Tek adam görünümlü oligarşik Saray Rejimi yıllarca uğraştı, didindi ve geçen yıl (2022) uydurma gerekçelerle 2013’te yaşanan Gezi Halk İsyanı/Haziran Günleri’nin sorumluları olarak Taksim Dayanışması’ndan bazı değerli arkadaşlarımızı cezaevine yolladı. Onlardan biri olan ve 14 Mayıs 2023 Genel Seçimleri’nde Türkiye İşçi Partisi (TİP) listelerinden Hatay milletvekili seçilen sevgili Can Atalay’ın Praksis yürüyüşümüzde bir süre eşlik ettiğini hatırlatmak isterim. Yargıtay’ın geçen hafta Can Atalay, Osman Kavala, Tayfun Kahraman, Mine Özerden ve Çiğdem Mater Utku’nun alt mahkemenin verdiği 18 yıllık hapis cezasını onaylamasıyla konu yeniden gündemleşti. Bu vesileyle, yazıya Can’ı, Gezi tutsaklarını ve TİP Genel Başkanı Erkan Baş’ın 1 Ekim günü Hatay’dan başlattığı “Özgürlük Yürüyüşü”nü selamlayarak başlamak istiyorum. Bu yazı 26 Mayıs ve 2 Haziran 2022 tarihlerinde İleri Haber internet haber portalında yayımlanan iki makalemin birkaç düzenlemeyle birleştirilmiş versiyonudur.*
Konuyla ilgili sosyal bilimsel yazı ve konuşmalarda pek çok defa Gezi’nin düzenle derdi olanın derdini ortaya döktüğü, farklılıkların dilediği gibi arzı endam edip, barış ve uyum içinde bir arada var olduğu, özgürlükçü ve paylaşımcı bir karnaval ortamı olduğuna ilişkin bir çerçeve kuruluyor. Bunun Türkiye toplumu için yaşadığı sorunlardan demokratik ve adil bir çıkış için taşıdığı potansiyellere ve de kadın, LGBTİ+ veya ekoloji hareketi gibi toplumsal hareketlerin halen bu hattan yürümeye devam ederek canlılık ve dinamizmlerini koruduklarına dikkat çekiliyor. Bunların hiçbirine itiraz etmiyorum. Aksine ben de “Praksis Dergisi”nin Mayıs 2014’te yayımlanan “21. Yüzyılda Direnişler” başlıklı 34. sayısındaki yazımda Gezi de dahil, 2011-13 arasındaki isyan hareketlerinin uzun vadede kapitalizmin ötesine açılan önemli alt akıntılarla gelip, onlara yeni bir ivme kattığını anlatmıştım. O tarihlerde hatta 7 Haziran 2015’ten bir ay sonrasına kadar süreçte “bütün mümkünlerin kıyısında” ruh hali geçerliydi. İsyana katılanların alt edilmeye çalıştığı despotik iradenin karşı saldırısı henüz zafer kazanmamıştı. Gezi günlerinde eksik kalan şeyleri konuşmak için henüz erkendi.
Pek çok kişi Türkiye tarihinin bu en büyük isyan günlerinin siyasal iktidarın başındakinin devrilmesinden başlayarak, egemen iktidar blokunda bir altüst oluşa yol açmayışını isyan geri çekilirken de sorgulamıştı elbette. Sosyalistler açısından bunun en mantıklı açıklaması, halkın iktidara karşı kendiliğinden patlayan isyanının, solun cılızlığı nedeniyle belirgin siyasal hedefleri olan örgütlü bir güce dönüştürülememesiydi. Konuyla ilgili ortaya konan sosyal bilimsel çalışmalar da bu tespiti bir veri olarak kabul ederek, daha ziyade Gezi’nin sosyolojik, sınıfsal, estetik, söylemsel boyutları, ekolojik ve kentsel mücadelelere, kadın ve LGBTİ+ hareketlerine kattıkları gibi konulara yoğunlaştı.
Gezi’den bugüne Türkiye ve dünyada onca büyük çaplı gelişme yaşandıktan sonra bu çalışmalarda ve isyanın bütününde eksik kalan siyasal değişim ve strateji konularını, aynı sürede radikal sağ-neofaşist siyasetlerin yükselip, düzen siyasetinin merkezine yerleşmesiyle ilişkisi içinde yeniden masaya yatırmak gerekiyor. Radikal sağa doğru 2014’ten sonra başlayan kayma, 2019’da Sudan’dan başlayıp, George Floyd protestolarıyla ABD’ye sıçrayan, sonra da Şili, Irak, Lübnan, Bolivya, Kolombiya’ya uzanan dünya çapında yeni demokratik-ilerici halk isyanları dalgasıyla dengelendi. Bu yazıda, Gezi’yi son üç yıldaki isyan dalgası içinde gerçek siyasal değişim yaratacak strateji meselesini yeniden gündeme getiren Sudan ve Şili deneyimleri ve Henri Lefebvre’nin Akdeniz toplumlarıyla ilgili bir tezi ışığında yeniden değerlendirmeye çalışacağım.
ŞENLİKLİ İSYANIN SİYASAL YETMEZLİĞİ
Taksim Gezi Parkı’ndan, Ankara Kızılay Meydanı’na, Adana Atatürk Parkı’ndan Antakya Armutlu Mahallesi’ne Türkiye’nin pek çok yerinde 2013 Haziran’ında yaşananları, bir yanıyla, sözel-törensel düzlemde kalsa da yeni bir sosyal sözleşme anıydı. Şehirlerin en merkezi/kamusal yerlerine kurulan işgal/kamp alanlarına katılan her bir sosyal-siyasal kolektif/grup/küme kendi sorunları, hayalleri ve taleplerini görünür kılmaya çalıştı. Farklılıklarını sergileyip, tikelliğine saygı gösterilmesini talep etti. Aynı zamanda, oraya katılan herkesin sesine/sözüne barışçıl biçimde kulak verdi, yekdiğerini anlamaya gayret gösterdi, birbirinin yaralarını sağlatmaya çalıştı. Çoğu kolektif ve bireysel katılımcı alandaki ihtiyaçları karşılamak için elindeki imkânları ve emeğini oradaki ortak yaşamın yeniden üretilmesi için sundu. Uzun lafın kısası, katılımcıların çoğu yaşanan bu çok özel siyasal momente elinden geldiğince maddi-manevi katkılarda bulunmaya çalıştı.
Gezi’nin tüm Türkiye’ye yayılan soyut mekânsallığında yaşanan şey, düzen sınırlarına sığmayan bir yeniden kuruluş arzusu ve heyecanının sözlerle, danslar-performanslarla, sembolizmle, grafik/görsel/dijital tasarımla, jestler ve etik kodlarla, stantlar, bildiriler, dövizler, afişler ve elbette tartışma forumlarıyla ortaya konmasıydı.
Gezi’yle ilgili yapılan değerlendirmeler halen ağırlıkla bunlar içindeki demokratik ve özgürlükçü potansiyellerin izini sürmekle meşgul. Halbuki Gezici’ler bunlarla meşgul olurken, bunlara eşlik etmesi gereken siyasal başarıların gösterilemediği çoğu zaman unutuluyor. Yani ne iktidarı yıkabildi, ne yeni oluşan iktidarın etkin bir bileşeni olabildi, ne de kendi taleplerini kabul ettirebildi. Forumlardan isyanın dinamizmini siyasi sonuç alacak sosyo-ekonomik programlar, anayasal yeniden kuruluş önerileri ve onlar etrafında birleşen ittifak/cepheler çıkmayacağı da kısa sürede anlaşıldı.
Böyle olunca da son günlere doğru, bu istisnai sosyo-politik hareketin öncülerinin temel meselesi, güçlerini yeniden toplayan iktidar karşısında Gezi’yi ezdirmeden geri çekilmek olmuştu. Neoliberal otoriterliğin timsali haline gelmiş Erdoğan-AKP iktidarını devirmeyi hedefleyen, günlerce polisle çatışarak Taksim ve Gezi Parkı çevresini özgürleştiren on binlerce insan, sosyal sözleşmeye ön gelen sıraladığımız pratikleri resmileştirmeyi sağlayacak adımı niye atmadı? Pek çok neden sıralanabilirse de onları bir siyasal değişimin özneleri kılacak bu adımı atmadaki tutukluk kritik önemde bir sorundur.
Bu durumun bir adım ötesini, solun, düzen dışı siyasetlerin Türkiye’den bir nebze daha güçlü sayılabileceği Lübnan’da ya da Irak’ta 2019’da iktidarları deviren halk isyanları sırasında gördük. Hükümetlerin istifasından sonra isyancıların büyük bölümü adeta düzen içinden başka bir aktörün gelip, devlet iktidarını kurmasını bekledi. Dolayısıyla, tarihsel kökleri antikiteye götürülebilecek karnavalesk, sözde kalan sosyal sözleşme pratiklerine övgüler düzmeye bir ara verip, bunların aynı zamanda kitlesel bir kendinden geçiş ve rahatlama yaratan pratikler olduğunu görmek gerekir. Bunun günümüz isyan hareketlerinden, özellikle de 2019 sonrasındaki Sudan ve Şili örneklerinden feyz alınacak adımları önümüzde duruyor.
Düzen dışı güçler (partiler, örgütler, kurumlar) isyan patlak verdiğinde, belli bir kentsel sosyal hareketi koordine etmek için kurulmuş Taksim Dayanışması gibi bir yapının, ya da 4’lü grubun (DİSK, KESK, TMMOB, TTB) gölgesinden çıkıp, bir sosyo-ekonomik talepler manzumesi etrafında birleşmiş sosyal ittifaklar/cepheler kurmaya yönelmelidir. Bunun ön koşulu da bugünden neoliberal otoriterliğin her geçen yıl ağırlaşan yıkımından toplumsal kurtuluşu işaret eden yazılı bir sosyal sözleşmeyi, yani anayasal yeniden kuruluş tartışmasını bugünden gündemleştirmeye başlatmaktır. Neyse ki üçüncü ittifak içindeki 7 yapıdan 2’si bunu gündemleştirmiş durumda. Umarım ittifakın diğer bileşenleri de konuyu gündemlerine alır.
LEFEBVRE’NİN BİR TEZİ IŞIĞINDA ŞENLİKLİ İSYANIN ELEŞTİRİSİ
Halk isyanı/ayaklanması, siyasal değişim ve sosyal sözleşme konusunu tartışırken Henri Lefebvre’nin “Ritimanaliz” kitabının son bölümündeki (“Akdeniz Şehirleri İçin Bir Ritimanaliz Denemesi”) bir tez, Gezi örneğine yıllar sonra başka bir açıdan bir kez daha bakmamı sağladı. Lefebvre’nin bu noktadaki bir miktar kültürelci gibi gözüken ama iklim-mekan belirlenimci sayılabilecek tezini de içinde barındıran sorunsallar şunlardı: Akdeniz havzasındaki devletler Kuzey Avrupa’dakilere kıyasla neden daha kıyıcı ama güçsüzdür, insanları devlet zoru karşısında belli ölçüde koruyan yazılı anayasa geleneği neden daha zayıftır?
Lefebvre tezini bu coğrafyalardaki toplumların siyaset ve devletle kurdukları ilişkilerin farklılığının, ritimleri farklı denizlerle (okyanusa açık Baltık-Kuzey Deniziyle, Afrika-Asya-Avrupa arasında bir iç deniz olan Akdeniz’le) kurdukları ilişkilerin farklılığıyla açıklanabileceğini söyler. Kuzey Avrupa toplumlarının aksine, burada yazılı sosyal sözleşmeler yerine, dini-geleneksel kodlar ve güçlü törenler aracılığıyla şekillenen yazılı olmayan sosyal mutabakatlar yapılmıştır (Lefebvre, 2017: 117). Kimi zaman anlaşma veya ittifakların bozulduğu isyan ateşinin tutuştuğu yerlere de dönüşebilse de tören, karnaval, dini ve geleneksel kodların temel işlevi, düzenin sosyal yeniden üretimidir.
Tartışmayı merak edenler “Ritimanaliz” kitabına bakabilirler. Bizim derdimiz Lefebvre’nin sorunsallarından yararlanarak; “Gezi muhteşem bir hadise olsa da neden siyasi bir değişim yaratmadı?”, “Durdurmaya çalıştığı neoliberal otoriterliğin daha despotik bir rejime dönüşmesine neden engel olamadı?” sorularına yeni yanıtlar getirmek.
Akdeniz coğrafyasında antik Yunan ve Roma’dan miras iklim ve tarım döngülerine göre bütün yıla yayılacak şekilde ayarlanmış, dinsel-geleneksel-kültürel kodlar, motifler ve ritimlerle bezeli ayinler, törenler, bayramlar, oyunlar ve karnavallar geleneği vardır. Bizans ve Osmanlı’nın bunların kamusal boyutlarını dini muhafazakarlığın örtüsüyle kaplasa da sosyal yaşamda bu kadim gelenekler yaşamaya devam etmiştir.
Elbette kökleri devlet öncesi komünal topluluk yaşamına giden bu tören ve karnavallar Kuzey ülkelerinde de mevcuttur ancak Akdeniz havzasındaki kadar yaygın ve çok sayıda değildir. Aynı şekilde, bu coğrafyada halk egemenin hak yolundan çıktığı, verdiği sözleri tutmadığı iddiasıyla daha sık isyan etse de çoğu zaman isyancıların bir ya da iki tane talepten fazla, sonrasında yazılı anayasa gibi bütünsel bir sosyal sözleşmeyle taçlandırılan sosyo-ekonomik talepler etrafında birleşmesi söz konusu bile değildir. Yani, sıkça yaşanan ayaklanmalar, saray darbeleri veya askeri isyanların siyasal ve sosyal devrimler yaratmaması, aynı düzenin farklı kişilerle sürdürülmesi Akdeniz coğrafyasında sıkça yaşanan bir durumdur. Örneğin “Yaşayan Tarih Dergisi”nin Gezi Özel Sayısı’nda (ki son sayısı olacaktır) yazdığı üzere, İstanbul’un fethinden Osmanlı’nın yıkılışına değin, imparatorluk merkezinde halkın ya da askeri bürokrasi veya ulemanın ön planda olduğu pek çok ayaklanma yaşanmıştır. Süreyi ayaklanma sayısına böldüğümüzde 4 yıla bir sultan, vezir veya üst düzey yöneticinin kellesini götüren ayaklanma düşmektedir.
İSYAN ATEŞİNİN COŞKUSUYLA GEVŞEMEDEN, ATEŞİ KAPİTALİZMİN BAĞRINA TAŞIMAK
2011’den beri yaşanan isyanlar kuşkusuz önceki 20 yıllık neoliberal tarihin sonu ahmaklığından kurtulmamızı sağlayan devasa hadiselerdi. Lenin’i, Ekim Devrimi’ni görmüş bir dünyada isyan ateşinin coşkusuyla gevşemeden, ateşi kapitalist sistemin bağrına taşıyacak perspektif ve taleplerle, emekçi sınıfların birliğiyle en geniş sosyal ittifakları kurma görevini akıldan çıkarmadan hareket etmek önemlidir. Elbette karşımızdaki sorun yalnızca bizim coğrafyamıza özgü değil. En azından 2011’den beri anti-kapitalist devrimcilerin karşısına defaatle çıkan tarihsel bir sorun. Bu sorunun isyanlara öncülük eden sınıf bölüklerinin proleterleşme süreçlerinden kaynaklanan nedenleri bulunuyor.
İsyan hareketlerinin çok fazla siyasi değişiklik yaratmadan geri çekilmesi sonrasında, pek çok ülkede bu isyanlara kaynaklık eden düzen dışı talepler ve öfkeleri manipüle eden radikal sağ siyasetlerin pek çok örnekte otoriter popülist söylemlerle yükselişi söz konusu oldu ve IŞİD’den Modi’ye, Trump’tan Bolsonaro’ya bir neo-faşistler köprüsü oluştu. Covid-19 pandemisi sonrasında kapitalizmin ağırlaşan krizi içinde, NATO’nun Rusya’ya karşı emperyalist saldırganlığının aparatına dönüşmüş Batı’nın sosyal demokrat ve yeşil partileri bu köprüyü neo-Naziler için pürüzsüz hale getirmekle meşguller.
SOSYAL YIKIM DERİNLEŞİRKEN GEZİ’Yİ GERÇEK BİR SİYASAL DEĞİŞİME TAŞIMAK
Gezi’nin geri çekilmesinden bir yıl sonra, Kürt illerinde Kobani isyanı patlak verdi. Bu iki devasa sosyal patlamayı kendi otokratik rejim planını destekleyen gerekçelere dönüştüren Erdoğan, 7 Haziran seçimleri sonrası önünü açtığı kontrollü bir savaş-çatışma-bombalamalar süreciyle AKP tabanını yanında tutarken, muhalifler başta olmak üzere Türkiye’nin emekçilerini ve ezilenlerini adeta paralize etti. Bu süreçte devletin güvenlik aygıtlarında örgütlenmiş milliyetçi-devletçi kliklerin bir kısmını da yanına alacak şekilde, Kürt illerinde savaşı derinleştirip, eski müttefiki Fettullah Gülen Cemaatini enterne ederek bir askeri darbe girişimi tuzağına düşüren otokrat, devlete karşı tehditleri ezme bahanesiyle de tüm devlet yetkilerinin kendisine devredildiği, bütün kurum ve makamların kendisine mutlak itaatini dayatan bir sürekli OHAL rejimi tesis etti.
Ülkenin ve devletin altı üstüne getirilerek kurulan Saray rejimi, hukukileştikten bir ay sonra Rahip Bronson gerilimiyle patlak veren döviz kuru kriziyle başlayan süreçte, sosyal grup ve sınıflar arasındaki bölüşüm ilişkilerini alt-üst etmeye dönük bir süreç işletmeye başladı. Yeni siyasi rejimin sosyal-sınıfsal hedefi, son üç buçuk yıl içinde derinleştirilen ekonomik ve sosyal bunalım içinde daha net biçimde açığa çıktı.
Toplumun % 15-20lik mülk sahibi burjuva ve orta burjuva kesimler dışındaki, 80-85’lik kısmı; özel tüketim vergileri, iktidarın akaryakıt, elektrik gibi temel tüketim maddelerine bir yılda yüzde 200leri aşan varan zamlarla patlatılan enflasyon ve düşük kredi faizleriyle açık biçimde soyuluyor. Rejim toplumun çok geniş kesimlerinden topladıklarını kazançlar kademeli biçimde, sırasıyla; i) Saray çevresi, ii) devlet ihaleleriyle ihya edilen saray sermayesi, iii) merkez bankasınnın verdiği ucuz krediyi kullanıp, arka kapıdan sattığı ucuz dövizleri toplayarak 2021 karını yüzde 300 arttıran finans oligarşisi ve geleneksel tekelci sermaye ve iv) inşaat ve konut sektöründe semirtilen İslamcı orta burjuvaziye doğru aktarıyor. Bununla da yetinmeyip, ülkenin yeraltı yerüstü kaynaklarını, dış borçlanma olanaklarını rejim inşası öncesine göre daha büyük bir hızda kazanca dönüştürüyor.
Bu süreçte emeğiyle geçinen kesimlerin milli gelirden aldığı pay, bir buçuk-iki yıl içinde son 18 yıldakine eşit olacak bir oranda düşerken, küçük burjuva ara katmanlar nefes almak için mülk ve tasarruflarını elden çıkarmak zorunda kalıyor. Bu şekilde hepimizin gözünün içine baka baka köklü bir mülksüzleştirme ve servet transferi programı uygulayan Saray rejimi altında Türkiye kapitalizmi de yüzde 11, yüzde 7,5 gibi büyüme rekorları kırıyor. Bankalar, finans kurumları, holdingler ve büyük şirketler rekor karlar açıklıyor. Halkın dörtte üçü şok edici bir yoksullaşma ve mülksüzleşmenin pençesinde inlerken, mülk sahipleri düşük kredi ve yüksek rantlarla servetlerine servet katıyor.
YAYGINLAŞAN ÇARESİZLİK VE ÖFKEDE MAYALANANLAR
Bu yıkım tablosu içinde geniş halk kesimleri arasında yeni ve güçlü bir kolektif çıkış umudu maalesef yaratılamadı. Bu yüzden bu kesimleri pençesine alan çaresizlik de, öfke de derinleşti. Bu durumdakilerin bir kısmı düzen muhalefetinin sözüne uyup sandığı beklerken, bir kısmı yurtdışına gitme planları yapıyor, küçük burjuvazinin başını çektiği başka bir kısmı da önüne atılan günah keçilerinin gözünü oymak için gün sayıyor. Çaresizlikle düşüp kalksa da, faşist düzen aktörlerince manipülasyona yatkın da olsa, devrimcilerin gözünü dikmesi gereken yer, fırtınanın gözüne dönüşmekte olan tutunacak dalları kırılmışların öfkesidir. Yeni halk ayaklanmalarının enerjisi de kuşkusuz buradadır.
Daha açık ifade etmek gerekirse, Erdoğan önümüzdeki seçimleri gaspetse dahi, Saray rejiminin yönettiği bir ülkede yaşamayı sindirmesi-kabullenmesi iyice zorlaşan geleceği ve bugünü yok edilmişler topluluğu son iki yılda iyice genişlemiştir. Bunlar içinde kuşkusuz en çabuk ulaşılabilir olanlar; ezilen halk kesimlerinden gelen barınma-beslenme gibi biyolojik ihtiyaçlarını bile karşılayamayan üniversite öğrencileri, genç kadınlar, üniversite mezunu olup da iş bulamamış veya marketlerde, e-ticarette, depolama-lojistik sektöründe ucuz işgücü olarak çalışanlar ve hayatları düzensiz işlerle küçük suçlar arasında savrulan yoksul mahalleli gençlerdir. Dokuz yıl önceki gibi esaslı bir sosyal-siyasal değişim yaratmadan geri çekilmemesi için öfkeli prekarya ve mülksüz proletaryayı ortaklaştıracak, net biçimde soygun, sefalet ve zulüm düzeninden kurtuluşa işaret eden bir yeniden kuruluş vizyonunu tarif etmek, bu halen afaki bulunuyorsa da ortaya buna ön gelen bir geçiş talepleri demeti koymak gerekiyor.
BUGÜNÜN SINIFÇI GEÇİŞ TALEPLERİ
Proletarya bölüklerinin öfkeli ama örgütsüz olduğu, sınıf partisinin güçlü olmadığı tarihsel dönemlerde siyasetin gündelik gündemleri dışında, azami programımıza ulaşma yolunda güç toplamamızı sağlayacak derli toplu bir talepler dizgesine sahip olmak önemlidir. Örneğin TİP’in 20 Ekim 2021’de yayımladığı dört maddelik “Kurtuluş ve Kuruluş İçin Bir Yol Var” bildirgesi bu çerçevede değerlendirilebilir. Bugünün ihtiyacı daha çok siyasi mücadele ve yeniden kuruluşa ilişkin bu bildirgeyi, Kasım 2021’den beri yaşanan yoksullaştırma soygunu, işçi ve halk direnişleri ışığında sosyal-sınıfsal taleplerle yeniden güncellemektir. Emekçi halkın mutfaklarındaki yangınla, gençliğin içinde büyüyen öfkeyi gören bir noktadan bu güncellemeyi: i) temel ihtiyaç maddeleriyle kolektif tüketim hizmetlerinnin kamulaştırılıp, belli miktara kadar ücretsiz sunulması; ii) barınma ve konut krizinin kamu tarafından üretilip, özel mülkiyet yaratmayacak biçimde sunulan kitlesel kiralık sosyal konut üretimiyle çözülmesi, iii) kullanılanlar dışındaki gayrimenkullerle onlardan elde edilecek rantların artanlı oranda vergilendirilmesi; iv) finans oligarşisiyle büyük burjuvazinin vergi muafiyet ve indirimlerinin kaldırılıp, gelirlerinin ilerici bir vergilendirmeye tabi tutulması; v) çalışma saatlerinin düşürülerek, istihdamın kadınlar, engelliler, yeni işe girecek gençler gibi dezavantajlı gruplar lehine arttırılması; vi) asgari ücret ve emekli aylığının insanca yaşanabilecek düzeye çıkartılması gibi talepler üzerinden yapmak uygun olacaktır. Bu hedeflere nasıl bir emekçi-yoksullaştırılan halk ittifakıyla ulaşılabileceğini göstererek, ona kurmaylık edecek bir sosyal-siyasal cepheyi inşa etmeyi gündemleştirmek bahsettiğimiz topluluğun keskinleşen öfkesinin sosyal değişim yaratacak bir siyasal hatta toplanıp, büyütülmesini sağlayabilir.
Gezi’den beri yaşadığımız sorun, Erdoğan’ın ülkeye giydirmeye çalıştığı, diktatoryal- neoliberal-İslami muhafazakar deli gömleğine girmek istemeyen, mahkum edildiği sefaletten kurtulmak isteyen milyonların feryat ve taleplerinin toplumcu ve demokratik bir sosyal değişimi hedefleyen ittifak/cephe(ler) zemininde yanyana getirilemeyişidir.
* İlgili yazılara şu linklerden erişilebilir: https://www.ilerihaber.org/yazar/senlikli-isyanin-elestirel-muhasebesi-140947 ve https://www.ilerihaber.org/yazar/geziyi-gercek-siyasal-degisimlere-tasimak-141242.
Fotoğraf: İsimsiz (licensed under CC BY-NC-ND)
Ali Ekber Doğan
ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü mezunu olan Ali Ekber Doğan, Ankara Üniversitesi SBF Kentleşme kürsüsünde doktorasını yaptı. “Eğreti Kamusallık”, “Birikimin Hamalları" ve "Tarih Sınıflar ve Kent: Sevilay Kaygalak'a Armağan” (Derleme) başlıklı kitapları bulunmaktadır. Mersin Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü'nde öğretim üyesiyken, ”Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriye imza attığı gerekçesiyle Aralık 2016’da sözleşmesi yenilenmeyerek işten çıkarılan Doğan, Nisan 2017'de çıkartılan KHK'yle de kamu görevinden ihraç edildi. Praksis Dergisi Yayın Kurulu üyesi ve Praksis Güncel editörlerinden Doğan, yazarlık faaliyetleriyle uğraşıyor.