Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

Küresel kapitalizm, küresel Apartheid ve “artık insanlık”: 6 Şubat’ın gösterdikleri

Bu içeriği paylaş:

Giriş

Geçen yıl bu tarihlerde Praksis’in “Bağımlı Finansallaşma: Türkiye ve Küresel Güney’de Dönüşüm” başlıklı 61. sayısını hazırlama telaşı içerisindeydik. Zaman 6 Şubat gecesinde durdu; sözler “o an” tüm anlamını yitirdi. Aşağıdaki ilk bölüm dosyanın editörleri Elif Karaçimen ve Ali Rıza Güngen’le birlikte kaleme aldığımız “Bu Sayıda” kısmından. Depremin birinci yılı vesilesiyle Praksis Güncel’de paylaşmak istedik. Ardından depremden bir yıl sonra neredeyiz sorusuna –dünyadaki gelişmelerin de ışığında– cevaplar aramaya çalışıyoruz.

***

Bir yıl önce…

6 Şubat 2023 sabahına Türkiye tarihinin en büyük felaketiyle uyandık. Maraş merkezli 7,7 şiddetindeki deprem, milyonları evlerinde en derin uykularında yakaladı. On binlerce bina bir anda çöktü. Maraş, Hatay, Adıyaman, Malatya, Antep, Urfa, Diyarbakır, Adana, Kilis ve Osmaniye ya neredeyse tamamen yıkıldı ya da büyük yaralar aldı. İlk saatlerde kendi imkânlarıyla enkaz altından çıkmayı başarabilenler, bir zamanlar evleri olan moloz yığınları arasında, bir tarafta bitmek bilmeyen artçı sarsıntılar diğer tarafta dondurucu soğukla mücadele ederek ve adeta “tırnaklarıyla kazıyarak” sevdiklerine ulaşmaya çalıştılar. Deprem dokuz saat sonra bu defa 7,6 şiddetinde döndüğünde, insanlar yağmalanmaktan, yolsuzluktan, plansızlık ve hazırlıksızlıktan ve nihayet liyakatsizlikten adım atmaya mecali kalmamış kamu gücünün sağlayamadığı suyu, yemeği, erzakı evinden sağlamak için belki de biraz ısınıp çıkmak için binalarına girdikleri sırada bir defa daha yıkıldılar. Acımız tarifsiz.

Bugün “resmi” olarak açıklanan can kaybı 50 binin üzerinde; ancak, gerçekte ne yazık ki bunun kat be kat üzerinde bir kaybımız olduğunu biliyoruz.[i] 6 Şubat 2023’te yaşanan felaket, faşizmle arasında, kazanacağını düşündüğü müddetçe halkın önüne koyduğu seçim sandığı kadar bir mesafe kalan rejimin, krize (ve muhtemel diğerlerine) müdahaledeki kapasite zafiyetini ve Erdoğan figürü etrafında kümelenen egemen sermaye bloğunun bekasını korumaktan başka hiçbir önceliği ve duyarlılığı olmadığını bir defa daha gösterdi. AKP içindeki belli gruplara yakınlık, Diyanet’te kariyer yapmış yahut İmam Hatip mezunu veya Ensar gibi dinci vakıfların mensubu olmak gibi kriterlerle oluşturulan AFAD yönetiminin acizliği artan kayıpların ardındaki nedenlerden birisi oldu.

Rejimin, afetle mücadelede gösterdiği zafiyet, öfkesi ve kibrini de büyüttü. Koalisyon ortakları Erdoğan ve Bahçeli, depremzedelerin yardım çığlıklarını, muhalefetin eleştirilerini ve sosyal medyada çığ gibi büyüyen tepkileri hakaretler ve tehditler yağdırarak sindirmek istedi. Sahadaki bakan, milletvekili ve bürokratlar da halkın yardım taleplerine “sırıtarak” veya “telefonlarıyla oynayarak” cevap verdiler. Düzenin propaganda aygıtları ve bölgedeki muhabirleri “devlet nerede?”, “şu kadar gündür devletin tek bir yetkilisi gelmedi!”, “içecek bir damla suyumuz yok!”, “üşüyoruz, donuyoruz!”, “çadır istiyoruz, çadırlar nerede!” diye haykıran, çaresizce yakınlarının kurtarılmasını veya cenazelerine ulaşmayı bekleyen deprem mağdurlarından mikrofonları kaçırdı, sesleri duyulmasın diye sözlerini kesti.

Saray rejimi ve tek adamcı bürokratik sefalet, bu süreçte yine en iyi bildiği şeyleri yaptı. Bölgede OHAL ilan etti. Enkazda kurtarılmayı bekleyen insanların dışarısıyla tek bağlantısı olan popüler sosyal medya mecraları bant daraltılarak saatlerce engellendi. Çeşitli mecralara erişim engelleri, yayın yasakları ve cezalar yağdırıldı. Muhalif sosyal medya hesapları hakkında soruşturmalar açıldı. Tüm ülkede üniversiteler derhal kapatıldı; öğrenciler yurtlarından apar topar çıkarıldı. Lakin ülke tarihinin en büyük felaketi yaşanırken Borsa İstanbul üç gün boyunca açık bırakıldı; ne de olsa yağma her şeye rağmen devam etmeliydi. İktidarın darbe korkusu askerlerin kışlada tutulmasına, emekçi korkusu ise madencilerin havaalanında bekletilmesine sebep oldu. Bölgedeki en güçlü ve örgütlü siyasi parti olan HDP’nin yardımlarına valiliklerce el konuldu; halkın dayanışması engellenmek istendi. Devletin felç geçirdiği böylesi bir ortamda organize dayanışma faaliyetleri yürüten TKP’li gönüllüler gözaltına alındı. Yetmedi, yardım toplama ve dağıtma merkezine dönüştürülen Pazarcık Hasankoca Cemevi’ne “kayyum” atandı.

Saray’ın havuz ve sosyal medyasıyla kamu bürokrasisindeki trolleri, devlet kurumlarına güvensizlik neticesinde yardım ve bağışların yağdığı Ahbap gibi sivil girişimlere operasyon çağrıları yaparak toplumsal dayanışmayı baltalamaya yeltendiler. Depremzedelere yardıma koşan herkesi –kendileri gibi rant peşinde bildikleri için– engellemeye çalıştılar. İlerleyen günlerde Kızılay’ın elindeki çadırları –ihtiyaç sahibi yüzbinlerce insana ulaştırmak yerine– gönüllü yardım kuruluşlarına fahiş fiyatlarla sattığı” ortaya çıktı. Ne de olsa yağma her şeye rağmen devam etmeliydi hatta bundan daha iyi bir zaman olamazdı. Polis, “bu katliamın hesabını soracağız!” diyen, depremin değil rantçı düzenin öldürdüğünü haykıran TİP’lilere ve Emek ve Özgürlük İttifakı bileşenlerine saldırarak “devlet burada” mesajını vermiş oldu. Böylece “Türkiye Yüzyılı” propagandasının gerçek yüzü gizlenebilir sanıldı. Bunun yapılamayacağı anlaşılınca en az herkes kadar mağdur olan Suriyeli ve Afgan göçmenlerin “yağmacı” denerek günah keçisi ilan edilmesi sağlandı. Depremzedelerin ve kamuoyunun tepkisini iktidar ve ortaklarına değil de zayıf ve savunmasız olanlara yöneltmesi hedeflendi. Amaçlanan olmadı; ülkenin her yerindeki spor müsabakalarında stadyumlar ve salonlar on binlerin “Hükümet istifa!” sesleriyle inledi.

İktidarın “hayatın olağan akışına aykırı” bütün bu uygulama ve kararlarının topluma karşı en az depremin kendisi kadar büyük bir tehdit olduğu; bu büyük yıkımın yaralarını sarmanın ve tekrarını önlemenin yegâne yolunun ise AKP ve betonarme kapitalizminden bir an evvel kurtulmaktan ve “felaket yoluyla birikim” kanallarını kurutmaktan geçtiği görülmüş oldu. Praksis olarak tekrar Türkiye ve Suriye halklarının başı sağ olsun diyoruz. Dayanışmayla emekçilerin ülkesini ayağa kaldıracak ve bu korkunç insan-kırımının hesabını siyasal iktidarından bürokratına, belediye başkanından yapı denetçisine, imar plancısından müteahhidine suçu/ihmali bulunan herkesten soracağız.

***

Bir yıl sonra…

Elbette deprem gibi doğal felaketlerin önüne geçilemezse de yıkıcı etkileri hafifletilebilir. Pekâlâ, aradan geçen bir yılda toplum olarak hangi dersleri aldık? Bu amaçla hangi adımlar atıldı? Halkımızın yaraları bir nebze de olsa sarıldı mı? Depremzede yurttaşlarımıza barınma, beslenme, temiz su, sağlık hizmeti sağlanıyor mu? Görülmemiş büyüklükteki bu travmanın ardından insanlarımıza özellikle de yakınlarını ailelerini yitirmiş çocuklarımıza ve gençlerimize etkin ve düzenli psikolojik rehabilitasyon ve sosyal hizmet desteği verilebildi mi? Deprem sonrasında çocuklar için okula dönüşte ne tür zorluklar yaşandı; bunlar aşılabildi mi? Yasal sorumluluğu bulunan kamu görevlileri, bürokratlar, yerel yöneticilerden görevlerini ihmal eden veya kötüye kullananlar tespit edildi mi? Bunlardan hesap soruldu mu? Sorular önümüzde dağ gibi yığılmış durumda.[ii]

Bu sorulara Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Hatay’da şu yanıtı verdi: “Bir gerçeği sizlere şu anda söylüyorum. Merkezi yönetimle yerel yönetim el ele vermezse, dayanışma halinde olmazsa o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay’a geldi mi? Bak, şu anda Hatay garip kaldı. Hatay mahzun kaldı.” Bu sözler, “devletin tarafsız başı” tarafından Hataylı depremzedelerin gözlerinin içine bakılarak sarf edildi. Cumhurbaşkanı, kişiliğinde cisimleştirdiği AK Parti-devletine oy vermeyen şehir ve bölgelere hizmet vermediklerini; ölçüsüzce yağmaladıkları için son derece kısıtlı kalan kamu kaynaklarıyla yapılan arama-kurtarma-yeniden yapılandırma çalışmalarında ilgili bölgede Cumhur İttifakına verilen oy oranları ile bölgenin etnik ve mezhepsel özelliklerine (Sünni, Türk, Arap, Kürt, Alevi ve bunların farklı kompozisyonlarına) bağlı olarak muhtemelen on binlerce insanın hayatlarına mal olan bir “tercih” siyasetinin devreye girdiğini tevil etmiş oldu.

Söylenmeli ki karşımızdaki şey, mülksüzleştirme yoluyla kent hakkının sistematik biçimde neoliberal yağması ile ırkçı, etnik ve mezhepçi ayrımcılığın bir bileşimidir. Bu sözlerin, tarihinde sayısız katliam ve kıyım görmüş bu topraklarda çok ürkütücü bir karşılığı olduğu da eklenmeli. Dolayısıyla böyle bir zihniyetin hüküm sürdüğü ortamda sorumlulukları olan kamu görevlilerinden hesap sorulması –eğer ki rejim-içi-klikler arasında cereyan eden bir hesaplaşma yoksa ortada– çok zordur. İçerisinde burjuva hegemonyasının hala istikrarlı olduğu ve Poulantzas’ın kapitalist devletin “normal biçimi” diye tarif ettiği koşullarda yaşıyor olsaydık, bu bir yıl içinde yukarıdaki soruların bazılarına Cumhurbaşkanının verdiği cevap dışında bir cevap alınabilirdi. Ancak derin hegemonya kriziyle malul bir “istisnai” devlet biçiminin hüküm sürdüğü mevcut durumumuzda bu mümkün değildir.

Yirmi birinci yüzyılda “yeni faşizm”in ana hatları, küresel toplumda 11 Eylül saldırıları ile 2008-9 küresel finansal krizi arasında hızla şekillendi. Sistemi içi ılımlı (yani neoliberal) reform çabalarının geldiği noktada görülmemiş türden küresel eşitsizlikleri, yükselen aşırı-sağ popülist figürleri, büyüyen ırkçı partileri, derinleşen iklim ve ekoloji krizini ve nihayet gezegeni büyük güçler arasında çıkacak yeni bir küresel savaşın eşiğine getiren jeopolitik gerilimleri kaygıyla gözlemliyoruz. COVID-19 pandemisinin bu süreci iyice ağırlaştırdığı ise bir başka gerçek. Bir bütün olarak küresel düzen giderek daha baskıcı ve otoriter bir hal alırken ulusal devletlerin veya ulusal yönetimlerin belirli “istisnai” biçimleri, ulusa ve bölgeye özgü tarihsel yapılar, toplumsal ve sınıfsal güçler, siyasi koşullar ve konjonktürler temelinde gelişiyor. Mesela ABD ve İsrail’de süreç bu ülkelerin küresel savaşlar ve askerileşmiş küresel birikim ya da küresel savaş ekonomisi ağlarına giderek daha fazla dolanmasıyla; yani savaşa daha fazla bağımlı olmalarıyla bir arada yürüyor. İsrail’in Gazze’de giriştiği soykırımı bu yönüyle değerlendiremeyen çözümlemeler en azından eksik kalmaktadır. Bu, elbette Türkiye’de de zaman zaman gözlemlenen –ancak 2015/2016 yıllarından bu yana güçlenen– bir eğilim olmakla beraber, “helal süt emmiş” ve “alnı secdeye değen” yeni egemen yönetici sınıf fraksiyonumuzun önüne bu defa 6 Şubat’ta, devasa bir “felaket yoluyla birikim” penceresi açılmıştır.

Çoğumuzun ekranlardan bile bakmaya yüreğinin yetmediği yıkım sahasında, bu devleti “bir şirket gibi yönetmek” isteyen siyasetçinin/burjuvanın “farklı şeyler” görmesi bu yüzdendir: Senin inanılmaz bir yıkım, facia ve acıyı gördüğün yerde o sadece yeni kar fırsatları ve devasa kamu ihalelerini, yaygın bir “rantsal dönüşümü” ve yeni “komisyon bedellerini” görmektedir; senin “depremzede” dediklerin ise onun için sadece “artık insanlık”tan ibarettir. Depremzedeyi kâh “sırıtarak” kâh “telefonuyla oynayarak” veya “azarlayarak” savuşturan insan müsveddelerinin gözlerine, sözlerine ve buyruklarına işte bu canavarca soğukluk/hissizlik yansır.

Çok boyutlu, küresel bir insanlık krizinin çok şiddetli seyrettiği günümüzde artık insanlık sorununa nasıl yaklaşılmalı konulu korkunç bir dersi ise İsrail devleti vermektedir. Filistinli “kardeşlerine” karşı etnik temizliğe giriştiği halde Saray’ın yakın çevresi ve iş ortakları apartheid devletinden gelen kanlı paraya bir türlü hayır diyememektedir. Saray rejimi arada sırada şeriat ve hilafet çağrısı yapılan Filistin’e destek mitingleri düzenlese ve hatta kimi uluslararası platformlarda İsrail’e karşıymış gibi görünse de sınıfsal çıkarları gereği her zaman ondan yanadır.

Bu geçişler sadece Türkiye’de olmuyor şüphesiz ancak bu coğrafyaya özgü bazı durumların varlığından bahsedilebilir. Hatırlayalım; ülkemizin geleneksel yönetici sınıfları 2001’deki ülke tarihinin en büyük iktisadi krizine, İslamcılığın ve piyasacılığın ılımlı/liberal bir sentezi diye pazarlanan, AKP ve (şimdi FETÖ denilen) Gülenciler arasındaki koalisyon formülüyle “reformist” bir cevap vermişti. O zaman Ergenekon Terör Örgütü diye anılan Batıcı–Laik müesses-nizamın da bu son derece heterodoks çözüme rıza göstermesi sağlandı. Sonu rejim değişikliğine çıkacak olan bu görkemli dönüşüm, yedi düvelin desteğiyle, 2008-2014 yılları arasında Ergenekon–Balyoz–KCK gibi devasa boyutlardaki siyasi davalarla zirveyi görecek, 17-25 Aralık süreçleriyle ciddi manada sarsılacak, ancak 15 Temmuz 2016’daki -CHP’nin 15 Temmuz Araştırma Raporu’na yazdığı şerhteki tespite göre, “öngörülmüş, kışkırtılmış, bastırılmamış”- darbenin ardından (Erdoğan ve çevresi açısından) “başarıyla” tamamlanacaktır. Küresel finansal krizi izleyen yıllar boyunca Türkiye ekonomisini dalga dalga vuran ve son çalışmalarında Erinç Yeldan, Ahmet Haşim Köse ve Korkut Boratav hocalarımızın işaret ettiği büyük bölüşüm şokları ise işte bu görülmemiş derinlikteki siyasal meşruiyet kriziyle birleşmektedir. Yukarıda Türkiye’nin bu konudaki bazı özgünlüklerinden bahsetmiştik. Brezilya’da Bolsonaro, ABD’deki Trump ve benzeri aşırı-sağ popülist liderler iktidara geldikten sonra sistem içi kuvvetli kurumsal tepkilerle ve hatta seçim yenilgileriyle boğuşurken, Erdoğan ve AKP’si bu türden kritik meseleleri çoktan aşmış durumdadır. Deniz Yıldırım’ın aynı adlı kitabında koyduğu isimle “Saray Rejimi” etrafında konsolide olan Türkiye yönetici sınıfları, burjuva güçler ayrılığı prensibi açısından bütün dengeleyici mekanizmaları ve nihayet Yargıtay’ın Can Atalay kararında görüldüğü üzere anayasal düzeni parçalayıp bir yana atan büyük “başarılarıyla” yeryüzünün tüm proto-faşist hareket, eğilim ve liderlikleri için parıltılı bir yol gösteriyor.

Dolayısıyla, yeni faşizmin bütün işaretlerinin ülkemiz dâhil olmak üzere yerkürenin her yerinde güçlü biçimlerde hissedilmesi tesadüf değil. Nedir o işaretler? Ulusötesi sermaye ile gerici siyasi iktidarın iç içe geçmesi; artan askerileşme, eril ve fanatik ideolojilerin yükselişi, ırk/kültür üstünlüğünü ve idealize edilmiş efsanevi bir geçmişi kucaklayan yabancı düşmanlığı; bunların ekonomik olarak güvensiz ve sosyal olarak hoşnutsuz kesimler arasında bir kitle tabanı bulması; çalışan ve orta sınıfların ayrıcalıklı tabakaları arasında ekonomik istikrarsızlık ve buna eşlik eden sosyal kaygılar; toplumsal gerilim ve çelişkileri günah keçilerine (göçmen işçiler, etnik ve dinsel azınlıklar, vb.) karşı ırkçı bir seferberliğe dönüştürmek ve karizmatik liderlik arayışı. Bu işaretlerin çoğu Erdoğan’ın İslamcı sosla bulanmış Saray rejiminde de karşılık buluyor. Düzen muhalefetinin asli işlevi ise her zaman olduğu gibi toplumu ne pahasına olursa olsun bu cenderenin içerisinde kalmaya ikna etmek.

Küresel kapitalist ekonomi açıkça bir apertheid sistemidir; bu sistem içinde konumunu iyileştirmeyi hedefleyen yerel iktidarlar da bu küresel apartheid sisteminin ulusal bağlantı noktalarını oluştururlar. Günümüzün devasa boyutlu insanlık krizi her geçen gün derinleştikçe milyonlarca insan artık insanlık saflarına katılmaktadır. 6 Şubat’ta yüz binin üzerinde canımızı rantçı düzene feda ederken, hayatta kalan ancak sevdiklerini, evlerini, işlerini, birikimlerini, hatıralarını ve umutlarını kaybeden milyonlarca insanı bekleyen -tabiri caizse- toplumsal deprem budur.

 

[i] Kaldı ki yerel seçimlere doğru giderken rejimin memurları kayıplarımıza dair gerçek rakamları itiraf etmeye başladı.

[ii] Alican Uludağ imzalı 5 Ocak 2024 tarihli DW haberine göre bugüne kadar yürüyen soruşturmalarda “herhangi bir kamu görevlisi sanık sıfatıyla mahkeme önüne çıkarılmamış” durumda. Yani, yıkılan binalarda sorumluluğu bulunan kamu görevlileri hakkında – bazı bilirkişi raporlarında bunlara tali kusurlar atfediliyor olsa da – denetim görevini ihmal ettiği iddiasıyla şimdiye kadar açılmış bir dava bulunmuyor.

M. Gürsan Şenalp

Atılım Üniversitesi İktisat Bölümünde görev yapmakta olup Kaliforniya Üniversitesi Santa Barbara Sosyoloji bölümünde misafir araştırmacı olarak çalışmalarını sürdürmektedir. Praksis dergisi yayın kurulu üyesidir.

Bu yazı için gösterilecek etiket bulunmamaktadır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir.