sosyalist ittifak adaylıklarını konuşabiliriz.
Önce bir parantez açalım. Her dönem bugün DEM Parti adını alan siyasal geleneğin AKP ile anlaştığı kabuslarını gören veya “Kürtlerin?” AKP ile anlaşarak “rahata ereceğini düşünen” kimi kesimlerin kaçırdığı şey şudur: Birincisi, Kürtlerin bir seçimlik hamleyle rahata ermesi mümkün değildir, zira rahatsızlık çok büyük. İkincisi, “Kürtlere faşizm, Türklere demokrasi” olmadı “Türklere faşizm Kürtlere demokrasi” hiç olmaz, bunu da en iyi Kürt Siyasal Hareketi bilir. Üçüncüsü, Kürt siyaseti her seçimde CHP’yi desteklemek zorunda değildir, desteği kendileri açısından pozitif bir politik bir sonuca neden oluyorsa destekler, yoksa neden desteklesin? Parantezi kapatalım.
Bu yerel seçimlerde özellikle İstanbul’da DEM Parti CHP’yi desteklemezse veya güçlü bir aday çıkartırsa AKP İstanbul’u büyük olasılıkla alır. “AKP’nin İstanbul’u kazanmasının basitçe öngörülebilir iki sonucu vardır: Erdoğan iktidarını daha da güçlendirecek yeni bir anayasa yapma imkanına kavuşabilir ve faşizmin kitle tabanı yaratması açısından kritik rolü olan tarikatların imkanları artar. Bu nedenle DEM Parti CHP’yi desteklemeli” denebilir. Fakat CHP, Kürt hareketinin genel seçimdeki güçlü desteğini bir “siyasal sonuca” dönüştüremediği gibi AKP tehdidini de kendi siyasal “konformizminin (uymacılığının)” bir gerekçesine dönüştürmüş gözüküyor. Diğer yandan etkili bir muhalefet yaratacağına dair hiçbir belirti göstermemesi, kendi içinde belediye başkanlık koltuğu çekişmelerine gömülmüş olması gerçeği bir yana kendi dışındaki muhalif potansiyelleri de pasifleştirmektedir. “Öyleyse DEM Parti Batıda da seçimlere ayrı girip oylarını konsolide etmeli ve tabandaki rahatsızlığı gidermelidir” denebilir ama sonuçların tabandaki rahatsızlığı veya kaygıları gidermesi pek muhtemel görünmüyor. Zira AKP-MHP iktidarı sürdükçe Kürt Halkının kaygılarının süreceği açıktır. Diğer yandan Kürt Siyasal Hareketinin bırakın tüm muhalefet potansiyelini harekete geçirmekte yetersiz kalmasını, (kuşkusuz ağır baskılara maruz kalması nedeniyle de) Kürt Halkının demokratik potansiyelini de etkili bir muhalefete dönüştürme konusunda ciddi bir zayıflık yaşadığı bir gerçek.
Sosyalist örgütlerin hedefiyse, “çok sınırlı da olsa kazanabilecekleri yerlerden aday çıkartmak ve anlayışlarını hayata geçirmek olmalı, kimi yerlerde ise kazanamasalar da oylarını muhtemelen bindelik oranlarda da olsa arttırmak olmalı” denebilir ama anti-faşist kitlelerin bugünkü beklentisi bunlar mıdır? Kadıköy, Defne, Samandağ, Dersim gibi yerlerde ise sol solla rekabet ederek propaganda yürütecek! (Homo homini lupus est sözüyle oynarsak sol solun kurdu mudur)? Elbette farklı sosyalist gruplar farklı programlara, strateji veya taktiklere sahip oldukları için binbir emekle ayrı örgütlenmeler yaratmışlardır. Ancak hepsinin de köklü bir anti-faşist damarı olduğunu biliyoruz. Faşizm koşullarında (üniversiteli farklı gençlik örgütlerinin faşist saldırılar karşısında hızla bir araya geldiklerine benzer şekilde) sosyalistlerin anti-faşist kitlelere güven veren, faşizme karşı ortak bir mücadele, direniş programı oluşturması gerekmez mi? ‘Olağan’ koşullarda anlamlı olabilecek birbirlerine göre aldıkları oy oranlarının, faşizme karşı direniş açısından ne tür bir anlamı olabilir. Sosyalistlerin toplumdaki etkisinin ve potansiyelinin oy oranlarının çok ötesinde olduğunu biliyoruz. Kürt Siyasal Hareketi de biliyor ki küçük grupları dahi ittifaklara dahil etmeyi önemsiyor. Siyasal iktidar da biliyor olacak ki en küçük eyleme birkaç katı polis gücüyle müdahale ediyor.
Görünen o ki siyaseti seçim taktikleri dairesinde tuttuğumuz sürece umut veren bir çıkış yok. Eksik bir şey var ve var olmayanın ne olduğu üzerine düşünmek lazım.
Umut yerini kaygıya bırakmışken ne yapmalı?
Demirtaş’ın 2015 seçimlerinde “seni başkan yaptırmayacağız” sloganıyla anti-faşist kitleleri AKP’ye kaybettirme hedefinde ortaklaştıran çıkışıyla ortaya konan siyaset, 2019 yerel, 2023 genel seçimlerinde muhalif kitlelerde AKP’ye kaybettirilebileceği, diktatörlüğün engellenebileceği umudu yaratmıştı. Bugün ise muhalif kitlelerde AKP’nin kazanacağı, diktatörlüğün güçleneceği kaygısı hakim. Umut yerini kaygıya bırakmış durumda. AKP karşıtlığının semeresini epey yiyen CHP’nin artık umut yaratamadığı ortada. DEM Parti yaratabiliyor mu? Kayyum siyasetini çöpe atacak bir plan ortaya koymadan umut yaratabilir mi? Sosyalistlerin alternatif yaratmaya soyunması gerekmez mi?
Peki sosyalistlerin hedefi nedir, oy oranları mı, belediyecilik modelleri mi? Oysa anti-faşist kitleleri umutlandıracak tek şey, faşizmi akamete uğratacak bir mücadele imkanının ortaya konmasıdır. Toplumda bu imkanı sunacak anti-faşist potansiyelin var olduğunu yıllardır (en azından Gezi’den bu yana) Erdoğan’ın siyasal hedeflerine boyun eğmeyen milyonlardan biliyoruz. Düzen içi muhalefetin başarısız ve ilkesiz siyasetine rağmen geri adım atmayan, direnmeye çalışan toplumun yarısını oluşturan kitlenin farklı siyasal öncelikleri de olsa, birleştirici ana unsur (özetle) bir diktatörlük altında yaşamak istememeleridir. Yalnızca seçimler yoluyla gerçekleştirilemeyeceği kitleler nezdinde de açığa çıkmış bu amaca dönük sosyalistlerin alternatif bir güç odağı olarak meydana çıkma gereği kendini dayatıyor. Bu momentte sosyalistlerin siyasal iktidara karşı ortak mücadele için birleşmeleri dışında, toplum nezdinde güvenilir bir alternatif olma şansları görünmemektedir. Yine bu momentte ‘farklılıklarını’ ve bu farklılıklara dayalı birbirlerine güvensizliği öne çıkaran sosyalistlere, halkın güvenmesi için bir neden olmasa gerektir. Seçimlerin çözüm getirmediğini halkın mücadeleye girişmesi gerektiğine dair seslenişlerin kaybolduğu boşluk, önderlik güveni verecek bir organizasyon boşluğudur.
Bunun yolu da rejimin adını koymaktan ve faşizme karşı ortak mücadele programı hayata geçirmekten, bir duvar yazısında dediği gibi “umutsuzluğa kapılma devrimciler var” diyebilmekten geçiyor. Bu yapılamadığında Zenon Paradoksunun ikinci önermesine saplanıyoruz: Yolun ilk yarısını gitmek için önce ilk yarının yarısını, ondan da önce onun ilk yarısını… gitmek gerekir ki sonuç olarak yola hiç çıkılamaz. Geri adım atmıyor olabiliriz ama aslolan hedefe doğru bir adım atmaktır, bunun için de bir somut hedefe ihtiyaç var.
Samut Karabulut
Yıldız Teknik Üniversitesi'de okudu, Gençlik Hareketi içinde yer aldı. Üniversite sonrasında yoksul mahallelerde çalışmalar yürüttü. Halkevleri'nde yöneticilik yaptı. Örgütlenmesinde yeraldığı siyasal kitle eylemlerinden dolayı çok sayıda tutuklama ve soruşturmaya uğradı. Halen Halkevleri'nde çalışmalarını sürdürmektedir.