Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

Günümüzde sosyalist[*] olmanın anlamı üzerine

Bu içeriği paylaş:

Kapitalizm, neoliberalizm olarak bildiğimiz en gelişkin formuyla birlikte parçalara ayrılmakta. Ancak bu son daha iyi bir dünya hedefini taşıyanların eseri olmadığı için özgürlüklerin değil de yoksulluğun, savaşın ve felaketlerin artışını beraberinde getiriyor. Üstelik kapitalizmin 1970’lerde, en büyük kriz dönemlerinden birinde, yeryüzü üzerinde mutlak anlamda hâkim olabilmek için gerçekleştirdiği bu neoliberal ütopya yıkılmakta olsa da hala önemli bir misyonu yerine getirmeye devam ediyor: Tahakküm altına aldığı insanları, özgürlüklerini kazanmak için mücadele ettikleri kolektiflerin parçaları olmak yerine bir yandan sermaye birikimi açısından etkililiklerini koruyan öte yandan da öfkelerini kendilerine gösterilen hedeflere yönelten ve bireysel kurtuluş peşine düşen kişilerden oluşan kitlelere çeviriyor… İnsanlığın, geçmiş romantik zamanlardan geriye kaldığını varsaydığımız son masumiyet kırıntılarını dahi yitirmiş olduğu bir zamanda yaşıyoruz.

Tüm bu durum; ülke ve dünya üzerindeki yenilgiler ve gerilemeler de dikkate alınırsa sosyalist hareketin atılım yapmasını yeniden zorunluluk haline getirdiği gibi bir yandan da toplumsal zemini  sosyalistlerin [*] altından çekip alıyor. Sosyalist fikirlerin ve örgütlenmenin yayılmasına ne kadar çok ihtiyaç duyuyorsak bunun gerçekleşmesini çoğu zaman bir o kadar da zor buluyoruz. Bu durum sürdükçe sosyalistlerin birbirine duyduğu güven de kayboluyor. Elde edilen başarılar da genel sosyalist kamuoyu nezdinde heyecan uyandırmaktan ziyade kadük kalma tehlikesi ile karşı karşıya kalıyor.

Bu durumda, uzun zamandır sonunu getiremediğimiz bir konuya dönüş yapmak kaçınılmaz görünüyor. Sosyalist düşüncenin ve hareketin yenilenmesinden bahsediyorum. Bu meseleyi biraz da zamanın ruhuna uygun olarak en azından retorik düzleminde bireysel seviyeye çekecek ve bahsettiğim yenilenmeyi ağırlıklı olarak bu sürecin özneleri olan bireyler düzleminde tartışmaya açacağım. Soruluş formu bir yana, özellikle seçim sonrası süreç açısından çok da yeni bir soru değil bu tabii. Sosyalistlerin kendi siyasi hatlarını nasıl örecekleri, sokak/seçim ikiliğinin yarattığı kuşatmayı nasıl dağıtacakları bir süredir tartışılıyor.[†] Benimkisi bu meselelerin ve beraberinde getirdikleri soru silsilesinin tartışılması için bir çerçeve denemesi olacak. Naçizane önerimi de bu çerçeve içinden geliştirmeye gayret edeceğim. Genellikle sorunların yakıcılığı nedeniyle geri planda kalan bazı temel kavramları denkleme dahil ederek, ancak bunların bizi somut sorunların çözümüne yaklaştırmasını umarak fikirlerimi derlemeyi umuyorum.

Eleştiri vs. Ütopya

Sosyalizm hırkasını giymenin getirdiği birincil değişim, mevcut düzene ilişkin amansız bir eleştiri içerisine girmek ve aynı zamanda başka türlü bir toplum düzeninin mümkün olduğu inancına sahip olmaktır. Hatta tüm bu varoluş biçiminin düşünsel anlamda bu temel ikili aksiyom üzerine şekillendiği dahi söylenebilir. Bu ikili aksiyomun -eleştirinin ve ütopyanın- eksikliği ya da kimi zaman birinin diğeri üzerinde fazlasıyla ağırlık kazanmasının pratik sonuçları olduğunu görüyoruz.

Eleştiri ile başlayalım. Eleştiri hem yöntem açısından hem de politik açıdan sosyalistlerin sahip olduğu vazgeçilmez bir özelliktir. ‘Normal’ insanlar her ne kadar bu dünyayı yöneten çelişkilerin farkına varsalar da hem doğa ile hem de toplum ile yabancılaşmış biçimde ilişkilenirler. Sosyalistler yabancılaşmadan tamamen azade olmamakla birlikte söz konusu çelişkilerin işleyiş biçimlerini göz önüne sererek mevcut düzene ilişkin somut eleştiriler getirirler. Böylece toplumu kavrayışımız açısından olmazsa olmaz bir eşik aşılmış olur, artık görünenin ötesine geçmiş oluruz. Bu şu açıdan önemlidir: Mevcut düzen sadece yanlış olmakla kalmaz aynı zamanda bu yanlışı -çoğu zaman bunları farklı meselelere yönlendirerek- gizler. Üstelik din, ideoloji ve söylem gibi bilinç biçimleri aracılığıyla bu düzenden beslenen sınıfların kendilerini dev aynasında görme biçimlerini bizlere kabul ettirir. İşte bu yüzden eleştiri bireyleri sarıp sarmalayan ve bu düzenin devam etmesini mümkün kılan kabullerin sarsılması açısından hayatidir. Olup biten ile olduğu kabul edilen arasındaki tüketici döngüyü kısa devreye uğratır. Bu nedenle bizlerin ve etrafımızdakilerin üzerindeki tahakküm zincirini kırarken izlenmesi gereken yolun yapı taşlarını elle tutulur kılma özelliğine sahiptir. Ne de olsa yarının dünyasına giden yol bugünün gerçek sorunlarına yönelik geliştirilen somut çözümlerden geçecektir.

Yalanın olmadığı bir dünyada yaşıyor olsaydık komünist bir toplumda yaşıyor olurduk. Bununla birlikte, bize işçiler olarak var olmayı dayatan ama bu varoluş biçimine özgü ihtiyaç ve hedefler doğrultusunda yaşamayı yasaklayan; dahası cinsiyet rollerini üzerimize yapıştıran, etnikleştiren ve türsel açıdan doğanın karşısına koyan bu yalanlar dizgesini ifşa etmenin tek başına yeterli olmadığını görüyoruz. Tam da düşlediğimiz dünyanın aşağı yukarı neye benzeyeceğine dair bir kavrayışa; ortak biçimde heyecanlanmaya, umutlanmaya ve hayal etmeye ihtiyacımız var. Sosyalistler olarak, bugünün içerdiği ancak bizzat bizlerin eseri olmasına rağmen bizlerden sürekli olarak esirgenen potansiyelimizin sunduğu imkanların olası bir gelecek biçiminde tasarlanması görevini üstlenmiş oluyoruz. Bugünden farklı ve daha iyi bir şimdinin yaratacağı duygulara ve bunun harekete geçirici gücüne ihtiyaç duyuyoruz.

Etrafı yalanlarla çitlenmiş olanın taşıdığı potansiyeli işleyecek, bugünün dünyasını dönüştürecek bir ütopyamızın olması gerekiyor. Geleceğe ilişkin taşlaşmış bir kurgu değil, bugünü devindiren bir ilke olarak ütopyadan bahsediyorum. Bu, her şeyden önce biz sosyalistler için çıtayı düşürmemek -isterseniz buna davadan dönmemek de diyebilirsiniz- anlamına gelir. Evet, daha iyi bir yaşam kurabiliriz ve bunun için maddi olarak gerekli olan birçok şey üstelik bizlerin emeğinin ürünü olarak halihazırda mevcut. Mevcut olanı sahiplenmek, özel mülkiyet belasını ortadan kaldırmak ve bunun için gerekli olan somut koşulları yaratmak bir ütopyanın varlığı olmadan düşünülemeyecek ve cesaret edilemeyecek şeyler. Dolayısıyla ütopyayı kelime anlamından kopararak olası olana ve hatta zorunlu olana giden yolun bir parçası olarak görmek gerekiyor. Başka bir dünya mümkün şiarındaki ‘başka’nın içini doldurmanın vakti gelmiş durumda. Bu nedenle; donmuş, çatışmasız bir toplum hayali yerine bugünden, eğer bu gezegen üzerinde bir geleceğimiz olacaksa, yarına giden yolu belirleyen dinamik bir ufuk olarak ütopyamızı belirginleştirmeye, canlı tutmaya ve paylaşmaya ihtiyacımız var.

Ayrıca, eleştirimizin keskinliği ve ütopyamızın gelişkinliğinin pratik açıdan önümüzü açacağı gibi teorinin de hak ettiği yeri bulmasını sağlayacağını unutmayalım. Sosyalist hareketin cüretkarlığını göstermesine katkıda bulunacağı gibi; bugün genelde salt kendi örgütsel konumunun haklılığını dayatmak için kullanılan bir kalkana indirgenmiş olan teorinin kendisini de özgürleştirecektir. Bunun da kendini sorgulamanın ve sorgulatmanın önünü açacağını düşünüyorum. Sanırım özeleştiri arayışımızın hedefi biraz da bu.

Sosyalist olmanın ve bugünden nihai hedefe varan bir hat çizebilmenin önkoşulu olarak eleştirinin ve ütopyanın diyalektik bir bütünlük içerisinde içselleştirilmesi gerektiğini tekrar vurgulayalım. Unutmamak gerekir ki, eleştiri ağırlıklı olarak bugün bizleri çerçeveleyen tekil çelişkilere yönelme eğilimine sahiptir. Yarını bugünden kurmanın başlangıç noktası olabilmesi bu eğilimi dengeleyen bir ütopyanın varlığı ile mümkün olur. Yoksa belirli bir siyasi iktidarın, kapitalizmin belirli bir unsurunun, anayasanın belirli hükümlerinin ya da temsil sisteminin belirli yönlerinin sınırlı ölçüde dönüştürülmesine odaklanan sonsuz bir reform dizgesine hapsolma riskini beraberinde getirir. Ütopyanın tek yönlü baskınlığı ise, somut koşulların eleştirisi olmadan hareketin tek yönlü pusulası haline gelmesine, onu yarına dair iradeyi şekillendiren güç olmaktan çıkarıp dogmatik -gerçek anlamda devrimci olmayan hatta politika yapmanın önünde engel teşkil eden- retorik bir devrimciliğe kapı aralayacaktır. Bu ikisinin eylem içindeki birliği sağlandığı ölçüde ise söz konusu tehlikeleri geride bırakan somut bir toplumsal dönüşüm ufukta belirir.

Sınıflar Mücadelesi vs. Tüm Özgürlüklerin Şampiyonu Olmak[‡]

Eylem içindeki birlik meselesinin eylem kısmı ile devam edelim. Bu satırların muhtemel okuyucularının çok da iyi bileceği gibi sosyalistlik bugün de daha önce olduğu gibi eylem içinde anlam ifade eden bir şey. Eylem ve daha geniş tabirle hareket konusu ise uzun zamandır tıpkı düşünsel alanda olduğu gibi iki farklı eksen arasındaki gerilimle malul. Bunlardan ilki geleneksel hareket olarak nitelendirebileceğimiz sınıflar mücadelesi, ikincisi ise son 50 yılda ortaya çıkan ve ağırlığını zaman içerisinde artıran yeni toplumsal hareketlerdir. Türkiye özelinde ulusal sorun da bu denklemin bir parçasıdır.

Toplumsal hareketin parçası olan örgütlenmeler -sendika, dernek, parti vb.- sosyalistlerin öznelliklerini inşa ettikleri alanlardır. Kendi içinden çıktıkları toplumsal bütüne yaptıkları etki ve yarattıkları dönüşüm bu öznelliğin gücünü ortaya koyar. Sosyalistler bu süreç boyunca kendilerinin de birer parçası oldukları sorun yumakları ile boğuşurlar; sosyalist olmak bu sorunlardan azade olmak, bu sorunları yaratan çelişkiler tarafından belirlenen toplumsal ilişkilerin dışında var olmak anlamına gelmez. Bu tür bir kopukluk algısı kendi içine dönük iktidar mücadelelerini getirdiği gibi şu gerçeği de gizler; sosyalistlerin amacı kendileri de dahil olmak üzere toplumun tamamını dönüştürmek olmalıdır. Tıpkı işçi sınıfının yegâne kurtuluşunun kendisi de dahil sınıflı toplum olgusunu ortadan kaldırmasından geçiyor olması gibi.

Bu kader ortaklığının rastlantısal olmadığı birçoğumuzun malumu. Sosyalistlerin burjuva toplumuna, modern kapitalist topluma getirdikleri eleştirinin ve geleceğe dair sahip oldukları toplum tasavvurunun temelinde emek meselesi bulunuyor. Bu da dolayısıyla sosyalistler ile işçi sınıfının arasındaki ilişkiyi tanımlama işini, biz kimiz sorusuna yanıt aramakla doğrudan bağlantılı hale getiriyor. Gerek üretim süreci içerisindeki konumları gerekse de ideolojik tercihleri ve örgütsel bağları dolayısıyla sosyalistler işçi sınıfının organik bir parçasıdırlar. Bu sınıfın bileşimi içerisinde sınıfın en organize ve bilinçli öğesi olarak yer alırlar.

Organizasyon konusu üzerine sonra eğilelim ve bilinç meselesi üzerinde duralım. Burada bilinçten kastettiğim şey mutlak bir bilme olarak anlaşılmamalı. Bu daha çok sahip olduğumuz eleştiri ve ütopya bileşimi etrafında işçi sınıfının diğer bileşenleri ile ilişki içinde olma ve onları bu ilişkisellik çerçevesinde harekete geçirme kapasitesi olarak tanımlanması gereken bir özellik. Bir araya geliş, ortak ihtiyaçların tanımlanması, ortak duyguların ve hedeflerin oluşumu gibi bir takım pratik meseleleri içeriyor. Bu açıdan bakıldığında işçi sınıfının güncel bileşiminin ayırdında olma zorunluluğunu beraberinde getiriyor. Diğer bir deyişle, sosyalist olmanın anlamını sorgulamanın bir yandan da bugün işçi sınıfının kim olduğunu sorgulamayı da beraberinde getirdiği gerçeğiyle bizi yüzleştiriyor. Bu konuda alışkanlıkların ötesine geçmenin; sınıfı potansiyel bir hareketin gövdesi olarak düşündüğümüzde ücretli çalışanların -özellikle sanayi sektöründe çalışanlar- yanında hizmet sektöründe çalışanların, işsizlerin, borçluların, finansallaşmış kimselerin de geniş anlamda bu sınıfın içinde yer aldığını unutmamak gerektiği görüşünü dile getirmek istiyorum. Bu kişilerin son derece talihsiz olduklarını da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Güncel kapitalist durum içerisinde -önceki dönemlerde görece olarak var olan refah düzeylerini yitirmiş- çalışmak zorunda olup da ne kadar çalışsa da kurtulamayacak olan, çalışarak özgürleşemeyen, çalışmaktan ancak kapitalist ilişkilerden özgürleşerek kurtulabilecek bir toplamla karşı karşıyayız. Böyle bir kurtuluşu tanımlama ve bu doğrultuda bir araya gelme refleksini kaybetmiş durumdaki kişilerden oluştuğu için toplam tanımını kullanıyorum.

Bu konunun sadece Türkiye’de değil ama tüm dünya genelinde sosyalist hareketi zorladığını biliyoruz. İşçi sınıfı bir bütün olarak gerek mekânsal ve sektörel dağılımı gerekse çalışma rejimlerinin dönüşümü neticesinde sosyalistlerin alışkın olduğundan çok daha farklı davranış kalıpları sergiliyor. Bu farklılığın bir tür çeşitlenme olduğunu, dolayısıyla sınıfın başkalaşmış -bir biçimde devrimci potansiyelini yitirmiş- bir toplumsal kesim olarak bir kenara bırakılmasının yanlış olduğunu düşünüyorum. Ancak bu yine de örgütlenme sorunu olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bunda geleneksel işçi sınıfı partilerinin, sendikaların vs. güçlerini yitirmeleri ya da ideolojik olarak dağılmaları etkili olduğu kadar neoliberal kapitalizmin bireysel ölçekte etkin olmaya devam edişi de önemli. İşçi sınıfının bir kısmı artan verimlilikleri nedeniyle yüksek tüketim olanaklarına erişebilirken diğerleri de yaptıkları işlerin anlamsızlığı ve elde ettikleri ücretin yetersizliği nedeniyle çalışan ama sınıf-altı kalan kişiler haline geliyorlar. İş güvencesi mefhumunun neredeyse ortadan kalkması, reel ücretlerin gittikçe azalıp borçluluğun yaygınlaşması onları sınıf mücadelesi içerisinde aktif olmaya itmiyor. Kendilerini gittikçe sermaye ile ve de sermayenin temsilcisi olan ideolojilerle özdeşleştirmeyi seçebiliyorlar. Bu mutlak bir tutum olmamakla birlikte kendiliğinden dönüşecek arızi bir tavır gibi de görünmüyor.

İşçilerin gün geçtikçe kendilerine sermaye tarafından biçilen rolle daha çok özdeşleşmelerinde, örneğin bireysel kurtuluş hikayeleri peşinde koşmalarında, kendilerini küçük ölçekli birer yatırımcı gibi görme ya da burjuvazinin politik-ideolojik boyunduruğunu benimsemelerinde, neoliberal kapitalizmin boyunduruk alanını toplumsal yeniden üretim alanına yaymış olmasının payı oldukça fazladır. Toplumsal yeniden üretim alanı, o toplumsal formasyona biçimini veren başat üretim tarzının -bizim örneğimizde kapitalist üretim tarzının- temel toplumsal kategorilerinin nesiller boyunca tekrarlayan üretimidir. Bu anlamda somut burjuva ve işçi bireylerinin biyolojik üretiminden başlar ve ideolojik biçimleniş de dahil olmak üzere yaşamın zihinsel ve fiziksel gelişim sürecini de içerir. Emekgücü olarak işçi sınıfının -gerek üreme gerekse de göç yoluyla- tekrar ve tekrar yaratılmasını içerdiği gibi, yaşlılar da dahil olmak üzere bakım sürecini de içerir. Bu alan kadınların karşılıksız bırakılan emeği üzerine inşa edilmiştir. Ayrıca söz konusu sömürü toplumun birçok alanına, özellikle de bilinç biçimlerine yansımış durumdadır. Tüm bu nedenlerle toplumsal yeniden üretim alanının sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda tahakküm altına alınması zorunludur. Son yıllarda kuir bireylere yönelik saldırıların ve heteroseksizmin ahlaki kıstas olarak benimsenmesinde sağ rejimlerin ideolojik yükleri kadar bu rejimlerin sermayenin toplumsal yeniden üretim alanına dair tahakkümüne hizmet edişleri ile de alakalıdır.

Neoliberal dönem bu sömürü ve onun etrafında biçimlenen patriyarkal ilişkileri yeniden biçimlendirmekle kalmamış tüm toplumsal yeniden üretim alanını üretim alanının -sermaye birikim süreçlerinin- doğrudan parçası haline getirmiştir. İşçi sınıfının parçası olan bireyler mesaide olmadıkları süre içerisinde dahi gelir elde edebileceklerini düşündükleri uğraşlara dalarlar. Blokchain endüstrisine yatırım yapmak için kredi çekip bunun takibini yapan güvenlik görevlisinden Tiktok videosu çeken emeklilere kadar durum böyledir. Bu insanlar söz konusu mecralar aracılığıyla finansal kapitalizmin ve onun ayrılmaz bir parçası olan dijitalleşmenin kendilerine sunduğu alem içerisine dalıp giderek kendi sınıfsal aidiyetlerini unutmakta ve birbirlerine daha da yabancılaşmaktadırlar. Böylece kapitalizmi sorunlarının nedeni olarak görmek yerine onu değişmez bulan ve bu değişmezliği arzulayan kitleler yaratılmış oluyor. Bu fantezi dünyası çöktüğünde de söz konusu kitleden sınıfsal refleks yerine, hakikat sonrası paradigmaya rağbet, kadın düşmanlığına ve ırkçılığa savrulmayı – sağ popülist liderlerin yükselişinin toplumsal tabanını görüyoruz. Sosyalistler bilinci/örgütlenmeyi bu toplumsal koşullar içerisinde biçimlendirebildikleri; toplumsal eleştirilerini ve gelecek tahayyüllerini bu mevcudu nasıl harekete geçireceklerini, sınıfın birbirinden ayrışmış çoklu yakasını nasıl bir araya getireceklerini düşünerek şekillendirdikleri ölçüde mesafe kat edebilirler. Böylece yeni mevziler kazanabilir, yeni ittifaklar vs. inşa edebilir ve karşı-hegemonyalarını kurma fırsatı yakalayabilirler.

Bu noktada sınıflar mücadelesinin toplumdaki diğer eşitsizliklerle kesiştiği ve bunlara karşı verilen mücadelelerle buluştuğu momenti tanımlamamız gerekiyor. Bu tanımı yapabilmek için de üretim tarzı kavramından hareket etmek gerektiğine inanıyorum. Üretim tarzı yalnızca belirli bir soyutluk tarzında işleyen bir terim değil. Kavram, bir toplumda yaşayan somut bireylerin beden ve zihinleri üzerinde o toplumsal ilişkiler bütününün yeniden üretimi için hâkim sınıf çıkarları etrafında kurulan hakimiyeti ifade ediyor. Bu hakimiyet çoklu bir eşitsizlik ya da çelişki sisteminin yönetimi olarak gerçekleşiyor. Sınıfsal çelişki dışında kalan çatışmaları da yönetmek, bunları sistemin devamı için kuşanmak anlamını taşıyor. Bu nedenle üretim tarzının devamını sağlamak söz konusu çelişkileri kendi varlığının önkoşulu ve sonucu haline getirmekten geçiyor. Kapitalistler mevcut bir toplumdaki -kendilerinden önceden beri var olan ya da sonradan ortaya çıkan- her türlü eşitsizliği kullanarak kendileri için sağlayabilecekleri her türlü avantajı sağlamak için gerekirse kendileri arasında dahi çatışabiliyorlar. Sonuç ise sınıf iktidarının sahasının toplum üzerinde kurulan tahakkümün aracı haline gelmesi oluyor.

Kapitalizmin her ülkede kimi oranın tarihine özgü kimi ise kapitalizm öncesine dayanan eşitsizlikleri yeniden üreterek bunları kendi gelişiminin yakıtı haline getirerek varlığını sürdürmesi, kendi içsel çelişkilerini ve eklemlendiği sorunları mücadele alanı olarak tanımlama gerekliliğini doğuruyor. Burjuva bakış açısı bize bu tür eşitsizliklerin rölativist birer kimlik meselesi olduğu fikrini satmaya, madunlaştırılan gruplara da bu perspektifi benimsetmeye çalışsa da burada aslında bir özgürlük sorunu söz konusudur ve de özgürleşme perspektifinden ele alınması, sistematik tahakküm ilişlerinin ortadan kaldırılması gerekir. Üstelik bu sorunlar salt sınıfsal sömürü ile karşılaştırıldığında daha az gerçek, daha az yakıcı ya da daha az önemli değildir. Tıpkı ekokırım nedeniyle oluşan felaket nedeniyle hayatı mahvolan bir kişi; güvenlik sorunu olarak görülen bir Kürt; erkek şiddetine uğrayan bir kadın; nefret suçunun kurbanı olan kuir bir birey ya da öldürelisiye çalıştırılan bir göçmen gibi. Bu eşitsizliklerin, ister pozitif yaklaşılsın isterse de mesafelenme gerekçesi olarak sunulsun, sosyalistler tarafından hâkim kimlik siyaseti paradigması içerisinde değerlendirilmesi sorunlara neden olmaktadır. Bir karşılaştırma yaparak açıklamak gerekirse, liberal iktisatçıların dillerinden düşürmedikleri serbest piyasa gerçekte ne kadar mümkünse salt sınıfsal ayrımdan ibaret bir toplumsal formasyon da o kadar mümkündür. Bu nedenle hem sahip olduğumuz eşit ve özgür dünya anlayışının gerekirliği hem de kapitalizmin söz konusu eşitsizlikleri kendi varlığının önkoşulu haline getirmiş olması bakımından hareketin asli birer parçası olarak görülmeleri gerekir.

Özgürleşme perspektifini benimsemek; kapitalizme karşı verilen ve hem eleştirel hem de ütopik boyutları taşıyan mücadeleyi, sınıfın üretim süreci içerinde şekillenen tüm katmanlarıyla ve sınıf oluşumuna doğrudan üretim sürecindeki konumlarından dolayı olmasa da eklemlenmiş olan madunlarla birlikte sosyalist bir alternatifin örüldüğü bir sürece dönüştürmeyi sağlar. Bu herkesin ortak ihtiyaçlarını ve iyi bir yaşama, özgürlüğe dair perspektifini birbirinden öğrenerek belirlediği toplumu bu doğrultuda dönüştürdüğü politik momenttir.

Şimdi Değilse Ne Zaman? Yitirilmiş bir İmkân Olarak Konseyleri Hatırlamak

Peki bu momentin somut bir harekete dönüşmesi nasıl mümkün olur? Bu sorunun yanıtı daha önce dile getirdiğimiz eleştiri ve ütopyanın eylem içindeki birliği meselesi konusuyla yakından ilgili. Bu yanıt kısaca, yukarıda özetlenen düşünce ve eylem boyutunun birliğinin, mevcut koşullar içerisinde etkin kılınması yoluyla mümkün olur şeklinde verilebilir. Bu da bizi daha önce üzerinde pek durmamış olduğumuz mevcut koşullar meselesine dikkat kesilme durumunda bırakıyor.

Kapitalizmin kriz içinde olmayı bize kanıksatmış olduğu uzun bir dönemi geride bırakıyoruz. Krizin bedelini emekçi sınıflara yüklemek için her türlü fırsatı değerlendirmeye talip yöneticiler göreve davet ediliyor. Bir yandan da finans fraksiyonunun önderliğinden ödün vermeden farklı ilksel birikim stratejilerini uyarlayan bir kapitalizm ile karşı karşıya olduğumuzu fark ediyoruz. Bu stratejilerin arasında abstraktivizm, felaketçilik ve de ırksallaştırma gibi proleterleştirme ve el koyma biçimleri yer alıyor.

Türkiye kapitalizmi de belirli bir süredir bu stratejileri benimsemiş ve etkin bir biçimde uygular durumda. Bununla birlikte, son yıllarda uzun zamandır doğru dürüst çalışmayan bir kapitalizme eklemlemenin sancılarını yaşamasının neticesinde, bu krizi fırsata çevirmeye çalışan obur bir açgözlülükle hareket edip, finansal açıdan ve el koyma biçimleri açısından yolunu çizmeye çalışıyor. Uluslararası finans kapital ile aralarında inşaat ve silah sanayi gibi sektörlerin öne çıktığı yerel artı değer üretim alanları arasında bir eşgüdüm yaratmaya çalışıyor. Bunu bir yandan kalkınma projesi ve aynı zamanda emperyal hevesleri gıdıklayan bir ideolojik hamle ile pazarlıyor. Diğer bir yandan ihracata dayalı büyüme stratejisi gereği emeğin haklarını olabildiğince baskıladığı gibi, emekgücünü yurtdışından getirdiği insanları sömürü mekanizmasının içerisine dahil ederek topyekûn değersizleştirmeye çalışan bir strateji güdüyor. Borçlanmayı ve güvencesizliği gün geçtikçe derinleştiriyor. Yönetici tercihini de bu süreci yönetebilecek adresten yana kullandığına şahit oluyoruz. Seçim sonuçları ile birlikte de, tüm sarsıntılara rağmen, AKP rejiminin uluslararası finans kapitalin gerekirlikleri, yerli burjuvazinin çelişik ihtiyaçları ve işçi sınıfının rızasının devşirilmesi arasındaki dengeyi kapitalist sınıflar açısından tutturma konusunda en etkili adayın kendisi olduğunu tekrar kanıtlamış olduğunu gördük.

Sonuç olarak; gün geçtikçe büyümekte olan ekolojik krizle birlikte düşünüldüğüne birikim/bölüşüm krizini aşamayan ve gittikçe daha çok savaştan yani doğrudan yıkımdan medet uman bir kapitalizm ve bununla eklemlenme yolları arayan ama bir o kadar da kendi bekasını düşünerek politik ekonomik açıdan her şeyi mümkün kılan bir iktidardan oluşan bir felaket yumağı ile karşı karşıyayız. Kendimizi tanımlamaya; sermayenin küresel olarak önplana çıkan ve izdüşümlerini ülkemizde de gördüğümüz ‘normal/aklıselim’ ekseni ile daha saldırgan ve reaksiyoner ekseni arasında bir üçüncü hattı inşa etmeye çalışıyoruz. Bu bilinç/örgütlenme atılımını kendi programımızı ve hedeflerimizi biçimlendirmek üzerinden tartışıyoruz. Tehdidin derinliği ve büyüklüğünün ölçüsünde bu tartışmayı daha da derinleştirmek gerektiğine inanıyorum. Sanırım birçoğumuzun katılacağı husus şu; Türkiye’den başlayarak işçi sınıfına, insanlığa ve doğaya karşı yıkımdan başka bir vaat etmeyen bu yapıya karşı, sınıfın kendisini koruması, kurtarması ve bambaşka bir uygarlığın ışığını yakması bir zorunluluk halini almış durumda. Burada zorunluluk kavramını kaçınılmazlık anlamında kullanmadığımı belirteyim. Zira yerine getiremediğimiz takdirde barbarlık seçeneğinin giderek güçlendiği zorlu bir seçeneğin gerçek kılınmasından bahsediyorum. Bu çerçevede, hedef ve program tartışmasını, mevcut düzene ilişkin eleştiriyi ve yarına ilişkin ütopyayı içeren aynı zamanda sosyalist hareketi üretim ve toplumsal yeniden üretim alanlarının oluşturduğu geniş sınıfsal kompozisyonu harekete geçirecek bir hareket perspektifinden yapmak gerekiyor.

Mevcut toplumsal ve politik koşullar çerçevesinde düşündüğümüzde bu tür bir hareketin sosyalist hareket etrafındaki kuşatmayı kıracak, sınıfın fragmenter yapısını yeni bir düzlemde bir araya getirecek iradi bir atılım olması gerektiği görülüyor. Bunun ekonomik ilişkilerin kendiliği içerisinde ya da teorik haklılığa dayalı ideolojik propaganda aracılığıyla gerçekleşmesi, gerçekleşse dahi süreklilik kazanması mümkün değil. Sorunun söz konusu atılımı gerçekleştirecek bir ekibin eksikliği olduğunu da düşünmüyorum. Yukarıda çizdiğim kapsamı bir araya getirecek, toplumsal harekete gövde sağlayarak bir sürekliliği meydana getirecek politik bir forma, örgütlenme biçimine ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.

Tam da bu noktada unutmuş olduğumuz bir değeri; işçi sınıfının ve onun en ileri kesimleri olan komünistlerin bundan tam 100 yıl önce tüm dünyayı sarstıkları, Rusya’dan İrlanda’ya, Finlandiya’dan İtalya’nın kuzeyine kadar endüstrileşmiş tüm ülkeleri 1918’den 1923’e kadar 5 yıla yakın bir dönem boyunca devrimin eşiğine taşımış olan konseyleri hatırlamaya çağırıyorum. Bu elbette ki söz konusu formu yeniden canlandırmaya, toplumsal değişim stratejisini buna göre inşa etmeye yönelik bir çağrı.

Geleceğe dair koyulan hedeflerimiz ve bugüne dair eleştirilerimiz açısından en radikal olma zamanı ama bunları sınıfın mümkün olan en geniş kesimlerine ulaşacak, onu örgütleyecek şekilde kullanma zorunluluğunu atlamadan. Umut edilen geleceği bugüne yakınsarken şimdinin içindeki tomurcukları da gerçekleştiren bir politik örgütlenme biçimine duyduğumuz ihtiyaç bizi bugün konseyleri yeniden düşünmenin eşiğine getiriyor. Gövdesiz başlar topluluğu olmanın ötesine geçmek için atılması gereken adımın geleceği bugünden kurmanın iç hukukunu ve mekanizmalarını oluşturmaktan geçtiğini düşünen herkese yönelik acil bir çağrı yapma zamanı geldi de geçiyor.

Sosyalistleri birlikte yol yürümeyi düşündükleri insanlarla ortak bir geleceğin kolektif özneleri haline getirmekten başka bir formül olmadığı gerçeğini kabul edelim. 100 yıldan uzun bir süre önce, savaşın bitimiyle, belirginleşen işçi ve asker konseyleri bu bir araya gelişin formülü olarak tüm ihtişamı ile bize bir asır öncesinden göz kırpıyor. Tüm bir Avrupa coğrafyasını çeşitli dalgalar halinde devrimin eşiğine taşıyan konseyler sosyalist örgütlerle sınıfın ve toplumun savaştan yılan çeşitli kesimlerinin yolunu kesiştirmeyi başardığı gibi bu kesişimi bir harekete dönüştürmeyi ve bu hareketin hem yolu hem de yordamı olmayı becermişti. Bugün Batı toplumlarına ve bu ülkelerdeki örgütlü sosyalist kadrolara dahi unutturulmuş olan konseyler; kitleleri kendi kurtuluşlarının özneleri haline getirdiği gibi burjuvazinin sınıf iktidarına karşı yeni toplumun kurucu kamusallıkları olarak başkaldırışın aracı haline gelmiş, bizzat başkaldırının kendisi olmuştu.

O dönemin topyekünleşmiş orduları ve büyük ölçekli fabrikaları için mümkün olanı bugünün koşulları içinde düşünmek ve kurgulamak bugün sosyalist olarak bir fark yaratabilmenin koşulu olarak görünüyor. İş, işçi ve işyeri gibi hususların başkalaştığı, sınıfsal bilincin gerilemiş olduğu bu dönemde dahi bir yandan sosyalist örgütlenmelerin mücadelelerini inatla sürdürdüklerine diğer yandan da grev ve işyeri işgali dahil eylemliliklerin zaman zaman yükseldiğine, gıda güvenliği alanında kooperatifleşme çabalarının hız kazandığına, toplumsal barış talebinin zaman zaman yükselmesine, hakim cinsiyet rejimine karşı mücadelelerin belirli dönemlerde ivme kazandığına ve barınma meselesinin özellikle kentte yaşayan gençler için mücadele alanı haline gelebildiğine şahitlik ediyoruz. Üstelik, ağırlıklı olarak Türkiye kapitalizminin benimsediği izleklerden biri olan el koyma yöntemi doğrultusunda gerçekleşen doğa tahribatlarına karşı verilen müşterekler mücadeleleri de mülkiyet ilişkilerinin dönüşümüne yönelik yeni toplumsal yeniden üretim rejimleri yaratma mücadeleleri olma niteliğini taşıyor.

Buna karşın, bir biraraya geliş biçimi olarak konseyler de saydığımız unsurları genişletecek, derinleştirecek ve Türkiye kapitalizmi ölçeğinde mücadele edebilecek füzyonu sağlayan politik form olma potansiyelini taşıyor. İşçi sınıfının üretim ve toplumsal yeniden üretim alanlarına yayılan ve böylece sömürü karşıtlığı ve özgürlükler mücadelesini birlikte yürütmeyi mümkün kılan özyönetim organları olarak konseyler, iktidar alternatifleri yaratmanın yöntemi olarak önümüzde beliriyor. Neoliberal kapitalizmin perçinlediği yabancılaşma biçimlerini aşarak toplumsal çelişkileri somut biçimleri ile görünür kılmanın ve bunları aşmanın yöntemini oluşturuyor.

Önümüzdeki dönemde sosyalist olmayı anlamlı bir varoluş biçimine getirecek olan şey bu yolu birlikte yürüyüp yürümeyeceğimiz, bugüne dair eleştirimizi keskinleştirmenin yarını kuracak ütopyayı canlandırmanın yolu olarak konseyleri inşa edip etmeyeceğimiz sorusunun yanıtı olacak. 100 yıl öncesinin konseyleri hem sosyalist/sosyal demokrat partilerin ve geniş sendikal hareketin örgütlemiş olduğu işçi hareketine dayanıyor ve bunlara ivme kazandırıyor hem de Paris Komünü’nün ve 1905 Devrimleri gibi denemelerin geride bıraktığı mirası yeniden canlandırıyordu. Bugünse bizler bir yandan 2011-13 döneminde isyan dalgasının yenilgisini, bu dalganın açığa çıkardığı potansiyelin plebisitler aracılığıyla baskılandığı on yıllık bir sürece dahil oluş biçimlerimizin yarattığı hayal kırıklığını yaşarken diğer yandan da işçi sınıfı hareketinin yitirilmiş gövdesinin neden olduğu boşluğu devindirmeye çalışıyoruz. Son yıllara yayılan taban örgütlenme siyasetlerinin elde ettiği sonuçları ve son 10 yıllık süre içerisinde sol bir alternatif aradığını ortaya koyan yurttaşları sınıf mücadelesinin parçaları haline getirmekle ve bunu yaparken sınıfın çok farklı iş kollarına, kültürel yapılara ve coğrafyaya yayılmış fragmenter yapısını dönüştürmekle yükümlüyüz. Toplumsal yeniden üretim alanını bir kavga alanına dönüştürmekle yükümlüyüz. Bu da demek oluyor ki, tam da bu yükümlülükleri yerine getirmemizi sağlayacak olan konseyler, 100 yıl öncesinde olduğu gibi çağlayarak akan ırmaklar biçiminde değil de yerin altından üstüne doğru taşınması gereken can suyu biçiminde mevcut. Bağımsız bir yol arayışımız ve bugün bir sosyalist olarak var olmanın anlamı, dönüp dolaşıp bu can suyunu yeryüzünü taşıma gücünü kendimizde bulmaktan geçiyor. Yapısal sınırlılıklarımız içinde kavrulup gitmeye devam mı edeceğiz yoksa yarına dair ideallerimizi inşa edeceğimiz konseyleri örgütleyen bir öznellik biçimini yeniden icat ederek canlandıracak mıyız? Söz, örgütlenme ve eylem özgürlüğümüzü koruyup bir yandan da dayanışarak bu ikinci yolu yürüyeceğimize dair inancımı koruyorum.

 

Görsel: Sendika.org yayınında kullanılan görseldir. Bu yazı daha önce Sendika.org sitesinde yayınlanmış olup, Sendika.org izniyle yeniden yayınlanmaktadır.

[*] Kelimeyi siyasi yaşantımızda kabul gördüğü içeriğiyle yani sosyalist/komünist örgütlenmelerin üyesi olan ya da kendisini bu dünya görüşleri ile özdeşleştiren kişileri ifade etmek için kullanıyorum.

[†] Sendika.org bu konuda son yıllarda birçok başka konuda olduğu gibi önemli bir hafıza yaratım mecrası olarak inisiyatif aldı.

[‡] David Harvey’in bu konudaki sözlerinin ufuk açıcı olduğunu düşünüyorum.

Ali Yalçın Göymen

Doktora eğitimini İstanbul Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi alanında tamamladı. Yıldız Teknik Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde çalıştı. New York Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümünde misafir araştırmacı olarak çalışmalar yaptı. Praksis Dergisi Yayın Kurulu üyesidir. Halen Berlin Humboldt Üniversitesi Toplumsal Eleştiri Merkezi'nde araştırma görevlisi ve Einstein Vakfı Akademik Özgürlük Programı üyesidir. Araştırmaları Marksist yabancılaşma teorisi, müşterekler siyaseti ve 21. yüzyılda devrim teorileri üzerine odaklanmaktadır.

Bu yazı için gösterilecek etiket bulunmamaktadır.