Sermayenin iktidardaki parti AKP eliyle yirmi yılı aşkındır alenen ve topyekûn yürüttüğü neoliberal belediyecilik pratiği, sözün özü kentsel mekânın yağmalanması ve doğal varlıkların talanı, ülkemizin kentleri ve coğrafyası üzerinde şiddetli etkiler ve ağır hasarlar bıraktı. Geçen yıl yapılan genel seçimin geniş muhalif tabandaki umutları aşındıran sonuçlarına dair tartışmalar sıcaklığını hâlâ korurken, siyaset konuşan masaların gündemine kentlerin kaderini değiştirecek ihtimaller barındıran yerel seçim süreci de eklendi. Gezi Direnişi ile birlikte söylem ve eylem mecraları genişleyen toplumsal mücadele güçlerinin Kanal İstanbul projesine karşı inşa ettikleri savunma hattının da desteğiyle iktidar blokundan geri alınan İstanbul şimdi yeniden tehdit altında. Altılı Masaya oturan sistem partilerinin egosantrik ince hesaplarıyla suistimal edilen geniş toplumsal direniş ve derin dayanışma duygusu sandıktan çıkan sonuçla birlikte hızla çökünce sosyalist sol muhitlerin stratejik destek gündemi de masanın kenarına kaydı. Yerel seçimlerde Batıda genellikle CHP adaylarına yönelen seçmen tabanıyla DEM Parti’nin İstanbul’da aday çıkarmış olması İstanbul’un geri alınmasını sağlayan stratejik destekten çekildiğini anlatıyor ama son düzlükte bir “kent uzlaşısı” olur mu, bugünden kestirmek zor.
Kendilerini sol, sosyalist, komünist, Marksist olarak tanımlayan ve örgütlenme pratiklerini ayrışarak birleşme ve birleşerek ayrışma geleneği doğrultusunda sürdüren partilerin ve mücadele hatlarının yerel seçimlere ilgisi eskiye kıyasla katlanarak artıyor. Neoliberal kapitalist kentleşmenin ve hegemonik belediyecilik pratiklerinin yerel ölçekteki siyaseti makro siyasetin merkezine taşıması karşısında sosyalistlerin de kentsel dinamiklere daha yakın durması ve belediyelerin yönetimine talip olması elbette kaçınılmaz. Ovacık ve Dersim belediyelerinde sergilenen pratiğin toplumcu niteliğine dair tartışmaları şimdilik bir yana bırakırsak, bu örneklerde elde edilen başarının ta Kadıköy’de de tekrar edilebileceği iddiasının gerçekçiliği ve gerekliliği keskin bir şüpheyle karşılaştı. 6 Şubat 2023 depreminde en ağır yıkımı yaşayan Hatay’da mevcut belediye başkanının, bu resimdeki sorumluluk payını görmezden gelip yeniden aday gösterilmesine yıkımın en acı tezahürlerini yaşayan Antakya, Defne ve Samandağ’ın sol seçmeni büyük tepki gösterdi. Bölgede anlamlı bir desteğe sahip Türkiye İşçi Partisi’nin bu ısrar karşısında, daha önce milliyetçi bir partiden aday olan ve kendisi de Hataylı popüler bir futbolcuyu aday çıkarması sosyalist sol muhitlerde başka bir sıcak tartışma daha yaratmış oldu.
Sosyalistler kente dair Marksist birikimi değerlendirebiliyor mu?
El yordamıyla ve çakalem çizilmiş bir güncel durum eskizi bile sosyalist sol partilerin ve mücadele yapılarının yerel ölçekteki siyaset pratiğine dair yeni tartışma alanları açma ve yeniden düşünme süreçleri başlatma potansiyelini ziyadesiyle taşıyor. Türkiyeli Marksistlerin kentlerdeki yerel toplumsal dinamikleri demokratik siyaset düzleminde okuma deneyimleri, süreçlerin sebep ve sonuçlarını analiz ederken seçtikleri ölçek ve ölçütler, mevcut söylem ve eylemleri güncellenmeye muhtaç. Yerel seçimin siyaset nesnesi bizatihi kentin kendisi iken sosyalist partilerin kente ve kentleşmeye dair Marksist literatürden beslenen bir teorik açılıma büyük resim itibarıyla yönelmiyor oluşu hayli düşündürücü. Bu konuda güncel bir olumlu örnek olarak Türkiye İşçi Partisi (TİP)’nin hazırladığı “Yaşamı Yeniden Üretebilen Kent ve Kır İçin: İlkelerimiz ve Yol Haritamız” başlıklı rapora metnimin sonunda yer vereceğim.
Klasik Marksist temel metin okumalarının yirminci yüzyıl entelektüel tarihinde kentleşme başlığı altında biriken Marksist tartışmalar literatüründen uzak düşmesi, sosyalistlerin yerelde siyaset pratiklerini kadük kılan bir etki yaratıyor. Komünist Manifesto’nun eksiksiz ilk Türkçe çevirisinden bu yana asır geçmesine rağmen temel Marksist metinlerin sağlıklı bir Türkçe çeviri külliyatının hâlâ elde olmaması bilhassa Lenin sonrası Batı’daki eleştirel Marksist okumaları da gözden uzağa atıyor. Marksist kent okumalarının teorik cephaneliğimizde hâlâ belirgin bir görünürlük kazanmamış olması bizi “şehir hakkı” nosyonu etrafında örgütlenme ve siyaset pratiklerini tartışmaya değil, aday popülizmi polemiklerine ve ittifak çekişmelerine sürüklüyor.
Yirminci yüzyıl Marksizm literatüründe kent ve kentleşme üzerine yazılıp çizilenlere dair bir meraka kapılacak olursanız muhtemelen Marx’tan bile çok atıfta bulunulan ismin Henri Lefebvre olduğunu göreceksiniz, sakın şaşırmayın. Praksis dergisinin müdavimleri de bilirler ki dergide ne zaman kent ve kentleşme üzerine bir makale okusalar mutlaka Lefebvre ile karşılaşır, yazarların kentsel mekânı tartışırken sözü bir şekilde Lefebvre’in “şehir hakkı” nosyonuna getirdiklerini görürler. Bilmeyenler için söyleyeyim: Türkiye’deki kentleşme süreçlerinin çok yönlü tezahürlerini kuramsal zeminden beslenerek ve somut vaka örnekleriyle mercek altına alan çok iyi analizler ve tartışmalar var, Praksis dergisinin web arşivinde. Bunların hiç olmazsa bazılarından yerel seçim gündemi kapsamında kısacık bile bahsetmek sözümün ölçeğini çok zorlayacağı için, Lefebvre’in Marx’ı sanayileşme-kent ilişkisi bağlamında eleştirel okumasına hızlıca değinmeyi seçiyorum. Yirminci yüzyıl kentleşme kuramlarının Marksist metinlerinde Lefebvre’in ezber bozan ve ufuk açan katkısına dikkat çekip, onun bize sağladığı teorik açılımı yerel seçimler üzerinden sosyalist siyasetin pratik sorunlarına bağlamaya niyetliyim.
Marx’ın 1844 Elyazmaları’nın ilk kez 1932’de yayımlanmasıyla birlikte Batılı Marksistler arasında Hegel okumalarına ilgi arttı ve bilhassa Stalin karşıtı sosyalistler dogmatik Marksizm şablonlarının keskin bir eleştirisine yöneldiler. Henri Lefebvre, daha otuzların ilk yarısında, yakın dostu Norbert Guterman ile birlikte hummalı bir tercüme faaliyetine girişerek Hegel metinlerini ve Lenin’in Hegel defterlerini Fransız okurunun masasına bıraktılar. Stalin karşıtı tutumu dolayısıyla Fransız Komünist Partisinden kovulan Lefebvre, Marx’ın bilhassa felsefi metinleri üzerindeki çalışmalarını titizlikle sürdürdü ve okumalarını “yabancılaşma” olgusu etrafında yoğunlaştırdı. Lenin sonrası SSCB’de resmi Marksizm-Leninizm doktrininin kurucu metinlerinden Stalin imzalı Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm kitabı 1938’de yayımlanmış, hemen ertesi yıl Fransa’da Lefebvre’in Diyalektik Materyalizm çalışması basılmıştı. Bu ironik kısa öykü bize Lefebvre’in yirminci yüzyıl Marksizm literatürüne ne kadar erken ve nasıl bir süreçte katıldığını anlatmanın yanısıra, eleştirel Marx okumaları ışığında onun Marksizme yaptığı ufuk açıcı katkıların önemine de dikkat çekiyor. Bugünün okuru onu altmışların sonunda yaptığı ve hak ettiği ilgiye ancak yirmi birinci yüzyılda kavuşan kent okumaları ile tanıyor olsa da, Lefebvre, yirminci yüzyıl Marksizm literatüründe ezber bozan, cesur ve çalışkan bir düşünürdü.
Kentsel devrimden şehir hakkına
Marksizmin ekonomizme indirgenmesine karşı çıkarak, yabancılaşma kavramı etrafında gündelik hayatın eleştirisine yönelen Lefebvre, altmışlı yılların sonuna doğru masasına gündelik hayat, kentleşme, kentsel sosyal meseleleri de ekleyerek, tartışmasını genişletti. Fransa’da kır hayatının çözülüşü onun “şehir” üzerine yoğun biçimde düşünmesine ve sanayileşme ile kentleşme arasındaki yakın ilişkiyi Marx’ın sanayileşme analiziyle birlikte eleştirel gözle yeniden değerlendirmesine zemin hazırlamıştı. Marx’ın sanayileşmeyi irdelerken kentin önemini yeterince kavramamış olduğunu ama yaşadığı devir itibarıyla bunu zaten yapamayacağını söyleyen Lefebvre, şehir ve kent arasında tarihsel bir ayrım yapar ve sanayileşmeyi bir moment olarak tespit eder. Ona göre, şehrin kentsel gerçekliğini belirleyen unsur “kullanım değeri” ve dolayısıyla şehir esasen bir “yapıt” iken, sanayileşme “mübadele değerini” öne çıkarmış ve bu gerçekliği parçalayıp bir “ürün” olarak kenti ortaya çıkarmıştır. Şehir Hakkı (1968) adlı kitabında, şeylerin metalaştığı mekân olan şehrin sanayileşmeyle birlikte bizatihi kendisinin metalaştığını tespit eden Lefebvre, Kentsel Devrim (1970) adlı çalışmasında bir adım daha atar: Toplum bir bütün hâlinde kentleşmektedir. Mayıs 1968 eylemlerini kentsel devrimin habercisi sayan Lefebvre, bize mekânın aslında toplumsal olarak nasıl üretildiğini anlattığı başyapıtı Mekânın Üretimi (1974) ile birlikte uzun soluklu bu kent okumalarını zirveye taşır.
Lefebvre’in kent kuramının kısacık bir özeti bile hayli yorar ama onun anlattıklarını bilmenin 2024 Türkiye’sindeki yerel seçim gündemiyle esastan bir ilişkisi var ve benim buradaki varlığımın asıl sebebi de bu ilişkiyi gerekçelendirmek. Hipotezim şu: Türkiyeli sosyalistler yerel ölçekte sahici bir siyaset pratiğini, ancak, kentleşme süreçlerini Lefebvriyan “şehir hakkı” odağında okuma deneyimi biriktirerek ve bu nosyon etrafında örgütlenmeyi öğrenerek üretebilirler. Her genel seçimde yaptığımız üzere her yerel seçimde de, sistem partilerini destekleme sorunsalı analizlerine, sol içi ittifak çekişmelerine ve aday isimleri üzerinden polemiklere gömülüp kalmaya bir son vermeliyiz. Türkiye’nin kentlerinde olan bitenleri, yerel dinamiklerin çok katmanlı değişim sürecini, klasik Marksist jargondan taşarak, eleştirel Marksist kent kuramları literatürünün içinden okumak ve öğrendiklerimizi siyasete tahvil etmek zorundayız.
Kentsel mücadele ve TİP’in Lefebvriyan raporu
Lefebvre bize, kentleşmeden geriye dönüş olmadığını, şehir hakkının ancak kentsel yaşamı dönüştürme hakkı olarak formüle edilebileceğini, bunu gerçekleştirmenin “faili, taşıyıcısı ya da toplumsal dayanağı”nın ise sadece işçi sınıfı olduğunu anlattı. Onun kent kuramı sadece bir akademik çalışma nesnesinden ibaret olmayıp, “şehir merkezlerinin uzağında yolunu şaşırmışcasına bitiveren” mahallelerdeki sefaleti dert edinen bir gündelik hayat eleştirisidir. Lefebvre’in entelektüel çabası esasen bir bütün olarak, bu eleştiriyi işçi sınıfının hayatından bir an bile uzağa düşmeden inşa etme çabasıdır ve o bunu kapitalizmin yabancılaştırıcı etkilerine ve yıkımlarına bir direniş olarak görür.
Kentsel mücadele alanlarında birbirinin yerine geçerek ve anlamları aşındırılarak kullanılan “şehir hakkı” ve “kent hakkı” nosyonları, her ikisi de hak arayışının ifadesi olsalar da, hem kuramsal hem de ideolojik bakımdan temelden farklıdır. Kent hakkı, kentli hakları, kentsel haklar gibi adlandırmalarla örgütlenen mücadeleler liberal bir “hak” tanımından ve kentsel sorunlara liberal çözüm formülasyonlarından beslenmiyor ve kapitalizmin eleştirisini barındırmayı koşul görmüyorlar. Oysa şehir hakkı nosyonu etrafında kentsel mücadele söylem ve pratiği, mekânın kendisinin metalaştığı ve kentsel gerçekliği dönüştürmenin failinin işçi sınıfı olduğu öncüllerinden hareket ederek, mücadelenin nihai hedefine kapitalizmin yıkılmasını koyar. Lefebvriyan “şehir hakkı” ile liberal “kent hakkı” nosyonları arasındaki temel teorik ayrım, sosyalistlerin yerel ölçekteki siyaset pratikleri ile liberal kentli hakları mücadeleleri arasındaki ilişkinin de siyasal ve ideolojik sınırlarını tayin eder.
TİP Bilim Kurulu-Kent ve Yerel Yönetimler Çalışma Grubu’nun hazırladığı raporun, Türkiye’deki kentleşme süreçlerinin ve yerel dinamiklerin işte bu Lefebvriyan bakış açısıyla okunarak, bu doğrultuda bir sosyalist siyaset pratiği tasarlamanın olgun örneği olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. TİP’in aday çıkarma ve belirleme stratejisinin ideolojik eleştirisine sıkışmak yerine, Lefebvre’in eleştirel Marksist okumalarını Türkiye solunun kuramsal cephaneliğinde ve yerel siyaset pratiğinde bir dönüşüme ilham kaynağı kılmayı ummak safdillik olmamalı.
Marksistler dünyayı anlamanın yetmediğini ve onu değiştirmek de gerektiğini bilip bu tezi kılavuz edinirken, Marksist olmanın aynı zamanda sıkı birer eleştirel okur ve özeleştirel devrimci olmayı da koşulladığını unutmamalı. Sosyalistler siyaset yaparlarken entelektüel çabayı asla terk etmemeli ve pratiğin her tezahürünü kuramın eleştirel potansiyeliyle buluşturarak kentsel mekâna dair somut tespitlerini ve çözümlerini sade bir dile kavuşturmalılar. Lefebvre’in “şehir hakkı” adıyla kurama taşıdığı feryadı, akademik literatürün kendi içine kapanan tartışma dilini aşarak, sosyalist siyasetin yerel örgütlenme pratiklerinin dokusuna ve kenti dönüştürmenin tarihsel öznesi sınıfın, işçi sınıfının diline taşımalıyız.
Cahit Akın
Antakya’da doğdu. İTÜ Makine Fakültesi’nde lisans (1983), yüksek lisans (1986) ve doktora (1993) eğitimi gördü. Bilişim sektöründe eğitmenlik, yazılımcılık, yazarlık ve yayıncılık ile geçindi. Bilkent Türk Edebiyatı’nda başladığı (2001) doktorasını tezle tamamlamadı ama metin okumayı ve eleştiri yapmayı orada öğrendi. Alfa, Everest ve Kapı Yayınları’nda uzun yıllar editör ve yayın yönetmeni olarak çalıştı (1995-2007). Kısa bir süre reklam ajansı deneyimi de edindi ve sonra aniden emekliye ayrıldı (2010). Depremde Antakya’da yaşıyordu ama Eskişehir’e dönmek zorunda kaldı. Kentleşme, Marksizm ve Eskişehir okumaları yapmakla meşgul.