Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

Lenin ve kapsayıcılık üzerine

Bu içeriği paylaş:

Ekim Devrimi’nin öncüsü ve Sovyetler Birliği’nin kurucusu Vladimir Lenin, tarihte adı en sık anılan politik ve felsefi figürlerden biridir. Bu makalede Lenin’in düşünsel çabalarının ya da devrim mücadelesinin gerçekçi bir zemine oturması adına en başat rol oynayan “proletarya diktatörlüğü” kavramının uygulanış biçimine odaklanılacaktır.

Proletarya diktatörlüğünün, “diktatör” kelimesinin taşıdığı pejoratif anlamdan oldukça uzak bir biçimde, Lenin’in Devlet Üzerine isimli metninde de anlatıldığı gibi yönetmek için hapishaneler, özel silahlı müfrezeler, askeri birlikler vb. yoluyla güç kullanarak iradelerini kırıp insanları dize getirmek için özel bir baskı aygıtının kullanılması sonucu (Lenin, 2022: 19) toplumun azınlığının, ezici çoğunluğuna kurduğu üstünlüğün tersyüz edilmesi ve egemenliğin halka geçmesi anlamına geldiğini söyleyerek başlayacağız. Zira proletarya diktatörlüğünün uygulandığı bir sistem—halkın isteklerini dikte edip politik karşılığını bulabildiği bir sistem artık özel bir baskı gücüne ihtiyaç duymaz (Lenin, 2014: 51). Devrim için mücadele eden Lenin, kendi dönemindeki ve önceki devrimlerin detaylı araştırma ve analizleriyle, yine günün sonunda burjuvaya ve egemen sınıfa yarayan tepeden inmeci devrimlerden ziyade, örgütlenmiş bir proleter halk devrimini hedeflemiştir. Peki bir proleter halk devrimi nasıl örgütlenir?

Lenin’in o zamanlar teorik olarak üzerinde çalıştığı ve daha sonrasında da devrim süreci ve kurulan Sovyetler Birliği’nde uygulanış biçimi olarak karşımıza çıkan halkın ezici çoğunluğunun kapsayıcılık ilkesi içerisinde politik söylem üretme ve bunun karşılığını alma pratiğine geçilmiştir. Lenin’in kadınların, LGBT bireylerin, etnik ve ulusal farklılıklara dayalı azınlıkların, ve köylünün de mücadele içine dahil edilmesi gerektiği fikri, devrimi mümkün kılmıştır. Bu makalenin odak noktası da tam olarak Lenin’in örgütlediği Devrim’in başarıya ulaşmasında en başat rolü oynayan kapsayıcılık fikri olacaktır. Zira proleter devrimin devlet iktidarına karşı ‘tüm güçlerini bir araya toplaması” zorunluluktu (Lenin, 2014: 40).

Kadın Hakları ve Toplumdaki Yeri

Lenin, kadınların toplumsal eşitliğini sağlamanın sosyalist devrimin ayrılmaz bir parçası olduğuna inanıyordu. Çarlık Rusyası’nın katı ataerkil yapısında, kadınlar çoğu zaman ekonomik ve sosyal olarak baskılanmış ve özne olarak toplumsal süreçlerde varlık gösteremez durumdaydı. Bolşevik Devrimi, kadınların çalışma, eğitim ve siyasette yer almalarını kolaylaştırmak için kapsamlı düzenlemeler yaptı. Bu düzenlemelerin kadınlara verilecek “sözde özgürlükler” olarak yalnızca teoride kalmamaları adında da detaylı bir biçimde değerlendirme ve toplumsal uygulanabilirlik olarak pratik karşılıklarının da gerçekleştirilmesi üzerine ciddi çalışmaları olmuştur.

Devrimci tavrı gereği Lenin, kadınlara verilecek hakların bir lütuf gibi görünmesine engel olmak için kadın haklarına dair yapılan çalışmalar içerisinde komünist kadınların da aktif birer özne olarak rol almaları konusunda teşviklerde bulunmuştur. Öyle ki, Jenotdel (Женотдел) bünyesinde Sovyet kadın hareketi örgütlenmiş ve kadınların özgürleşmesi mücadelesinde Aleksandra Kollontay, Nadejda Krupskaya, Nina Popova, Anna Ulyanova ve Inessa Armand gibi kadınlar doğrudan rol almışlardır. 1914 yılında faaliyete başlayan ve amacı kadınların sınıf bilinci kazanması, ataerkiye karşı mücadele etmesi ve sosyalist öğretiye aşina olması olarak ortaya çıkacak anlamı kadın işçi olan Rabotnitsa (Работница) dergisi yayınlanmış ve kadınların bilinçlenme sürecine katkı sağlamıştır.

Kadınların doğrudan fikir beyan ettiği ve mücadelelerinin öznesi oldukları kadın hareketi Lenin’in de desteğini almıştır. Lenin’in amacı, Sovyet kadınlarının yalnızca ev işi gören, ataerki altında ezilmiş, kocasının sözünden çıkmayan, çalışmasına engel olunan, eğitimden mahrum bırakılmış, oy kullanamayan, çocuklara bakmakla ve ev işi yapmakla görevli birer “köle” olmaktan kurtulmasıydı. Ancak bu Lenin’in kadınlara bir lütfu olmamış ve yalnızca yasalarla sınırlı kalmamıştır. Zira haklar kadınların aktif rol oynamasıyla ve günlük hayatta karşılık bulunabilecek biçimde düzenlenmiştir. Öyle ki, yalnızca yasalarla sağlanacak eşitlik aynı zamanda ev işlerinin kamusal hayata aktarılması ile de gerçekçi bir temele oturtulmuştur.
“Kadın, bütün özgürleşme yasalarına karşın, eskisi gibi ev-kölesi olarak kalıyor; çünkü onu mutfağa ve çocuk odasına kapatan ve onun yaratma gücünü düpedüz barbarca üretken olmayan, bayağı, sinir törpüleyici, köreltici, yıpratıcı bir çalışmayla boşa harcatan ev ekonomisinin ayrıntılarıyla eziliyor, bunalıyor, köreliyor, aşağılanıyor… Kamusal aşevleri, çocuk bakımevleri, yuvalar—bunlar bu türlü tohumların en güzel örnekleridir… Kadını özgürleştirmeye gerçekten uygun olan, onun toplumsal üretimdeki ve kamu yaşamındaki rolünden doğan o erkek karşısındaki eşitsizliğini azaltmaya ve yeryüzünden kaldırmaya gerçekten uygun olan yalın, güçlü araçlardır.” (Özdemir, 2021)

Bu hedef doğrultusunda, kadınların ev işleriyle geçirdikleri zamanı en aza indirmek amacıyla ortak mutfaklar, çamaşırhaneler, terzihaneler, çocuk bakımevleri ve benzeri tesisler kurulmuştur. Bunlar böylece kadınların üzerindeki onlara daha evvel yüklenmiş olan görev ve sorumlulukların azalmasına, haliyle politikaya, çalışma hayatına, sanatsal etkinliklere daha fazla vakit ayırarak kendilerini gerçekleştirebilmeleri bakımından önemli birer teşvik edici olmuştur. Bu noktada yalnızca kadının annelik ve ev hanımlığı sorumluluklarına destek verilmenin ötesinde Sovyet kadınlarının eğitilmesi de önceliklendirilmiştir. Öyle ki, devrim öncesi Rusya’da kadınların yalnızca %13’lük bir kesiminin eğitim görme fırsatı olduğu ve bu kadınların da büyük oranda imtiyazlı ailelerden geldiği, işçi ve köylü kadınlarının nerdeyse tamamının okuma yazma bilmediği bilinmektedir (Popova, 1999, aktaran Özdemir, 2021: 21). Bu oran komünist kadın hareketinin desteklenmesi, güçlenmesi ve buna ek olarak da okuma-yazma seferberlikleriyle, 1930’lu yıllarda %90’a kadar yükselmiş, çokça kitap basılmış ve uygun fiyatlara satılmış, kitap okuma oldukça yaygınlaştırılmıştır (Taşdemirci, 2001).

Kadınlara tanınan tüm bu alan onların kendi zihinlerinin ve bedenlerinin de doğrudan öznesi olabilmesi adına kürtaj hakkına sahip olması ile sağlanmıştır. Sovyetler Birliği kürtajı yasal hale getiren ilk ülkeydi. (Özdemir, 2021). Kadınların evlilikte eşit haklara sahip olmalarını sağlamak ve boşanmayı kolaylaştırmak için yasal düzenlemeler yapıldı. Ayrıca kürtajın yasal hale getirilmesi, kadınların bedenleri üzerindeki kontrolünü artırdı ve böylece Sovyet kadınları kendilerini bedensel ve zihinsel olarak özgürleştirebilecekleri birer öznelere dönüşerek Sovyet bilincini içselleştirmiş ve sosyalizmin kapsayıcılığı içinde kendilerine yer bulmuştur.

LGBT Hakları: Dönemin Sınırları ve Özgürlük Arayışı
Lenin döneminde LGBT hakları açık bir şekilde tartışılmasa da, Sovyetler Birliği’nin ilk yıllarındaki devrimci özgürlük anlayışı, cinsellik ve bireysel haklar konusunda önceki döneme kıyasla ilerici adımların atılmasına olanak sağladı. Bu dönemde, toplumun geleneksel ahlaki yapısını ve Çarlık Rusyası’nın katı hukuk sistemini yıkmaya yönelik devrimci tutum, LGBT bireylerin yaşamlarını doğrudan etkileyen bazı önemli reformları beraberinde getirdi. Özellikle Ekim Devriminden sonra, yeni sosyalist rejimin bireylerin özel yaşamlarına müdahale etmemesi gerektiği yönündeki görüş, LGBT haklarının gelişimi için kısa bir dönem de olsa umut verici bir zemin hazırladı.
1917 Devrimi’nin hemen ardından Çarlık Rusyası’nın yasalarındaki homoseksüelliği suç sayan maddeler kaldırıldı. Bu, LGBT bireyler için dönemin Rusya’sında önemli bir özgürlük alanı yarattı. Eski rejimin katı ahlaki ve dini normlarına karşı devrimci bir kopuş gerçekleştiren Sovyetler, bireylerin cinsel yönelimlerine müdahale edilmemesi gerektiğini açıkça savundu.

Çarlık döneminde homoseksüellik ağır cezalarla karşılanırken, yeni düzen bireysel özgürlükleri öne çıkararak bu konuda daha ilerici bir tutum sergiledi. Bu yaklaşım, dönemin Avrupa ülkelerinin çoğundan çok daha ilerideydi. Sovyetler Birliği’nin ilk yıllarında homoseksüellik, yalnızca bireysel bir mesele olarak değil, aynı zamanda toplumsal devrimin kapsamına giren bir konu olarak ele alındı. Bu dönemde yapılan hukuki düzenlemeler, LGBT bireylerin yaşamlarına doğrudan müdahaleyi engellemiş ve Sovyet toplumunda daha önce görülmemiş bir hoşgörü ortamının oluşmasına katkı sağlamıştır. Örneğin, Sovyet hukuk sistemi, bireylerin özel yaşamına müdahale etmemeyi ilke edinmiş ve bu durum, LGBT bireylerin en azından kamusal alanda cezalandırılma korkusu olmadan varlık gösterebilmelerine imkan tanımıştır.

Devrimden sonra, homoseksüellik suç olmaktan çıkarıldı ve bu durum, Sovyetler Birliği’nin hukuk sisteminde önemli bir dönüşümü temsil ediyordu. Bu gelişme, bireylerin cinsel yönelimlerine yönelik cezai yaptırımların sona erdirilmesi açısından dönemin diğer ülkelerine kıyasla oldukça ileri bir adım olarak değerlendirilebilir. Sovyetler Birliği’nde bu tür reformlar gerçekleştirilirken, diğer ülkelerde homoseksüel ilişkilere yönelik cezai yaptırımlar oldukça ağırdı. Örneğin, Almanya’da eşcinsel ilişkiler için 5 yıl hapis cezası öngörülürken, İngiltere’de ömür boyu hapis cezası söz konusu olabiliyordu. Bu bağlamda, Sovyetler Birliği’nin devrim sonrası uygulamaları, bireysel özgürlükler açısından küresel ölçekte bir ilerleme olarak değerlendirilebilir. (Kaos GL, 2017)

Ne var ki, bu ilerici adımlar, Stalin döneminde geleneksel ahlaki değerlere dönüş ve totaliter kontrol mekanizmalarının devreye girmesiyle birlikte geri alınmıştır. Stalin’in 1930’larda homoseksüelliği yeniden suç sayan yasalar çıkarması, bu alandaki kısa süreli özgürlüğün sonu oldu. Ancak, Lenin dönemi Sovyetler Birliği’nin ilk yıllarında yaşanan bu durum, devrimci bir ideolojinin bireysel haklar konusundaki potansiyelini gözler önüne serdi. LGBT hakları, devrimci değişimlerin ve hukuk sistemindeki reformların etkisiyle bu konuda önemli bir tarihsel dönüm noktası yaratılmıştır.

Etnik ve Ulusal Farklılıkların Tanınması
Lenin’in devrim anlayışı, çokuluslu bir yapıya sahip olan Rusya İmparatorluğu’nda, farklı etnik grupların haklarının tanınmasını gerektiriyordu. Bolşeviklerin ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmaları, Lenin’in bu konudaki kararlılığını gösterir. Lenin’in bu tavrı Sovyet sisteminin daha sonraki dönemlerinde de karşılık bulmuş ve Sovyet halklarının farklılıkları hiçbir biçimde göz ardı edilmemiştir. Öyle ki Sovyetler Birliği devlet marşında “Дружбы народов надёжный оплот!” (Halkların kardeşliği güvenilir bir kaledir!) ifadesi Sovyet halklarının kardeşçe yaşamasını ilke edinmiş bir tavırda olunduğunu da göstermektedir. Bu yalnızca sözde kalmamış, eğitimde anadil zorunluluğu, azınlıkların dillerinin ve kültürlerinin korunması için çalışmalar, propaganda posterlerinin her Sovyet Cumhuriyetinin etnik özelliklerine uyumlu hazırlanması ve son olarak da Sovyetler Birliği devlet armasında sağa ve sola uzanan kavisli başakların üzerine dolanmış kırmızı kurdelelerin her birinde Sovyetler Birliği Cumhuriyetlerinin kendi dillerinde ve kendi alfabeleriyle yazılmış “Bütün dünya proleterleri, birleşin!” sözü ve bu gibi örnekler kapsayıcılık ilkesini gözler önüne sermektedir.

Sovyetler Birliği eğitim sisteminde, halkın bulunduğu bölgenin yerel dillerinin yok olmaması adına, o bölgelerde Rusça eğitimin yanında kendi dillerini ve kültürlerini de öğrenebildikleri ve yaşatabildikleri dersler ve hayat biçimleri benimsenmiştir. Bu durum, halka mal olmuş kişilerin, Sovyet coğrafyasının neredeyse tamamından çıkabileceği bir fırsat eşitliği fikrini de yaymıştır. Örneğin, Azerbaycan Bakü’de doğmuş olan Nobel ödüllü fizikçi Lev Landau, Ukrayna Harkiv yakınlarında doğmuş Anton Makarenko, Belarus Orşa’da doğmuş Lev Vıgotski, Kore asıllı rock yıldızı Victor Tsoi gibi isimler doğrudan azınlıkların ya da diğer Sovyet etnik gruplarının temsiliyetini karşılayabiliyordu. Sovyetler Birliği, sınırları içinde 100’den fazla ulusal ve etnik gruba ev sahipliği yapan dünyanın en etnik açıdan çeşitli ülkelerinden biriydi. Ancak bu çeşitlilik kesinlikle insanları bölmek, nefret üretmek ya da onları birbirine düşman ettirmek gibi amaçlar taşımıyordu.
Halkların eşit ve özgür olmasını her bakımdan önceliklendirmiş bir devlet politikası benimsenmişti.

Ezilen halkların özgürleşmesini gaye edinmiş sosyalist devrim, onların devrim sonrasında eşit yurttaşlar olarak görülmesi gerektiğini savunmuştur. Bu eşitlik ilkesi mutlak ve tavizsiz bir eşitlik olmazsa sosyalist zaferin göstermelik olacağı ve asıl amacına hizmet etmeyeceği Lenin tarafından tartışılmıştır. Zira halklar birleşmeli, ancak birleşen halkın iradesi ayrılmaksa bu irade her biçimde halka verilmelidir. Öyle ki, öteki türlüsü, çoğunluğun, azınlıkla eşitmiş gibi davranmasına ve kaderleri ortaklaşa tayin etme hakkıyla özgürlüklerinin kısıtlanmasına sebep olmaktadır. “Bütün gericiler ve burjuvalar, belirli bir devletin sınırları içinde zorla tuttukları uluslara ortak bir parlementoda, kaderlerini ‘ortaklaşa tayin etme’ hakkı tanırlar.” (Lenin, 2020: 151) Ancak bu ortaklaşma, alınan kararların ve politik eylemlerin neredeyse tamamının çoğunluk tarafından dayatılması ile sonuçlanmaktadır. Zira burjuva demokrasisi, baskın ulusun fikirlerinin geçerli olduğu bir sistem olduğu için azınlıkların demokrasi içerisinde ezilmesine ve onlara tanınan hakların birer lütuf gibi görünmesine kaçınılmaz bir şekilde sebep olmaktadırlar. “Zafere ulaşan sosyalizm zorunlu olarak eksiksiz bir demokrasiyi kurmalı ve bunun sonucu olarak ulusların yalnızca tam eşitliğini getirmekle kalmamalı, aynı zamanda ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, yani siyasal bakımdan serbestçe ayrılma hakkını da gerçekleştirmelidir. Şu anda, devrim sırasında ve devrim zaferinden sonra, köleleştirilmiş ulusları kurtaracaklarını ve onlarla serbestçe birleşme ve esası üzerinde (ve serbestçe birleşme, ayrılma hakkını içermezse boş bir sözdür) ilişkiler kuracaklarını eylemde göstermemiş olan sosyalist partiler, sosyalizme ihanet ederler.” (Lenin, 2020: 135)
Biz kendimizi ötekiler ile eşit görüyor ve bunlarla bu eşitlik temeli üzerinde yeni bir birlik, yeni bir federasyon halinde birleşmeyi kabul ediyoruz. Önemli olan onların bağımsızlığını yok etmek yerine, yeni bir düzen daha yaratıp bir eşit cumhuriyetler federasyonu kurmaktır.”
(Lenin, 1999)

Toparlayacak olursak, Sovyetler Birliği’nde halkların eşitliği ve özgürlüğü ilkesine dayalı bir devlet politikası benimsenmiş, etnik ve ulusal farklılıklar hem kültürel hem de siyasi alanda tanınmıştır. Lenin’in önderliğinde şekillenen bu yaklaşım, ezilen halkların özgürleşmesini ve kendi kaderlerini tayin hakkını savunmuş, sosyalist devrimin temel değerleriyle örtüşen bir kapsayıcılık anlayışı sunmuştur. Bu, yalnızca eşit yurttaşlık anlayışıyla sınırlı kalmayıp eğitimden sanata, siyasetten toplumsal yaşama kadar birçok alanda halkların kardeşçe bir arada yaşamasını sağlamayı hedeflemiştir. Lenin’in politikaları, devrimi yalnızca bir sınıf mücadelesi olarak değil, aynı zamanda toplumsal farklılıkları gözeten bir hareket olarak kurguluyordu. Kadınların, etnik grupların ve ulusların haklarını tanıyan bu kapsayıcı yaklaşım, devrimin geniş bir toplumsal desteğe sahip olmasını sağladı.

Köylülük ve Devrim

Karl Marx, devrimci süreci sanayileşmiş proletaryanın öncülüğüne dayandırırken, köylülüğü daha pasif bir sınıf olarak değerlendirmiştir. Lenin ise, köylülüğün devrimdeki rolünü yeniden tanımlamış ve onların eğitilebileceğini, örgütlenebileceğini ve devrimci hareketin aktif bir parçası haline gelebileceğini savunmuştur. Lenin köylülüğün proletarya ile ittifakı konusundaki stratejilerini detaylı biçimlerde ele almaktadır. Zira dönemin Rusya’sının nüfusu çoğunlukla köylülerden oluşmaktaydı ve Lenin’in kapsayıcılık politikası, Marx’ın aksine köylüyü de işçi sınıfının mücadelesine dahil etmeye çalışmaktaydı. Marx’a göre, köylüler bireysel üretim koşulları nedeniyle kolektif devrimci bilince ulaşmakta zorluk çekerdi. Ancak Lenin, köylülüğün sömürüye karşı mücadelede birleştirilebileceğini vurguladı.

Köylüleri de örgütlemeyi ve devrimde aktif rol oynamalarını sağlayan Lenin, onların yalnızca devrim için kullanılmış birer piyon olarak kalmalarına asla müsaade etmemiştir. Öyle ki, devrim sonrası proleter devletin işleyişini denetlemek için bir devlet kurumu olarak “İşçi ve Köylü Denetimi” kurulmuş ve görevi ise işçi ve köylülerin, proleter devleti denetleyip, düzeltmesi olmuştu (Turan ve Almış, 2014). 1861’deki reformun ise köylüyü feodal toprak sahiplerinin kölesi olmak zorunda bıraktığını ve tiranlık tarafından bir aşağılanma olduğunu belirtmiş ve bu reformu eleştirmiştir. Zira bu reformlar köylü ile toprak sahiplerini birbirine düşürmüş, burjuvanın sözde-köylü aydınlanması olarak gördüğü bu gelişme köylüyü açlığa mahkum etmiş, ezmiş ve cahil bırakmıştır (Lenin, 1974). Lenin, köylünün devrim sürecinde ciddi bir rol oynayacağını düşünerek onların katılımı üzerinde strateji geliştirirken Plehanov köylülerin öfkesinin örgütlenmesinin zor olduğunu ve bir anarşiye sebebiyet vereceklerine inanmıştı. Lenin böylesi bir durumda bile iradesini ortaya koyabilmiş ve devrimin en kapsayıcı bir biçimde gerçekleşmesini sağlamıştır.

Lenin, köylülerin taleplerini Bolşevik programına dahil ederek, onların desteğini kazandı ve tarımsal reformları sosyalist devrimin bir parçası yaptı. Sosyalist bilinçten oldukça uzakta duran eğitimsiz köylülerin, daha önce de belirtildiği gibi devrime ve sosyalist bilinçlenme sürecine katılımlarının mümkün olabilmesi için Lenin’in hazırladığı NEP, (Yeni Ekonomi Politikası—новая экономическая политика) ile, köylülerin ürettikleri tarım ürünlerine el konulmasına son verildi ve ürünlerini makul bir karla pazarda satabilmeleri sağlandı. Böylece köylüler, devrim öncesi Çarlık rejimindeki gibi eğitimsiz ve yoksul bırakılmaktan büsbütün çıkmış oldu.

Lenin, köylüleri devrimin temel bileşenlerinden biri olarak görmüştür. Marksist düşüncede proletaryanın öncülüğü vurgulansa da Lenin, Rusya’nın sosyo-ekonomik yapısında köylülüğün ağırlığını dikkate almış ve onları sosyalist devrimin bir parçası haline getirmek için özgün politikalar geliştirmiştir. Lenin, köylülerin mülksüzleştirilmiş durumlarını sona erdirerek, toprak reformlarıyla onları devrim sürecine kazandırmayı hedeflemiştir. 1917’deki Toprak Kararnamesi’nde, köylülerin toprak taleplerini karşılamak adına “köylüye toprak” sloganını benimsemiş ve toprakların kamulaştırılmasını savunmuştur. Bu politikalar, köylülüğün desteğini kazanmanın yanı sıra onların kapitalist sınıflara karşı bilinçlenmesini sağlama amacını taşıyordu. Lenin’in bu yaklaşımı, köylülerin sosyalist mücadelenin bir parçası olmasını sağlayarak onları sadece ekonomik açıdan değil, politik açıdan da özgürleştirmeyi hedeflemiştir.

Köylülerin özgürleşmesi, Lenin’in Yeni Ekonomi Politikası (NEP) döneminde de devam eden bir öncelik olmuştur. Zorla ürün zoralımına son verilmiş, köylülerin üretim fazlalarını pazarda satmalarına izin verilmiştir. Bu, köylülerin üretim kapasitelerini artırmasına olanak tanırken devrim sürecindeki rollerini de güçlendirmiştir. Lenin, köylülerin ekonomik özgürlüğü olmadan gerçek bir sosyalist düzen kurulamayacağına inanıyordu. Onun için köylüler, yalnızca devrimden fayda gören bir grup değil, aynı zamanda devrimin dinamik bir parçasıydı. Bu perspektif, köylülerin sosyalist devrimin öncü sınıfı olan işçi sınıfıyla birleştirilmesini öngörüyor ve Lenin’in halkların eşitliği ilkesine dayanan özgürlük anlayışını güçlendiriyordu. Öyle ki Lenin, Marx’ın aksine dünyada devrimi yapacak sınıfın yalnızca işçiler değil, köylü ve işçiler olacağından emindi. Nitekim, bu kararlılığı da onu yanıltmamıştır.

Sonuç
Kapitalist sistem, insanları yaşamak için çalışmaya zorlayarak özgürleşmeleri önünde engel teşkil eder. Lenin’in devrimci ideolojisi, geçim derdinin olmadığı bir düzen yaratarak insanların kendini gerçekleştirmesini sağlamayı ve özgürleşmelerini hedeflemiştir. Lenin’in kapsayıcılık anlayışı, kadınları, LGBT bireyleri, etnik azınlıkları ve köylüleri devrim mücadelesine dahil ederek sosyalizmi gerçek bir halk devrimi haline getirmiştir. Kadınların toplumsal eşitliğini sağlamak için aşevleri, çamaşırhaneler ve kreşler gibi hizmetler sunulmuş; eğitimde fırsat eşitliği ve kürtaj hakkı gibi düzenlemelerle onların özgürleşmesi desteklenmiştir. LGBT bireyler için bireysel hakları önceleyen bir hukuk sistemi oluşturulmuş, farklı etnik grupların hakları ve kültürel kimlikleri korunarak birliğin temel ilkesi “halkların kardeşliği” üzerine inşa edilmiştir. Lenin’in bu kapsayıcı yaklaşımı, ezilen tüm kesimlerin mücadelesini ortak bir hedefte birleştirerek devrimin başarısında kilit rol oynamıştır. Böylece Lenin’in kapsayıcı devrim anlayışı, kadınlardan LGBT bireylere, etnik azınlıklardan köylülere kadar geniş bir yelpazeyi içererek, toplumsal eşitlik ve adalet mücadelesinin temelini oluşturmuştur.

Lenin’in devrim anlayışında yalnızca halkın geniş kesimlerinin kapsayıcılığı değil, parti üyesi ve sempatizanlarının karar süreçlerine etkin katılımını sağlayacak örgüt içi demokrasinin geliştirilmesi de kritik bir öneme sahiptir. Bu, devrimin sürdürülebilirliği ve halkın iradesinin yansıması için vazgeçilmezdir. Lenin’in anlayışında örgüt içi demokrasi, demokratik merkeziyetçilik ilkesiyle sağlanıyordu. Bu ilke, parti üyelerinin tartışma ve karar alma süreçlerine özgürce katılımını teşvik ederken, alınan kararların tüm üyeler tarafından disiplinle uygulanmasını zorunlu kılar. Ayrıca, tabandan gelen taleplerin ve eleştirilerin yukarıya iletilmesini mümkün kılan, seçimle belirlenen organlar ve periyodik toplantılar aracılığıyla da parti içinde demokratik bir işleyiş korunurdu. Sosyalist demokrasi, işçi ve emekçilerin özyönetim organları aracılığıyla karar alma süreçlerine doğrudan katılımını, muhalif fikirlerin ifade edilmesini ve bu fikirlerin örgütlenme özgürlüğünü güvence altına alarak, halkın iradesinin iktidara yansımasını sağlar (Lenin, 2014: 67). Zira tabanda temsiliyetin en yüksek seviyede olması, insanların yalnızca temsil edilmelerini değil aynı zamanda fikirlerinin de doğrudan dinlenmesi anlamına da geliyordu.

Kapitalist sistemin yarattığı adaletsizliklere karşı, ezilenlerin birlikte örgütlenmesini teşvik eden bu yaklaşım, yalnızca sınıfsal değil, aynı zamanda kültürel, toplumsal ve bireysel özgürlüklerin inşasında da dönüştürücü bir rol oynadı. Lenin’in mücadele pratiği, sosyalizmin sadece ekonomik değil, insani boyutlarını da ön plana çıkararak, devrimci hareketlere yol gösterici oldu. Lenin’in kapsayıcılık ilkesinden ilham alan mücadeleler, bugün de daha adil ve eşit bir dünya kurma idealine ışık tutmaya devam ediyor.

Kaynakça

Çaha, H. (2017). Bolşevik Devrimi ve Orta Asyalı Müslüman Kadın: 1917-1950. Liberal Düşünce Dergisi, 22(88), 8.

Kaos GL. (2017). Ekim Devrimi’nin LGBT hali. Kaos GL Haber. https://kaosgl.org/haber/ekim-devrimirsquonin-lgbt-hali

Lenin, V. I. (1974). Collected works (Vol. 17, pp. 119–128). Progress Publishers.

Lenin. (1999). Leninin son kavgası (M. Delikara Topçu, Çev.). Öteki Yayınevi.

Lenin, V. (2014). Devlet ve Devrim: Marksist devlet öğretisi ve proleteryanın devrimdeki görevi (T. Ok, Çev.). Evrensel Basım Yayın.

Lenin, V. İ. (2022). Devlet üzerine (M. Beyhan, Çev.). Yordam Yayınları. (Orijinal çalışma 24 Ekim 1919’da yayımlanmıştır).

Özdemir, B. (2021). Sovyetler Birliği’nde komünist kadın hareketi (1919-1930). Yordam Kitap.

Popova, N. (1999). Sosyalizm Diyarında Kadın (M. Güneşdoğdu & İ. Yarkın, Çev.). İstanbul: İnter Yayınları.

Taşdemirci, E. (2001). 1936 yılında Sovyet Rusya’da yüksek öğretim hakkında hazırlanmış bir rapor ve bu raporun Türkiye’de öğretmen yetiştirme tarihi bakımından önemi. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 11, 1-37.

Turan, M. İ., & Almış, S. (2014). Lenin’e dönüş. Ütopya Yayınları.

Süleyman Akgül

Süleyman Akgül, Boğaziçi Üniversitesi Fizik Öğretmenliği bölümünden mezun olmuş, ardından University College London’da (UCL) Eğitim Felsefesi alanında yüksek lisans yaparak "Körlüğün Fenomenolojisi: Atomik Yapıları Anlamada Gestalt Teorisine Bir Eleştiri" başlıklı tezini başarıyla tamamlamıştır. Bu çalışmalarıyla akademik performansından dolayı "Merit" derecesi almıştır.

Eğitim sürecinde, Beşiktaş Sakıp Sabancı Anadolu Lisesi ve Darüşşafaka Lisesi’nde fizik öğretmenliği stajlarını tamamlamış, İngiltere’de Harris Invictus Academy Croydon’da Fizik ve Fen Bilgisi Öğretmeni olarak görev yapmıştır. Akademik ve profesyonel gelişim alanında AIESEC liderlik programları ve Coursera tarafından sunulan çeşitli eğitimleri tamamlamıştır. Türkçe olarak yayımladığı "Mecnundan Mücrime" ve "Bohemianna" isimli eserleri bulunmaktadır.

Süleyman Akgül, İngilizce (C1 seviyesinde), Türkçe (anadil) ve Rusça (B2 seviyesinde) bilmekte; felsefe, eğitim ve bilim konularında geniş bir bilgi birikimiyle çalışmalarına devam etmektedir.