Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

Haziran İsyanı: Paranteze alınamayacak kadar fazla

Bu içeriği paylaş:

 

Referans: Güngen, A. R. (2013) “Haziran İsyanı: Paranteze Alınamayacak Kadar Fazla”, Praksis Özel Sayı: Gezi ile Gelen En Uzun Haziran, 105-113.

 

2013 Haziran ayında resmi verilere göre üç haftalık bir süre zarfında Türkiye’de 2.5 milyon insan Gezi Parkı direnişiyle başlayan ve hükümet karşıtı karakteri baskın hale gelen eylemlere katıldı (radikal.com.tr, “Gezi eylemleri”). Bu eylemlerin doksozoflar ve siyasetçiler tarafından değerlendirilmesi Türkiye’de süregiden kanaat üretme mücadelesi ve algı yönetimi açısından son derece öğretici veriler sunuyor.[1] Haziran İsyanı’na verilen ve farklı okuma biçimleri şeklinde tezahür eden tepkileri temelde “paranteze alma” olarak değerlendirecek bu yazıda, sözün gücünü doğrudan eylemin belirlediği günler yaşamamızın nedeninin isyanın sergilediği özdeşleştirmeyi ret potansiyeli ve performansında aranması gerekliliğine dikkat çekmeye çalışacağım.

Bu paranteze alma girişimleri, eylemlerin çoğunlukçu demokrasi gözlüklerinden okunması, Türkiye’deki ekonomik çalkantılarla ilişkilendirilmesi ya da eylemcilerin sınıfsal arka planı üzerinden odak noktası ve mesele edilenlere ilişkin bir hüsnükuruntu şeklinde ortaya çıkmış görünüyor. Bu tespiti açıklamadan önce Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AKP) egemen bir tarz-ı siyaseti ele almamız gerekli.

Türkiye’de son on yılda gerçekleşen muhafazakar dönüşüm sürecinde oldukça tepeden inmeci bir mantığın sistematik olmasa da kendisini gösterdiği ileri sürülebilir. AKP’nin 2007’deki seçim başarısı sonrası daha da belirginleşen bu durum dar anlamıyla bir rejim biçimi değişikliği savunusundaki AKP kadroları tarafından da gündelik yaşamın daha ziyade dini unsurlara referansla düzenlenmesi çabasındaki AKP yasa yapıcılarınca da düzenleme ve yasama faaliyetinin kendi kendisini kanıtlayan ahlaki ilkelere dayandırılmasında görünür oluyor. Bu ilkeler gereği, toplumun dönüştürülmesi sürecine karşı koyanlar, erdemli olmamakla (dış mihrakların maşası, terörist, darbeci, entrikacı vb.) itham edilirken aynı zamanda devletin baskıcı uygulamalarına muhatap oluyorlar. Muhalif olanın hayatını karartmaksa, kendi kendini kanıtlayan ahlaki ilkenin gerçekleşmesi sürecinde bir teferruata dönüşüyor.

Erdemli davranmama vurgusunun hatırlattığı ideolojik saflık ve kendi kendini doğrulayan ahlaki değerlerin Anadolulu, otantik niteliğine ilişkin göndermeler uygulamaların baskıcı niteliğini retorik olarak inkar ediyor. Ancak kamu düzeninin bozulmaması adına erdemli olmayanların siyasal alandan dışlanması ve susturulmasını (bu doğrultudaki baskı ve devlet terörünü) meşrulaştırmaya gayret ediyor. Terör ve erdemin iç içe geçmesi, baskıcı politikayı tabiiyet altında olan yoz ve çürümüşün zayıflığına karşı bir uygulama olarak gösteren Saint Just tarafından zamanında şu şekilde tarif edilmişti:

Kendi vicdanı ve yasaların esnek olmamasından korkan kimsenin kendisine şöyle dediği düşünülebilir: Bu derece kötü olacak kadar erdemli değiliz; filozof yasa koyucular, zayıflığıma acıyın; yozlaşmış olduğumu size söylemeye cesaretim yok; size söylemeyi tercih ettiğim şey, zalim olduğunuz! (Curtis, 1973’ten aktaran Mann, 2012: 193, çeviri yazara ait)

İlginç bir şekilde Saint Just’ün terör ve erdemliliği birleştirme girişimi mazlumluk iddiasıyla yapılan iktidar eleştirisini kendisine karşı hale getirmeye çalışmaktadır. Bu örnekte Fransız Devrimi’ne, daha genel bir bağlamda ise iktidarı ellerinde tutanlara tepki gösterenler mazlum olarak konumlandıklarında iktidar isteminde de bulunmaktadırlar. Saint Just bu istemin iktidardakini zalim olarak göstermesinin bir yozluk ifadesi olduğunu belirtirken adeta yasa koyucunun, yoz ve çürümüşlerin savunması nedeniyle zalim addedilen bir mazlum konumda olduğunu ifade eder. Bu noktayı çarpıcı kılan, Türkiye’de milliyetçi mukaddesatçı düşüncenin mazlum ideolojisi üzerinden biçimlenen siyaset tarzının da komplo söylemlerine dayanırken yeni bir mazlumluk devşirmeyi amaçlamasıdır.

Mazlum ideolojisinin – bireysel ya da ulusal kolektif ölçekte olduğuna bakmaksızın – şekillendirdiği komplo teorilerinin genel özelliği, işaret edilen “kötülüğün-olumsuzluğun” nesnel bir olumsuzluk değil, fakat özellikle kendi şahsına karşı girişilmiş bir eylem olduğu düşüncesinin baskın olmasıdır. Bu nedenle böyle bir ideolojinin en fazla vurguladığı öğe kendi mağduriyetidir. ‘Bütün kötülük ona karşı – kasten – yapılmaktadır. Düşmanları onun menfaatlerini baltalamak için pusuda beklemektedir. Hak ettiği şeylerden mahrum bırakmak için, düşmanları kendisine karşı kutsal bir ittifak kurmuştur’ (Açıkel: 1996:184).

AKP sıralarında Haziran isyanını “demokratik yollardan” hükümeti düşürme girişimi olarak algılayanların ve Türk Dil Kurumu tabiriyle “darbe” olarak niteleyenlerin söz ve eylemleri, “buralı olmayan”, dışarlıklı gösterilen eylemcinin mazlum gösterilmesinin bir çürümüşlüğü örtme çabası olduğuna işaret etmektedir. Eylemcilerin kent mekanında “biyolojik bir varlık”a indirgenmesi, her türlü kötü muameleye maruz bırakılmaları, kent mekanının bir kampa, istisnai şiddetin kurala dönüşmesi[2] ancak bu tarz-ı siyasetin uzantısı olarak anlaşılabilir. Bu tarzın bir tepki oluşturması kaçınılmazdır. Ancak bu tepki Haziran İsyanı’nda popülerleştirilmeye çalışılan okuma biçimlerinin ve bilinçli çarpıtmaların aksine tek bir hedefe odaklanmamıştır. Mazlum ideolojisinin Haziran İsyanı bağlamında eylemlerin AKP’ye ve Başbakan’a karşı girişilmiş olması üzerine olan vurgusu bir yandan da eylemleri sınırlandırarak kapsayıcılığını azaltma isteğinin ifadesi olarak anlaşılmalıdır.

 

Paranteze Alma Girişimleri

Haziran İsyanı boyunca muhafazakar ve liberal kanaat üreticileri fazla mesaiye kaldılar. Ortaya çıkan değerlendirmeler, sakilliklerine karşın isyanın dönüştürücü potansiyelinin altını oymak üzere işe koşuldular. Birer paranteze alma girişimi olarak değerlendirilebilecek bu değerlendirmeler ve okuma biçimleri daha ziyade hükümet karşıtlığına ve uluslararası komploların varlığına vurgu yaptılar. Toplumsal bir analize kalkışanlar da AKP döneminin başarısı olarak biçimlenen yeni orta sınıfın talepleri üzerinden kanaat piyasasına yeni ürünler sunmaya çalıştılar.

Bu girişimlerden siyasal rejim ve doğrudan hükümetle ilgili olanı 2013’te yoğunlaşan başkanlık rejimi ve anayasa tartışmalarının tortusu üzerinden biçimlendi. Girişte bahsedilen siyaset tarzına Türkiye akademisinde basitliğinden ve şematikliğinden kaynaklı bir açıklama gücü olduğuna inanılan ve halen önemli bir yer işgal eden bürokratik “devlet geleneği” yaklaşımını ve uzantılarını eklersek, AKP kadrolarının eylemleri büyük oranda siyasal bir komploya yorması anlaşılabilir. Bu siyasal komplo yaklaşımı Haziran İsyanı tam sönümlenmeden Başbakan’ın başdanışmanlığıyla taltif edilen bir şahsın telekinezi ile Tayyip Erdoğan’a suikast girişiminde bulunulabileceği yolundaki absürtlüğüne[3] sıkıştırılamayacak kadar yaygın bir algıya dayanıyor. Türkiye’de sonu bir türlü getirilemeyen “devlet geleneği” ve kendinden menkul bir yaratıkmışçasına tartışılan bürokratik yapıya atıfla ve bunun karşısına milli irade yerleştirerek yapılan Türk sağının ata sporu muhafazakar dışlamanın veciz örnekleriyle her an karşılaşmak mümkün.

Yakın dönemde rejim değişikliği savunusunda da AKP sıralarından bürokratik yapıya karşı milli iradenin savunusu bağlamında açıklamalar yapılmıştı. Örneğin AKP genel başkan yardımcısı Mustafa Şentop Mayıs sonunda şunları söylemişti: “Türkiye’de bürokratik oligarşik yapı parlamento dengeleriyle oynayarak, çoğu zaman hükümetleri kontrol altında tutacak bir imkanı bulmuştur. Başkanlık sistemi büyük oranda bu imkanı ortadan kaldırıyor.” (haber7.com, “Şentop: Başkanlık”). Bu yaklaşım toplumun siyasal tercihlerinin nasıl toplulaştırılarak sistem için veriye dönüştürüldüğü sorunundan bağımsız bir şekilde bir yürütme gücünün başkanda toplanmasının, yürütmeyi yasamadan yalıtma amacına paralel olarak prosedürel demokrasinin kuvvetler ayrılığı ilkesi gereği olduğunu belirtiyor. Demokratikleşmeyi prosedürel düzenlemelerden ibaret gören ve çoğunluk iradesinin eleştirilmesini zinhar olanaksızlaştıran bu anlayış kendi siyasal iktidarına ve topluma nüfuz gücüne yönelik her türlü meydan okumayı aslında milli iradenin tecellisine karşı bir saldırı olarak konumlandırıyor.

Bu anlayışın temsilcilerinden Yasin Aktay (2013) “komplo yoktur ısrarını sürdürenlerin komplonun bir parçası olan entrikacılar olduklarından hiç kimse kuşku duymasın” satırlarını yazdığında ve Allah’ın planları olduğunu müjdelediğinde bu milletin bağrı yanık evlatlarının komploları boşa çıkartacak gücü olduğunu ima ediyordu. Hilal Kaplan (2013) Venezuela’da

Chavez’e karşı yapılan darbeyi hatırlatarak siyasal atıf kabiliyetini katladığını muştuladığı sırada gösterilerin demokratikleşme talep etmediğini, meselenin uluslararası aktörlerin desteklediği bir sivil bir darbe gerçekleştirmek olduğunu anlatarak demokrasi talebiyle yürüyenleri aleni bir şekilde bir “saldırının” failleri olarak kodlamaya çalışıyordu. Bu örnekler seçmen desteğiyle büyük bir güce erişmiş yapılanmayı eleştirmeyi yasaklama arzusundaki çoğunlukçu anlayışı temsil ederken bir yandan da temel bir hak talebiyle ya da protesto amacıyla sokağa çıkanları erdem sahibi olmayan, yoz kişiler olarak resmediyor ve en hafif tabiriyle komplo kurbanı konumuna indirgiyordu.

Haziran İsyanı karşısında hükümet kanadı ve muhafazakar kanaat teknisyenleri tarafından verilen tepkilerden birisi de isyanı ekonomik bir parantez içine yerleştirerek Türkiye’ye karşı girişilen bir uluslararası komplo uzantısı olarak göstermekti. Uluslararası destekli siyasal komploya eşlik eden bir uluslararası ekonomik komplo argümanı ilkinin uzantısı ve başka bir paranteze alma girişimiydi. Siyasal alandaki özgürlük taleplerini, katılımcıların farklı toplumsal kesimlerden ve ağırlıklı olarak emekçi ve öğrencilerden oluşan kitlesinin kendi yaşam koşullarına ilişkin hoşnutsuzluk ifadesini bilinçli bir şekilde atlayarak; isyanın sonuçları ve uluslararası dalgalanmaların Türkiye ekonomisinin verili koşullar altındaki kırılganlıklarını arttırması durumunu çalışkan halka karşı yapılmış bir uluslararası saldırı olarak anlatma eğilimi olarak da resmedilebilir bu girişim. Eleştirel iktisatçıların son on yıllık süre içinde çeşitli kereler dile getirdikleri üzere Türkiye’de büyüme performansının sermaye girişlerine bağlı olarak dalgalanması ve özel sektörün döviz açık pozisyonunu arttırmasına neden olan politika tercihi arka planında, FED açıklamaları sonucu Mayıs ayında başlayan ve Haziran’da devam eden dalgalanma Merkez Bankası’nı 11 Haziran’da başlayan döviz satışlarıyla TL’nin değerini korumaya itti. En son 8 Temmuz’da son on yıldaki en yüksek döviz satış ihaleleriyle bir gün içinde 2.25 milyar USD’nin piyasaya sunulması TL’nin değerinin korunmasına destek olamadı.[4] Döviz alımı için TL toplama peşine düşen aktörlerin tahvil piyasasında yarattığı hareketlilik faizlerin yükselmesi sonucunu da beraberinde getirdi.

AKP döneminde faiz oranlarındaki düşüş ve son aylarda Merkez Bankası faiz oranlarının enflasyon altına çekilmesi Türkiye koşullarında son on yılda içinde tüketici kredilerinin de önemli bir rol oynadığı bir büyüme yaşandığı için birçok sorunu içinden çıkılmaz hale getirme ihtimali taşıyor. Bireysel borçlanma aracılığıyla yaratılan talep canlılığı sayesinde yakalanan yüksek büyüme oranları Türkiye’nin cari açık sorununu daha vahim hale getirirken, TL’nin değerli tutulması çabası şirketlerin ve bankaların döviz cinsinden borçlanmasını teşvik ediyor. TL’nin değer kaybı ya da dış kaynak girişinin kesintiye uğramasının bu çarkı durdurma ihtimaline karşı politika yapıcıların ellerinde fazla bir araç bulunmuyor. Faizlerin düşmesi, bireysel borçlanmayı ve tüketimi arttırıp tekrar açık sorununu gündeme getirecekken, faizlerin yükselmesi Türkiye’nin çok yüksek bir getiri oranı vaat ederek dış piyasalara aktarımda bulunması anlamına gelecek. Aynı zamanda Türkiye’de zaten üstesinden gelinemeyen yetersiz üretken yatırım performansı finansal alanda getiriler arttıkça daha da kötüleşecek. Tayyip Erdoğan ve üst düzey ekonomi bürokrasisi, kredi genişlemesinin kontrol altına alınmasının mümkün olacağını ve “siyasi istikrar” sürdüğü müddetçe Türkiye’nin risk priminin daha da düşeceğini ve bunun üretken yatırımlara katkıda bulunacağını düşünüyor. FED’in Mayıs ayında miktarsal gevşetme politikasına ilişkin yaptığı açıklamanın üstüne binen Haziran İsyanı TL’nin değerinde oynama yarattığı içinse muhafazakar tepki siyasal İslamın temel parçası haline gelmiş bir düşmanlaştırma söylemini devreye sokarak bir suçlu aramaya çalışıyor.

Sonuçlardan yola çıkarak olayları çözümleme tercihi güden bunu da İslamcı ve muhafazakar fantezileri devreye sokarak yerine getiren AKP kadrolarınca aynı vurgularla tekrarlanan, “faiz lobisi” ve uluslararası komplo argümanı, Türkiye borsasında gerçekleşen sert düşüşleri de[5] istikrarın bozulması hedefindekilerin işi olarak görürken anti-kapitalist bir nüve barındıran eylemleri ve toplumsal yansımalarını rayında giden Türkiye ekonomisine çomak sokmak olarak göstermeye yaradı (bkz. Akçay, 2013). Burada eklenmesi gereken nokta Türkiye’de faizler üzerinde etkide bulunmaya çalışan aktörlerle AKP arasında bir çıkar çatışması[6] bulunmadığı, ekonominin zayıf performansına rağmen bir başarı hikayesi anlatmak isteyenlerin bütün çıplaklığıyla alanda yer alan eylemciyi birilerinin elinde kukla olarak göstermekten çekinmedikleridir.

Haziran İsyanı karşısında ekonomik ve siyasal alanda hakim kılınmaya çalışılan ancak direnişçilerin eylemliliği nedeniyle oldukça zayıf kalan bu paranteze alma girişimlerine ek olarak daha ziyade akademik çevrelerden yükselen bir yaklaşımı ve toplumsal eylemliliği Batı akademisindeki hakim okuma tarzlarını Türkiye’de tatbik ederek anlama yolunu seçmiş olanların değerlendirmelerine değinmek gerekli. Buna göre Haziran İsyanı daha ziyade orta sınıftan katılımcıların boy gösterdiği, iktidarı ele geçirmekten ziyade belirli konularda yeni düzenleme yapılmasını veya acil bir meselenin çözülmesini amaçlayan bir hareketlenme. Türkiye’de bu tarz hareketlerin etki alanının kısıtlılığına karşın AKP döneminde orta sınıfın niceliksel artışı ve olanaklarındaki iyileşme nedeniyle artık Türkiye siyasetinin bir unsuru olarak bu tarz sorun odaklı hareketlerin görülmesi daha olası.

Hükümetin PR çalışması Akil İnsanlar Komisyonu içinde yer almış Baskın Oran’ın (2013) hükümet karşıtları arasındaki anlaşmazlık çizgilerini yeniden tanzimi sırasında anti-politik bir çekirdek ve etrafında halkalar icat ederek desteklediği bu argüman, çok farklı bir konumda yer alan akademisyenler tarafından da dillendirildi. Örneğin, bir yandan AKP’nin değişim rüzgarının siyasi alandaki temsilcisi olduğu düşüncesini savunan Hasan Bülent Kahraman (2013) diğer yandan yeni bir neslin bildiğimiz anlamda siyaseti kabul etmeyerek siyasal bir tavır aldığını yazarken bu siyasetin yapıcı, uzlaşmacı ve sorun odaklı bir siyaset olduğu kanaatindeydi. Bambaşka bir yerde dursa da Haziran İsyanı’nda yer alanların Gezi Parkı’ndakiler dışında kalanlarının niceliksel olarak çoğunluğunun darbeci olduğunu ima eden Mesut Yeğen (bkz. İlgün, 2013) eylemcilerin ilk halkası (yine halkalar!) için de “hayat biçimleri kendileri için kıymetli olan orta sınıflar filandı” açıklamasında bulundu. Ersin Kalaycıoğlu (2013) Gezi Parkı’ndaki değiştirici gücü anlatmak isterken post-materyalist değerlerden bahsederek ekonomik çıkar peşinde olmayan klasik örgüt yapılarına oturtulamayan bir hareket tarif etti. İsyanı bir “orta sınıf hareketi” şeklinde sunan argüman, akademik bir kaygı olmaksızın daha gündelik değerlendirme yapma gayesi taşıyanların elinde iyice sıradanlaştırılarak Türkiye’de orta sınıfın nüfusun % 59’unu oluşturduğu, Cihangir’de 15 USD ödeyerek pizza yiyenlerin sloganlarının Türkiye’de esaslı bir etkisinin olmayacağı tespitleri yapan sululuklara dönüştü (bkz. Bohn ve Bayraslı, 2013).

 

Eyleyişin Toplumsallığı

Kısaca değinilen bu açıklama biçimleri Haziran İsyanı’nın yaratabildiği kapsayıcılığı açıklamaktan uzak. Ya milliyetçi muhafazakar kitlelerin Türkiye üzerinde oynanan “büyük oyun”a dair fikirlerini biçimlendirme amacı güdüyorlar ya da Batı akademisinde çokça uğraşılmış orta sınıflar, yeni toplumsal hareketler yazınlarından beslenerek zevahiri kurtarmaya girişiyorlar. Zengin eylem repertuarıyla toplumsal mücadele alanına yeni bir soluk getiren Haziran isyanı, yaygınlaştırılmaya çalışılan okuma biçimlerinin aksine kentli emekçilerin ve AKP iktidarının baskısından nasibini almış ezilenlerin bir başkaldırısı olarak görülmeli. Hatırlatılması gereken husus ise İsyanın yıkıcılığı ve ateşinin gücünü bir parantez içine koymaya çalışanların okuma biçimlerine karşı İsyanın bunları alt üst edecek bir toplumsallık barındırmasıydı. Eylemlere katılan milyonlarca kişiye karşın İsyanı darbe girişimi olarak görmek, uluslararası bir komployla açıklamaya çalışmak ve belirsiz gözlemler yanı sıra sınıfsal icatlarla kentte yaşayan emekçileri orta sınıf ilan etmek, eyleyenleri, isyan ve eyleyişin kendisini bir kalıba oturtarak anlamlandırma ihtiyacının ifadesi. Bu aynı zamanda eylemlerdeki yıkıcı ve sistem karşıtı duruşu görmezden gelerek örtme telaşına da denk düşüyor.

Toplumsal üretim ilişkilerinin varlık halini oluştan ayıran bir görüntü sunmasına karşın eyleyenin fiili, eylem metalar dünyası içinde gerçekleştiği için ister istemez bir toplumsal karakter edinir. Bu satırların yazarının, bir bölüm odasında kendi başına bir uğraş veriyor görünürken dahi eyleyişini sürdürebilmesi birçok başka üreticinin emeğinin ürününü kullanmasına bağlıdır. Anlamlandırma faaliyeti gibi son derece bireysel görünen eylemler de emek ürünlerinin ne amaçla kullanıldığını göremeyen emekçilerin ve emek süreci üzerinde bir denetimi bulunmayan işçilerin eyleyişlerinin başka insanların eyleyişinde etkisi bulunmasına benzer bir toplumsal nitelik taşımaktadır. Oysa “eyleyişin toplumsal akışı” (Holloway, 2005) kapitalist toplumda kırılmış görünür. Bu kırılma emekçilerin eyleyişinin toplumsal karakterini örtmek için seferber edilir. Hayatımızı sürdürmemiz ve sürdürme biçimimizin kendisi bizim gibi milyonlarca insanın üretken yaratıcılığına ve eyleyişine bağlıyken tekil eyleyişler ve değişim değeri bazlı mübadele edilen metanın diline hapsolmak toplumsallığın bireysellikle ikame edilmesini getirir. İnsanlar arasındaki etkileşimin şeyler arasındaki ilişkiler olarak görünmesine cevaz veren yaklaşımlar bir sınıf mensubu olarak bireyin protestosunun kendi sınıflandırılmasına (bir sınıf mensubu olarak ilanihaye konumlandırılması ve alternatif bir toplum tahayyülünün kısırlaştırılmasına) karşı da bir anlam barındırabileceğini, oluş sürecindeki eylemlerinin varlık olarak kodlandığı biçimlere karşı durabileceğini anlayamayacaklardır.

Özgürlük talebinde bulunan emekçi ücret artışıyla susturulamadığında, ücretlerin artmasını isteyen aynı zamanda öğrencilerin tutuklanmasına tepki gösterdiğinde, hükümetin istifa etmesi gerektiğini düşünen gösterici alternatif örgütlenme biçimleri üzerine tartışmaların bir parçası haline geldiğinde benzer bir eylemlilik hali içine girmişlerdir. Bu kendi eylemliliğini, paranteze almaya çalışan, tek bir soruna yönelik ya da tek bir odaktan kaynaklanan sorunlara ilişkinmiş gibi gösterenlere “bundan daha fazlası” demektir. Haziran İsyanı sırasında hükümet karşıtı, aynı zamanda hak ve özgürlüklerin savunucusu olmuştur. Polis şiddetinin karşısında yer alan gösterici cenazesini kaldırmak isteyene omuz vermiştir. Kentin kamusal mekanlarının korunması için uğraşanlar doğa talanına son verilmesi için de haykırmışlardır. Çok konuşulan “mesele sadece Gezi Parkı değil, arkadaş” tweeti durumu gayet iyi özetlemektedir. Haziran isyancıları kendilerini belirli kimliklerle özdeşleştirmeye çalışanlara net cevaplar verebilmişlerdir: “Evet çapulcuyuz, ama bundan daha fazlasıyız!”

Gezi Parkı’nda çadırının yanına bir pankart asan eylemci görünüşte üretim sürecinin nesnesi olmaktan öteye geçmiş ya da başka bir ifadeyle kendi emeğine yabancılaşmasının farkında ve bunu aşmaya çalışır değildir. Ancak parkın farklı bir politik eylem merkezi haline gelmesi durumunda toplumsal hayatın dönüşümüne ilişkin bir perspektif sunarak eyleyen kişi sadece kendi hayatı değil başkaları için de alternatif “yapma biçimleri” üzerine kafa yormaktadır. Özgürlüğünün başkalarının eyleyişi ile olan diyalektik ilişkisini bir forum sırasında deneyimleyenler, bir yandan kamusal etkinlikleri ve gündelik yaşamın örgütlenmesini tartışmakta bir yandan da eyleyişinin sonucunun eyleyiş sürecinden bağımsız olmadığını ortaya koymaktadırlar. Eyleme hali ve oluş süreci, sonunda ortaya çıkanı biçimlendirmektedir. Sistemin yılmaz savunucularının isyan ve eyleyişin sınırlı hedeflere yönelik olduğu temelli ad hominem argümanları ve popülerleştirmeye çalıştıkları okuma biçimleri eylemciyi (hükümet karşıtı, komplocu, faizci, orta sınıf, marjinal vb. şekillerde) sadece bir karşıtlıkla ya da bir kimlikle özdeşleştirmeye ve böylelikle dönüştürücü potansiyelinin altını oymaya çalışmaktadır. Haziran İsyanı’nın gücü bu özdeşleştirmeyi savuşturma konusunda başarılı eylemlerde olduğu kadar eylemde bulunma halinin sözle damgalamaya, ya da paranteze alma girişimlerine karşı “oluş süreci üzerine devrimci bir vurgu”yu ve olduğundan daha başka olma arzusunu beraberinde getirmesinden de kaynaklanmaktadır.

 

Kaynakça:

Açıkel, F. (1996) “‘Kutsal mazlumluğun’ psikopatolojisi”, Toplum ve Bilim, Güz, 70: 153-198

Akçay,   Ü.   (2013)   “Hükümetin    Yeni   Stratejisi    ve   5   Soruda Faiz Lobisi   Tartışmaları”, kriznotlari.blogspot.com, http://goo.gl/l72ZI, indirilme tarihi 24.6.2013

Aktay, Y. (2013) “Gezideki Komplo ve Sosyoloji”, Yeni Şafak (22.6.2013)

Bohn, L.E. ve Bayraslı, E. (2013) “Why Gezi Park Isn’t Resonating in the Rest of Turkey”, The Wall Street Journal (28.6.2013)

Göker, E. (2013) “Ne çektin be sosyoloji!”, http://goo.gl/Ika8i1, indirilme tarihi 8.7.2013

Holloway, J. (2005) İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek, İstanbul: İletişim

İlgün, S. (2013) “Mesut Yeğen’le Röportaj: Gezi için kurulan koalisyon çözüm sürecini vurabilir”, Evrensel (24.6.2013)

Kahraman, H. B. (2013) “Park ve fark: İki tarz-ı siyaset”, Sabah (19.6.2013)

Kalaycıoğlu, E. (2013) Haber Ekranı Programı (10.6.2013), STV Haber, http://goo.gl/u16jK, indirilme tarihi 15.7.2013

Kaplan, H. (2013) “Sivil Darbe Nasıl Olur?”, Yeni Şafak (1.7.2013)

Mann, M. (2012) The Sources of Social Power volume 2: The Rise of Classes and Nation States 1760- 1914, Cambridge: Cambridge University

Oran, B. (2013) “Taksim-Gezi’nin üç halkası ve AKP”, Radikal (Radikal İki) (14.7.2013)

Rekabet Kurumu (2013) “Türkiye’de faaliyet gösteren 12 bankanın mevduat, kredi ve kredi kartı hizmetleri konusunda anlaşma ve/veya uyumlu eylem içerisinde bulunmak suretiyle 4054 sayılı Rekabetin Korunması Hakkında Kanun’un (4054 sayılı kanun) 4. Maddesini ihlal edip etmediğinin tespiti”, http://goo.gl/FbwTI, indirilme tarihi 16.7.2013.

Satlıgan, N. (1988) “Günümüz Kapitalizmin Pamuk İpliği: Hayali Sermaye Spekülasyonu”, Satlıgan N. ve Savran, S. (der.) Dünya Kapitalizminin Bunalımı, İstanbul: Alan Yayıncılık, 501-524

Taşkale, A. R. (2013) “Bir kamp olarak kent: 1 Mayıs 2013”, http://goo.gl/9lw18, indirilme tarihi 25.5.2013

www.haber7.com internet sitesi (27.5.2013) “Şentop: Başkanlık en iyi sistem”, http://goo.gl/3iZ7X, indirilme tarihi, 28.5.2013

www.radikal.com.tr (23.6. 2013) “Gezi eylemlerinin bilançosu açıklandı”, http://goo.gl/bYFy4, indirilme tarihi 24.6.2013

www.t24.com internet gazetesi (10.7.2013) “BDDK’dan bankalara döviz sorgusu”, http://goo.gl/C1t7D, indirilme tarihi 11.7.2013

 

[1] Doxa üretimine dair çok sayıda incelemeye istifhanem.com’dan ulaşılabilir. Gezi Parkı olayları sonrasında muhafazakar doksozoflar ile ilgili olarak bkz. Göker, E. (2013).

[2] Haziran İsyanı öncesi yazılmış bir değerlendirmedeki şu satırlar oldukça ufuk açıcıydı: “Bizler hepimiz, analitik başlangıç noktası olarak ‘kutsal insan’a indirgenmiş, biyopolitik iktidarın önemsiz nesneleri haline gelmiş (özne değil nesne!), Taksim’de basın açıklaması hakkı (olağanüstü halin sürekli ve canlı kılınmasıyla) elinden alınmış, kent adı altında her türlü yasa-dışılığın egemen olduğu modern bir toplama kampında yaşayan bireyleriz. Çünkü bugün, kamptan kente dönüş yok. Çünkü bugün toplum yok, dolayısıyla toplumsallık da yok. Fakat biz adındaki özne, yaratıcı, üretken bir çokluk aynı zamanda. Kampta yaşayan kutsal insan ve çokluk, bir madalyonun iki yüzü… Eğer iktidarın özünde “sıkıyönetim” ya da olağanüstü hal ilanı yatıyorsa, politikanın klasik tanımı toplumu değiştirmek, bizim tarafımızdan yaratılabilecek ‘karşıt bir olağanüstü hal’i yaratmaktır.” (Taşkale, 2013)

[3] Bu olay 14 Haziran tarihinde Ahaber kanalının Deşifre isimli programında gerçekleşti. Olayın videosuna şu adresten ulaşılabilir: http://goo.gl/vw2MA, erişim tarihi 16 Temmuz 2013.

[4] Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu 10 Temmuz tarihinde Bankaların döviz masası işlemlerinin neredeyse tamamı hakkında bilgi talep ederek bir soruşturma başlattı (t24.com.tr, “BDDK’dan bankalara”) .

[5] Genel olarak kapitalist piyasada yer alan açısından önemli olan gelecekte elde edilecek artı değerin ya da gerçekleşecek gelir akışının ne kadarlık kısmına el koyabileceğidir. Türkiye’de Haziran İsyanı sırasında ve Erdoğan’ın açıklamaları sonrasında borsada büyük düşüşler yaşanmasının da tek bir anlamı var. Büyük oranda uluslararası yatırımcıların hakim olduğu borsadaki oyuncular yani kapitalistler, Türkiye borsasında kote olmuş şirketler aracılığıyla, gelecekte elde edilecek artı değerin daha az bir kısmına el koyabileceklerini düşünüyorlar. Bunun nedeni otoriter neoliberal politikalara karşı emekçilerin ve geniş kesimlerin seslerinin daha gür çıkma olasılığını fark etmiş olmaları. Bu farkındalığın yarattığı aşağı yönlü hareket, borsada işlem gören hisse senetlerinin elden çıkarılması yönünde girişimlerin ve buradan elde edilen paranın başka mecralara akması tercihinin ifadesi. Spekülasyon ve hayali sermaye konusunda bkz. Satlıgan (1988).

6] Rekabet Kurumu Mart ayındaki kararıyla, faiz oranlarının belirlenmesinde birbirleriyle uyum halinde hareket eden ve rekabeti sınırlayıcı eylemlere girişen bankalara ceza vermiş ve 12 bankanın gayri safi hasılalarının % 0.3’ü ile 1.5’u arasında değişen miktarlarda para cezası ödemelerini kararlaştırmıştı. Gerekçeli karar için bkz. Rekabet Kurumu (2013). Bu ve buna benzer uygulamalar, zaman zaman hükümet kanadından gelen uyarılar Avrupa’daki en karlı bankacılık faaliyetinin Türkiye’de gerçekleştiği, AKP iktidarı döneminde faizlerin göreli düşüşü sırasında kredi politikaları aracılığıyla bankaların büyük karlar edindiği ve siyasal iktidarın bu doğrultuda çaba gösterdiği, Merkez Bankası uygulamalarının da çok büyük oranda bankacılık sektörünü desteklemek amacıyla biçimlendirildiği gerçeğini değiştirmemektedir.

 

fotoğraf: isimsiz, lisans CC BY-SA

Ali Rıza Güngen

Siyaset Bilimci, araştırmacı ve çevirmen. Borç yönetimi, finansallaşma, Türkiye siyaseti, devlet bankaları ve küresel Güney alanlarında araştırmalarda bulunuyor. 2013 yılında Türk Sosyal Bilimler Derneği’nin Genç Sosyal Bilimci ödülüne ve Behice Boran Özel Ödülü’ne layık görüldü. Türkiye'de üniversitelerde çalışması yasaklandığı için Kanada'da okutman ve araştırmacı olarak çalışıyor.