Amaç Afganistan’ı kullanarak ABD ve Avrupa ülkelerinin kayıt dışı parayı Afganistan üzerinden aklamak ve tekrar ulusötesi güvenlik elitinin eline geçirmektir. Amaç savaşta başarılı olmak değil, bitmeyen bir savaş yürütmektir.
Julian Assange[1]
Giriş
İki binin üzerindeki Hamas militanı yıllarca hazırlık yaparak – Ortadoğu’nun en güçlü ordularından birisine (IDF) ve bölgede yaprak kımıldasa haberdar olmakla övünen bir istihbarat teşkilatına (MOSSAD) rağmen – 7 Ekim’de İsrail’e yönelik çok büyük bir saldırı gerçekleştirdi. Hemen ardından Amerikan büyük medyası Gezi’deki Kabataş yalanını andıran – Hamas’ın bebekleri katlettiğine ve saldırıda rehinelere tecavüz edildiğine dair – düzmece haberler yaymaya başladı. Bu propaganda amaçlı iddialar doğrulanamadıkları gibi çatışmalar sırasında çok sayıda İsrailli sivilin IDF’nin açtığı ateş neticesinde hayatını kaybettiği yönünde çok sayıda delil mevcut. Nitekim İsrail’in bu iddiaları resmen soruşturduğu biliniyor. İsrail’in Hamas saldırısını bahane ederek giriştiği insanlık dışı katliamlarda ölü sayısı sekiz ayda çoğu kadın ve çocuk 40 bini geçti. 80 binin üzerinde yaralı var. Özellikle ilk aylarda yaşanan kayıplar dünya savaşlarında dahi yaşanmamış boyutlara ulaştı. Bir süredir konuşulan Refah saldırısının başlamasıyla tedirginlik daha da arttı. Soykırımın en büyük destekçileri ise demokrasi ve özgürlüklerin kutbu Batılı ülkeler oldu.
Bunlar olurken dünya genelinde iki yüzün üzerinde üniversitede öğrenciler her geçen gün büyüyen kampüs işgal eylemleri gerçekleştiriyor. Bunlardan ilki, Columbia Üniversitesi rektörü Minouche Shafik’in kampüsündeki anti-semitizm iddiaları üzerine Kongre’de ifade vermeye hazırlandığı esnada yüzlerce Columbia öğrencisinin kampüste “Gazze Dayanışma Kampı” kurmasıyla başladı. Paniğe kapılan Shafik’in ertesi gün New York Polis Teşkilatı’na (NYPD) kampüse giriş izni vermesinin ardından 108 öğrenci gözaltına alındı. Bu, 1968’den bu yana bu kampüsteki en büyük toplu gözaltına alma olayıydı. Öğrenciler kısa sürede serbest bırakılmış olsalar da Columbia yönetimi dayanışma kampına katılanlara uzaklaştırma cezaları yağdırmayı ihmal etmedi.
Daha sonra olaylar Columbia’dan Yale’e, UCLA’den Berkeley’e, Harvard’dan NYU’ya ve ülkenin diğer üniversitelerine sıçradı. Elbette en prestijli okullardan öğrencilerin birinci ayını dolduran direnişe öncülük etmesi veya erken aşamalarında katılmış olması doğal olarak eylemlerin çok daha fazla ses getirmesine neden oluyor. Amerikan üniversiteleri Filistin’e destek amacıyla İsrailli – özellikle savaş ve savunma sanayilerinde faaliyet gösteren – şirketlere yapılan yatırımların durması talebini dillendiren eylemlere yabancı olmasa da ilk defa bu büyüklükte bir hareketlenme yaşanıyor. Nitekim üniversite kampüslerindeki Filistin yanlısı grupların yıllardır üniversitelerini İsrail’e karşı Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar Hareketi’ni (BDS) desteklemeye çağırdığı biliniyor.
Brown ve Nothwestern gibi bazı üniversitelerin öğrenci taleplerini kısmen de olsa kabul ederek İsrail’le ilişkili yatırımlarını açıklamayı kabul etmesi moralleri yükseltirken; UCLA ve Emory’den sonra UC Irvine’den gelen – polisin şiddet kullanarak kamp alanını dağıttığı yönündeki – haberler moralleri bozdu. Başka birçok örnekte devletin ve üniversite yönetimlerinin göstericilere şiddetle karşılık verdiği görüldü. Öyle ki bazı eyaletlerde kampüs binalarının çatısına keskin nişancılar dahi yerleştirildi.
Öğrenciler, “Bu Suça Ortak Olmayın!” Diyor
Öğrenci İntifadası, içerisinde akademisyenlerin verdiği açık dersler, kampüs içi gösteri yürüyüşleri ve öğrenci taleplerinin dile getirildiği mitinglerin düzenlendiği “Gazze’yle Dayanışma Kampları” kuruyor. Öncelikli olarak üniversiteye yapılan bağışlarla silah üreticileri, İsrailli firmalar ve soykırımda suç ortağı olan diğer kuruluşlara yapılan yatırımların ifşa edilerek bunların elden çıkarılması isteniyor. Buna karşın Siyonist vakıfları ve sermaye grupları, üniversite rektörlerini yaptıkları bağışları kesmekle tehdit ederken, rektörler de Filistin destekçisi akademisyen ve öğrencileri tehdit ediyordu. Hem de İsrail tarafının soykırım niyetinin apaçık ortaya çıktığı günlerde.
Kaliforniya Üniversitesi Santa Barbara (UCSB) kampüsünde 1 Mayıs’ta başlayan ve her geçen gün büyüyen Filistinle dayanışma kampı üçüncü haftasına girdi. Anlaşılacağı üzere öğrenci hareketini işçi örgütleriyle yan yana getirebilme çabasının bir neticesi bu tarih. Rektör Henry T. Yang, 7 Ekim’den bu yana her fırsatta kampüste Yahudi-karşıtlığına (siz İsrail eleştirileri olarak okuyun) izin vermeyeceğini ifade ediyor; yayınladığı mesajlarda Filistin’e destek veren (yani Hamas sempatizanı olarak damgalanan) öğretim üyelerini, ders asistanlarını ve öğrencileri soruşturma açmakla tehdit ediyor. Buna rağmen UCSB’de eylemler şimdilik sakin bir ortamda geçiyor. Öğrenciler, hocalarının eyleme yeterince destek vermiyor oluşundan şikâyetçi. Lakin geçtiğimiz günlerde Sosyoloji bölümü öğretim üyelerinin rektörü öğrencilerin haklı taleplerini dinlemeye ve soykırım suçuna ortak olmaktan vazgeçmeye davet eden bir mesaj yayınlaması çok olumlu bir gelişme idi. Kaliforniya özelinde bir diğer önemli gelişme de 15 Mayıs’ta yaşandı. Eyalet genelindeki devlet üniversitelerinde gerçekleşen protestoların ardından, Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası 4811 (UAW), yapılan oylama sonucunda temsil ettiği (lisans öğrencisi çalışanlar, doktora ve doktora-sonrası çalışan öğrenciler, ders asistanları, vb) akademik işçilere gerekli şartlar oluştuğunda greve gitme yetkisinin verildiğini duyurdu.
Bu süreç üniversitelerle ilgili ve daha genel olarak şu olguları daha açık bir biçimde gözler önüne seriyor:
(1) Neoliberal piyasa köktenciliği bu “yüksek prestijli” üniversiteleri milyar dolarlık birer ticarethaneye dönüştürmüştür. Diğer bir deyişle, Amerikan üniversitelerinin çoğu eğitim kurumlarından ziyade gayrimenkul holding şirketleri, hedge fonlar ve portföy yöneticileri için birer sermaye kaynağı konumunda. Öğrenciler, eğitimci veya akademisyen değil – tıpkı Columbia’nın rektörü Minouche Shafik gibi – iş ve finans dünyası kökenli “portföy yöneticisi” figürlerin ne akademik özgürlükler ne de öğretim üyeleri ve üniversite personelinin genel refahı ile ilgili bir hassasiyetlerinin olmayacağının farkında. Sözgelimi gayrimenkul iştahı nedeniyle doğrudan ve dolaylı olarak yerinden edilen binlerce kişi ya da üniversitelerin sorumlu olduğu kira artışları önümüzde duruyor. Öğrencilere göre bugün yaşananlar ABD üniversitelerinin içinde yer aldığı saldırgan projenin sadece bir boyutuyla ilgili. Üniversitelerin de bir parçası olduğu bu saldırganlık kitlesel yerinden edilmeler, şiddet – özellikle Filistin örneğinde gördüğümüz üzere – yerleşimci sömürgeciliği ve soykırım üzerinden kâr elde etmek biçiminde tezahür etmektedir.
Örneğin, 2020’de yayımlanan bir raporda Harvard Üniversitesi’nin bağışlarını ve ilgili finansal varlıklarını yönetmekte olan Harvard Management Company’nin (HMC) Filistin’deki İsrail yerleşimleriyle bağlantılı bir şirketler grubu olan Booking Holdings’te 194 milyon dolarlık doğrudan yatırımı bulunuyordu. Booking.com, Kayak ve OpenTable dâhil olmak üzere bir dizi turizm işletmesinin ana şirketi olan Booking Holdings, Harvard’ın doğrudan yatırımı yaptığı ve Birleşmiş Milletler’in kınama listesinde bulunan 112 firmadan birisi.
Columbia Üniversitesi’nin işgalci İsrail’le bağlantıları daha az dikkat çekiyor. Columbia Yatırım Yönetimi Şirketi elinde bulundurduğu varlıkları değil, sadece bunlardan ne kadar kâr elde edildiğini açıklıyor. 14 Kasım 2023 itibariyle Columbia’nın en büyük üçüncü yatırımı tatil kiralama şirketi AirBnB’de bulunuyor. Bu şirket de Birleşmiş Milletler’in İsrail yerleşimleri listesinde yer alan beş Amerikan şirketinden biri. Uluslararası Af Örgütü’nün 2019 tarihli bir raporuna göre AirBnB, İsrail’in Doğu Kudüs de dâhil olmak üzere Batı Şeria’yı işgalinin ve buralardaki İsrail yerleşimlerinin uluslararası hukuka aykırı kabul edildiği bilmesine rağmen, işgal altındaki Filistin topraklarındaki İsrail yerleşimlerinde çok sayıda otel, pansiyon, turistik yer veya tur listelemeye devam ediyor.
Kaliforniya Üniversitesi’nin de İsrail tarafından işgal edilen topraklarla bağı olan işletmelerde yatırımları bulunuyor. Üniversite, havacılık, enerji ve imalat alanlarında faaliyet gösteren çok uluslu bir şirket olan General Electric’in (GE) hisselerini elinde bulunduruyor. GE ayrıca Golan Tepeleri’nde 39 rüzgâr türbini ile İsrail’in en büyük yenilenebilir enerji girişimi olan Genesis Wind projesine öncülük ediyor. Güçlü protestolara rağmen Kaliforniya’daki UC (University of California) ve CSU (California State University) sistemlerinin her ikisi de, geçen hafta, İsrail ya da “İsrail-Hamas çatışmasıyla” ilgili mevcut yatırım politikalarını değiştirme niyetinde olmadıklarını belirten açıklamalar yayınladı. UC sisteminin 23 milyar dolar, CSU sisteminin ise 2.5 milyar dolarlık toplam bağış fonu yatırımı bulunuyor.
George Mason Üniversitesi’nin portföyü de benzer bir biçim gösteriyor. İsrail’deki şubesi IDF askerlerine bedava yemek veren McDonalds’ın yanı sıra üniversitenin dünyanın en büyük silah üreticisi Lockheed Martin’de de hissesi bulunuyor. Geçtiğimiz yıl İsrail, ülke ordusunun gözdesi olan 25 adet F-35 jeti için Lockheed’e 3 milyar dolar ödedi. İsrail 2010 yılında ABD ile 2.7 milyar dolarlık bir F-35 anlaşması imzalamış ve bu anlaşma Lockheed Martin’e milyarlarca dolar kazandırmıştı. Lockheed’in F-16 uçakları bile, web sitelerine göre, “1970’ler ve 1980’lerden bu yana İsrail Hava Kuvvetleri’ne sadakatle hizmet etmektedir.”
Yukarıdaki tablo buzdağının sadece görünen yüzü. Ancak bu kadarı bile dünyanın en saygın, seçkin, prestijli üniversitelerinin gerçekte bilimsel bilgi üretiminin değil kurumsal getirileri maksimize etmenin peşinde olduğunu, bu sebepten yöneticilerini akademiden değil iş ve finans dünyasından seçtiklerini göstermeye yetiyor. Sonuç ise yaşam hakkı, adalet ve özgürlüklerden değil sermaye çıkarları için savaştan yana olan ve soykırımı destekleyen üniversiteler oluyor. Her halükarda söz konusu finansal ilişkiler ağının daha detaylı ve toplulaştırılmış bir şekilde ortaya koyulması gerekiyor. Diğer deyişle, ABD’de Filistin’i destekleyen kesimler, gazeteci Metin Cihan’ın Türkiye’nin İsrail’le arasındaki ticari ilişkileri ifşa etmesiyle ortaya çıkan etkinin bir benzerine ihtiyaç duyuyor.
(2) Askeri–sanayi–güvenlik–üniversite kompleksi sadece Filistin halkına değil tüm dünya halklarına büyük bir tehdit oluşturmaktadır. ABD’deki bu eylemler, dışarıdan bakıldığında çağın ruhunu yansıtan bazı liberal değerleri [çeşitlilik, eşitlik, kapsayıcılık (diversity, equity, inclusion, DEI] üreten bu devasa kampüslerin ezici bir çoğunlukla “askerileşmiş” oldukları, Filistin halkı ve Gazze’deki soykırım söz konusu olduğunda ise birden bire “tek tipçi, eşitsizlikçi ve dışlayıcı” bir pozisyon aldıklarını göstermiştir. “Dezavantajlı kimlikleri” gösterişçi bir kibirle “ön kapıdan” sisteme dâhil ederek evcilleştirmek ve ilk fırsatta “arka kapıdan” şutlamak şeklinde tanımlayabileceğimiz bir sistem bu. Gerçekte şu anda olan şey ise ABD’deki pek çok kampüste akademik özgürlükler ve ifade özgürlüğü ya da bunların garantisi olan anayasal hakların askıya alınmış olduğudur. Dahası Filistin dayanışma hareketine yönelik bu faşist saldırıların ve güvenlikçi kısıtlamaların farklı coğrafyalara ve hayatın diğer alanlarına yayılması tehlikesi büyüktür.
ABD’deki bu ortamın bir yandan dünyanın dört yanındaki otoriter/faşizan siyasal eğilimleri cesaretlendirirken, kimi baskıcı rejimlere de ikiyüzlü bir propaganda imkânı sunduğunu söylemek mümkün görünüyor. Örneğin KHK’larla akademisyen ihraç etme, pasaportlarına el koyma, kamu görevinden mahrum bırakma ve sivil ölüme mahkûm etme konusunda dünyada açık ara lider bir rejimin sözcülerinin, ABD’deki olayları “kaygıyla izlemelerini”, düşüncelerini ifade ettikleri için işlerini kaybeden akademisyenlere Türkiye’den destek mesajları yollayabilmiş olmasını böyle de okuyabiliriz. Bugün bütün dünyada Lockecu değerlerin süresiz tatile çıktığı liberal kapitalizmin yaldızlı bulvarlarında Hobbes’un Leviathan’ının hayaleti gezinmektedir. Gerçekten de Gazze’deki soykırım kapitalizmin sistemik krizini derinleştiren, küresel çatışmaları şiddetlendiren bir rolü de oynuyor. Uzunca bir süredir tartışılmakta olan küresel faşizmi veya Üçüncü Dünya Savaşı’nı çok daha güçlü ihtimaller olarak masaya getiriyor.
William I. Robinson, geçtiğimiz günlerde katıldığı ABD’li bir insan hakları girişimi olan Poor People’s Army’nin yayınında bu olan bitene istinaden “[K]üresel polis devleti, hem Gazze’deki barbarca soykırımda hem de ABD’deki öğrenci protesto eylemlerine yönelen şiddet ve baskıda kendisini gösteriyor. Bu gördüğümüz küresel polis devletinin faşist yüzüdür” diyordu. 30 Nisan’da İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) ve Trump yanlıları tarafından örgütlenen – ve adeta Hitler’in “Kahverengi Gömleklileri”ni andıran – faşist gruplar barışçıl ve demokratik gösteri hakkını kullanan öğrencilerin çadırlarına saldırı gerçekleştirdi. Saatlerce süren şiddet neticesinde yüzlerce öğrenci hastanelik olurken onlarcası ciddi şekilde yaralandı.
Bu süreçte toplumsal olayların bastırılmasında siyasal iktidar ve kolluk güçlerinin tutumlarıyla ilgili oldukça bilindik sahneler yaşandı. Faşistlerin organize saldırısına bilinçli şekilde göz yumularak, ortaya çıkan görüntüler üzerinden asıl suçluların Filistin’e destek veren ve soykırıma hayır diyenler olduğu yönünde bir algı oluşturulmak istendi. Bu sırada Los Angeles’ın amansız polis teşkilatı LAPD’ye ise olayları sadece seyretmesi görevi verilmişti. Hemen ertesinde, Vali yaşanan şiddetin sorumlusu olarak öğrencileri suçlayan çok sert açıklamalarda bulundu. FOX, CBS, MSNBC gibi önde gelen yayın kuruluşları ise UCLA kampüsündeki yumruklu sopalı bir arbede anını günler boyunca ekranlarında döndürüp durdular.
Böylece ülkenin en seçkin üniversitelerine Hamas yanlısı – Trump’ın deyimiyle “cihatçı” – birtakım “sözde” akademisyen ve öğrencilerin doluşmuş olduğu ve kimi tavizkar üniversite yöneticilerinin de bu durumdan sorumlu olduğu herkese “gösterilmek” istendi.[2] Böylelikle kampüslerdeki Filistin direnişine polis saldırısının ve öğrencilerin gözaltına alınma sürecinin önü açılmış oldu. Nitekim Columbia, UCLA, UC San Diego ve Emory gibi üniversitelerde polis saldırılarını takiben yüzlerce öğrenci ve çok sayıda akademisyen gözaltına alındı.
(3) “Demokrat neoliberalizmin”[3] ikiyüzlü siyaseti çökmüştür. UCLA özelinde öğrenci protestolarını hedef alan bu tepkilerin ülkedeki “çeşitlilik, eşitlik ve kapsayıcılık” programlarının ve liberal siyasetin kalesi Kaliforniya’da, hem de Demokratların lideri Biden’ın başkanlık döneminde verildiğini not etmekte yarar var. Zaten Hillary Clinton da “üniversite kampüslerindeki radikalizm”den, “eğitim adı altında terör propagandası” yapılmasından, TikTok gibi platformların dezenformasyonu yaygınlaştıran rolünden yakınıyordu. En liberal bilinen kurumlarda bile İsrail’i eleştiren, Filistin’in bağımsızlığını ve işgale direnişini destekleyen her türlü görsel, şiir, slogan, kıyafet, renk, vb. anti-semitizmden tutun terörizm destekçiliğine uzanan suçlamalarla, çeşitli bürokratik engellemelerle ve ciddi hukuki yaptırımlarla karşı karşıya kalıyor.
Bu baskı siyasetinin bir diğer ucunda ise İsrail devleti var. Ülkenin en büyük medya kuruluşlarından biri olan İsrailli haber sitesi Ynetnews, İsrail hükümetinin ABD’de eylemlere katılan/destek veren öğrencileri, öğretim üyelerini ve yöneticileri fişlemek, taciz etmek ve susturmak için geniş kapsamlı bir gizli kampanya başlattığını duyurdu. Buna göre İsrail Dışişleri ve Diaspora İşleri bakanlıkları ABD üniversitelerinde “utandırma ve baskı” operasyonları yürütmek üzere bir “görev gücü” kurdu. Ynetnews’e göre Dışişleri Bakanı Eli Cohen başkanlığında üst düzey hükümet yetkililerinden oluşan görev gücü, kendisini eleştirenlere karşı siyasi ve psikolojik operasyonları içeren çok yönlü bir “eylem planı” hazırladı. Plan, “antisemitik” [tabii ki Filistin yanlısı/soykırım karşıtı olarak okunabilir] öğrencilere ekonomik ve istihdam sonuçları doğurmayı ve üniversiteleri onları kampüslerinden uzaklaştırmaya zorlamayı” amaçlıyor. Plan, alınan önlemlerin “üzerinde İsrail Devleti’nin imzasının bulunmaması gerektiğini” belirtiyor.
Claudine Gay’in Harvard Üniversitesi rektörlüğünden istifa etmek zorunda bırakılması siyah-karşıtı ırkçıları sevince boğarken AIPAC ve ADL gibi yapıların ve Siyonist lobilerin olduğu kadar söz konusu görev gücünün de iç politikadaki etkisini gösterdi. Şüphesiz ki bu sert politik iklim, küresel jeopolitik ekonominin gidişatını, polisi devleti uygulamalarının ve askerileşmiş birikim dinamiklerinin nasıl küreselleştiğini takip eden dikkatli izleyiciler için şaşırtıcı değil.[4] Ancak İsrail-Filistin meselesinde Cumhuriyetçi Trump’ın apartheid devleti yanlısı ve soykırımı destekleyen faşist diliyle liberal demokratların böyle aleni biçimde aynılaşıyor olması, ülkedeki “çeşitlilik, eşitlik ve kapsayıcılık” programlarının ve liberal siyasetin sınırlarını ve iki yüzlüğünü bir defa daha ele veriyor.
Şüphesiz bu durum Türkiye’deki reformist/demokrat neoliberaller için büyük bir sıkıntı kaynağı oluyor. Mesela AKP’ye muhalif kesimlerin en çok takip ettiği gazetecilerden Nevşin Mengü’nün 7 Ekim’i izleyen ilk günlerde bir canlı yayında kullandığı “Filistinlilik diye bir olgu oluşa gelmedi. Filistinlilik diye bir kimlik yok. Filistinlilik meselesi diye bir şey yok” ifadesi, liberalizmin faşizmle ve korkunç soykırımla uzlaştığı bu zeminin nasıl oluştuğuna dair bir fikir verebilmelidir. Hatırlayalım; Filistin’i Yahudi yerleşimcilerin sömürgesi haline getiren süreç, 1940’larda onu “ülkesi olmayan bir halk için halkı olmayan bir ülke!” olarak formüle eden ve daha sonra Siyonizmle özdeşleşmiş olan hastalıklı düşünceyle yakından ilgiliydi. Dolayısıyla, Mengü’nün aynı yayında tercih ettiği ifadeyle “Filistin bilmem nesi” hiç var olmadığına göre soykırım diye bir şey de söz konusu olmayacaktır.
Benzer bir söyleme yüzlerce yıl süren yerleşimci sömürgeciliği üzerine kurulmuş ABD’nin uydurma “resmi tarih” tezlerinde de rastlıyoruz. Bu ülkenin hikâyesi aynı türden bir “boş topraklar” (yani geldiğimizde kimse yoktu; buraları ilk biz “keşfettik”) safsatasına yaslanır ve soykırıma uğratılan yerli halklar yok sayılırken, Kristof Kolomb gibi cani bir tecavüzcü ve seri katil kahramanlık mertebesine yerleştirilir.
(4) Yaygın güvencesiz çalışma koşulları, öğrenci borçluluğu ve ticarileşme/metalaşma soykırıma karşı Filistin’le dayanışma eylemlerini emekçi sınıfların mücadelesiyle birleşmeye zorlamaktadır. İsrail, dünyanın açık ara en fazla “askerileşmiş” ülkesi. Ekonomisinin ağırlık merkezinde yüksek teknolojili askeri-sanayi-ulusal güvenlik kompleksi bulunmaktadır. Bu yapı sadece İsrail topraklarıyla sınırlı olmayıp, küresel kapitalist ekonomiyle derin bir eklemlenme içerisindedir. Dolayısıyla İsrail’i soykırımla suçladığınızda aslında temsil ettiği ulusötesi kapitalist çıkarlara saldırmış olursunuz. Norman Finkelstein Holokost Endüstrisi kitabında İsrail’in soykırımı siyasi ve iktisadi bir getiri vesilesine nasıl dönüştürdüğünü anlatmaktaydı. Bugüne gelindiğinde soykırım endüstrisi bunun çok ötesinde anlam ve boyutlar kazanmıştır. Sonsuz bir mahkum emeği arz kaynağı, “insanlık artıklarının” (surplus humanity) kapatıldığı özel Mega-Hapishaneleri, Sınır Koruma/Güvenlik Programları (Avrupa Birliği ve ABD–Meksika sınırlarında), (Küresel) Toplumsal İsyanları Kontrol Sistemleri piyasası (global riot control systems market), siyasi şiddet salgınlarıyla (political violence contagion, PVCs) mücadele gibi yaratıcı isimler verilen uygulamalar, tamamı özel şirketlere havale edilmiş milyar dolarlık çok büyük ve karlı işlerdir. Bu yolla yönetici sınıflar toplumsal kontrol araçlarıyla birikim stratejilerini daha önce görülmemiş ölçüde birleştirebilmişlerdir. Yönetici sınıflar savaş ve baskıcı mekanizmaları hem siyasi hem de iktisadi sebeplerle istemekte ve adeta bir taşla iki kuş vurmaktadır. Biden’ın geçtiğimiz günlerde onay verdiği İsrail, Ukrayna ve Taiwan’a yönelik 95 milyar dolarlık yardım paketi buna en iyi örnektir.
Uluslararası İlişkiler disiplininin realist (gerçekçi) geleneğinin en önemli isimlerinden John Mearsheimer, geçtiğimiz günlerde Stephen Walt’la birlikte katıldığı bir programda şunları söylemişti: “İkimiz de realistiz ve dünyada işlerin nasıl yürüdüğüne dair realist teorilerimizle biliniriz (…) [Ancak,] hiçbir ciddi teorisyen yoktur ki teorisinin her zaman doğru olduğunu iddia etsin (…) Ve sanırım İsrail Lobisi örneği ikimizin de temel teorileriyle tezat oluşturuyor (…) Bana kalırsa bu realizmin neden uluslararası siyasette izlenecek için en iyi yol olduğunu gösteriyor (…) Eğer realist teoriyi izlemezseniz kendi başınıza pek çok dert açarsınız. İşte ABD’nin İsrail’le ilişkisinde olan şey bu. Kayıtsız şartsız İsrail’i desteklemek suretiyle kendi başımıza bir sürü dert açıyoruz. Yapmanız gereken Gazze’de yaşananlara bakmak.” Mearsheimer, Biden yönetimi altında ABD’nin İsrail lobisi yüzünden kendi ulusal çıkarlarına aykırı hareket etmek zorunda kaldığını ifade ediyor. Doğrudur. ABD’nin onun anladığı anlamda bir “ulusal çıkarlar” doğrultusunda davranmadığı gerçektir; ancak bu soykırıma verilen koşulsuz desteğin İsrail lobisinin etkisiyle çarpıtılmış irrasyonel kararlardan ibaret olduğu anlamına gelmez. Mearsheimer’in kuramsal modeli, muhafazakâr doğası gereği, bu noktada ağırlık kazanan ulusötesi (sınıf) çıkarlarının ayırdına varamıyor. Oysaki Filistin ve Gazze’deki soykırım ulusötesi kapitalist bir saldırıdır; Covid-19 saldırısından, görülmemiş safhaya ulaşan iktisadi yoksullaşma/eşitsizlik ve yaygınlaşan güvencesizlik saldırılarından, ekolojik tahribattan ve diğer toplumsal baskı ve kontrol sistemlerinden ayrı düşünülemez. Olguyu bu yönüyle alan bir dizi çalışma daha önce Praksis Güncel’de yayımlanmıştı.
İşte, bugün başta ABD olmak üzere dünyanın birçok ülkesindeki kampüslerde öğrenciler (ve şimdilik sınırlı olsa da onlara destek veren akademisyenler) bu ulusötesi kapitalist çıkarlara çomak sokuyorlar; sistemin sinir uçlarına dokunuyorlar. ABD’de kampüsler çok önemli ölçüde öğrenci işgücü istihdam eden yerler. Kütüphaneler, kantinler, yurtlar, spor salonları ve etkinlik merkezleri, vb. bütün pozisyonlarda akıl almaz boyutlara ulaşmış öğrenim kredisi borçlarını ödeyebilmek için çalışmak zorunda olan öğrenciler istihdam ediliyor. Elbette bu işlerin esnek ve güvencesiz nitelik taşıdığını söylemeye gerek yok. Aynı şey neoliberal üniversitenin hem düşük gelir hem de güvencesizlik kıskacında kıvranan akademik-işçileri için de geçerli. Kısacası öğrenci intifadası bu yönüyle sınıfsal bir hoşnutsuzluğu da içinde barındırıyor. Derin bir ekonomik ve siyasal meşruiyet krizi içinden geçen sistemin kapitalist yönetici sınıflarının, kontrol ettikleri savaş aygıtlarıyla insanlık artıklarına karşı ulusötesi bir saldırı başlattığı bu kesitte, Filistin direnişinin işçi sınıfının mücadele gündemiyle buluşması zorunluluğu bulunuyor.
[1] Assange ile yapılan 8 Ekim 2011 tarihli röportajdan. Bkz. https://www.youtube.com/watch?v=4j4Q6e_wbwM [Erişim tarihi: 01.16.2024].
[2] Ulusal haber medyası protestoların “öğrencilerin yeterince seks yapmamasından”, “üniversite topluluğunun kaybolmasından”, “cumhuriyetçi milletvekillerinin bu kamplaşmayı bir fırsat olarak görmelerinden”, hatta “öğrenci aktivistlerin İran adına faaliyet gösteren gruplar olmalarından” ve öğrencilerin “Covid sürecinden kaynaklanan uzun süreli öfkelerini nihayet serbest bırakmalarından” kaynaklandığı yönünde çarpıtma amaçlı “haberler” yaptı. Burada protestocuların gerçekten ne istedikleri ya da bu taleplerin Gazze’ye yönelik devam eden saldırılarla ilişkisi gözden kaçırılmak istenmişti.
[3] Burada Praksis’in 64. sayısının dosya başlığına (“Demokrat” Neoliberalizm, Sol ve Sınıf Siyaseti) atıf yapmak istedim. Sayının editörlerinin yazı çağrısını hazırlarken bir amaçlarının da bu ikiyüzlülüğü göstermek olduğuna inanıyorum. Ayrıca yine Praksis’in 61. sayısında yayımlanan çalışmada benzer bir kaygıyı aktarmıştık.
[4] 15 Nisan tarihli Amerika’nın Sesi (VOA) Türkçe yayınına katılan Türkiye kökenli İsrailli bir veri analisti, Gazze’deki soykırım ve İran saldırılarının İsrail ekonomisine olumlu etkileri üzerine soğukkanlı bir fayda-maliyet analizi sundu. Röportajda “askerileşmiş birikim” kavramıyla ne kastettiğimizi çok yerinde örneklendiren ifadeler kullanılıyor: “İsrail’in 7 Ekimden beri yürüttüğü savaş 51-52 milyar dolara mal oldu. Sadece bir gecede yani 13 Nisan gecesindeki savunma sistemi yaklaşık 1,3 milyar dolara mal oldu. Burada bir maliyet asimetrisi söz konusu. [Çünkü] İran bu dronları [İsrail’e çıkan maliyetlere kıyasla –Y.N.] çok daha ucuza mal etmiş durumda (…) Ancak İsrail, (…) G7 ülkeleri ve özellikle ABD gibi, savunma sanayisine bir harcamada bulunduğunda bu çok daha fazlasıyla ekonomisine katkı sağlayabiliyor, yaklaşık 3-5 yıl içerisinde. Bunun temel nedenlerinden bir tanesi ticarileşebilme (commercialization) olanakları. Bu nedenle kısa vadede ciddi anlamda maliyetli görünse de özellikle uzun vadede bu süreç ve bu maliyetler İsrail ekonomisine olumlu yansıyacak gibi görünüyor.” Program sunucusu vermek istediği mesajın altını şu sözlerle çiziyor: “Yani, bu krizler İsrail’in savunma sanayisini geliştiriyor ve daha fazla para kazanmasını sağlıyor anlamında mı söylüyorsunuz?” Konuk iktisatçı/veri analistine göre bir “start-up devleti” olan İsrail’in ekonomisinde medikalden tarıma bir çok sektörün teknoloji tabanı savunma sanayisi kökenli olduğu için ülkenin güvenliğini tehdit eden her şey İsrail ekonomisine olumlu katkı yapıyor. Ana akım iktisat teorisinin Jeffrey Sachs gibilerin bile ardına saklanmaktan vaz geçtiği lâ-ahlakilik saçmalığı ile Siyonistlerin ulusötesi kapitalist “çıkarları” birleştiğinde soykırımcı apartheid devleti İsrail, soğukkanlılıkla bir “start-up” devleti olarak takdim edilebiliyor.
Görsel Bilgisi: UCSB öğrencileri Filistin’le dayanışma amacıyla North Hall ile kütüphane arasında “özgürleştirilmiş alan” olarak hizmet verecek bir kamp kurdu. Kaynak: https://www.noozhawk.com/ucsb-students-set-up-encampment-in-solidarity-with-palestine-joining-wave-of-campus-protests/ (Rebecca Caraway / Noozhawk)
M. Gürsan Şenalp
Atılım Üniversitesi İktisat Bölümünde görev yapmakta olup Kaliforniya Üniversitesi Santa Barbara Sosyoloji bölümünde misafir araştırmacı olarak çalışmalarını sürdürmektedir. Praksis dergisi yayın kurulu üyesidir.