21. yüzyılın üçüncü on yılında küresel kapitalizmin karşı karşıya olduğu temel krizler olan pandemi, iklim krizi, gıda krizi, savaşlar ve en son yaşadığımız felaket olan deprem, içerikleri ve sebepleri itibariyle farklılıklar göstermekle birlikte, bu krizlerin 21. Yüzyıl küresel kapitalizminin yapısal çelişkilerinin ifadesi olduğunu ve beraberlerinde daha da derin krizleri getirdiklerini ifade etmek mümkün. Nitekim başta pandemi olmak üzere, içinde bulunduğumuz küresel iktisadi ve toplumsal krizler kapitalizme içkin, yapısal bir çelişkiyi hiç olmadığı kadar net bir biçimde açığa çıkardı: yaşamın üretimine dayanan kapitalizm, kitlesel olarak ölümü üreten bir sistem. Susan Ferguson’un ifadesiyle, pandemiyle şunu gördük: kapitalizm ekonominin (sermaye birikiminin) sağlığıyla işçilerin sağlığı arasında seçim yapması gerektiğinde, sermayenin sağlığını tercih ediyor ve bu, kapitalizmin yaşam karşısında ölümden yana saf tuttuğunun bir göstergesi. Kapitalist birikim için gerektiğinde işçi sınıfı iş yerinde çalışırken, virüsten, açlıktan, savaşta, polis şiddeti sonucu, termik santrallerin sebep olduğu hava kirliliğinden, ekolojik yıkım sonucu, susuzluktan veya bir sonraki iş gününe hazırlandığı uykusunda demirinden çalınmış evinin depremde yıkılmasıyla ölebilir.
Bu yazıda, yaşadığımız kriz ve felaketlerin toplumsal cinsiyet karakteri ve bunun bize sınıf mücadelesini yeniden düşünmek için nasıl bir zemin sağladığı üzerine toplumsal yeniden üretim merkezli bir tartışma yürütmeye çalışıyorum. Bunu yaparken, sınıf mücadelesi ve feminist mücadelenin hem birbirinden hem de ekoloji mücadelesi ve ırkçılığa karşı mücadele gibi alanlardan ayrı kurgulanamayacağını iddia ediyorum. Felaket kapitalizmi bize, bunların her birinin anti-kapitalist mücadelenin ayrılmaz unsurları olduğunu ve bu mücadeleleri birleştirmenin Türkiye’deki siyasi felaketimizle mücadeledeki önemini 2020’li yıllarda tekrar tekrar gösterdi. Nitekim bizim siyasi felaketimizin ayırt edici özelliği kapitalizmin yeterince gelişmemiş olması veya ahbap-çavuş ilişkileriyle keyfileşmesi değil; olgunlaşmış, oldukça saldırgan ve son derece patriyarkal bir kapitalizmin otoriter bir siyasi rejimle bir araya gelmiş olması. Siyasi felaketimiz derken, yalnızca “doğa” olaylarından söz etmiyorum. Emekçilerin en temel haklarını gasp eden, İstanbul Sözleşmesi’nden bir gecede çıkıveren, LGBTİ+’ları kriminalize eden, halkı evsizliğe, açlığa, derin yoksulluğa mahkum eden iktidar ilişkilerinin tümünü kast ediyorum.
Kapitalizmin temel çelişkisini yeniden düşünmek
1970’li yılların başlarından itibaren feminist ekonomi politik yazınında çeşitli biçimlerde ele alınan toplumsal yeniden üretim (TYÜ) kavramıyla temel olarak kast edilen, insanların-özellikle emekçilerin-yaşamı üretme ve idame ettirme, emek gücünün gündelik ve kuşaklar arası gıda, giyim, konut, sağlık, eğitim ve güvenlik gibi alanları kapsayan yeniden üretim süreçleridir. Kavram, feminist ekonomi politik yazınında dikkatleri çeşitli kurumların (devlet, piyasa, aile/hane, sivil toplum) karşılıklı etkileşimine, güç dengesine ve çelişkilerine çekerek gündelik ve kuşaklar arası olarak emek gücünün üretilme ve yeniden üretilme süreçlerine odaklanır (Bezanson ve Luxton, 2006: 3). Örneğin, çocuğun doğumu ve bakımı gelecek nesil emek gücünün üretimi olarak bir yeniden üretim surecidir. Bir işçinin her gün iş yerine dinlenmiş, beslenmiş, yeni bir iş gününe hazır bir biçimde gitmesi, gündelik yeniden üretim sürecidir. Yaşlı bakımıysa bir önceki nesil emek gücünün toplumsal yeniden üretimi sürecidir. Dolayısıyla, kavram, kapitalizm için biricik meta olan emek gücünün üretimi ve yeniden üretimi anlamında kullanılıyor ve bunu yaparken sosyalist feminizm hem Marksizm’den beslenen hem Marksizme eleştirel bir yöntemsel pozisyon alıyor.
TYÜ yaklaşımı, işçi sınıfı tanımına dair Marksizme önemli bir düzeltme yapıyor. Klasik Marksizmin işçi sınıfı tanımı, üretim araçları mülkiyetinden koparıldığı için yaşamını idame ettirebilmek için emek gücünü ücret karşılığı sermayeye satarak yaşayanları kapsar. Peki üretim araçları mülkiyetine sahip olmayan, olsa da buradan geçimini sağlayamayan ama emeğini sermayeye doğrudan ücret karşılığı satmayanlar ve/ya satamayanlar işçi sınıfı tanımına dahil edilmemeli mi? TYÜ yaklaşımının bu soruya cevabı hayır. Ücretli işi işçiliğin tek formu, ücretli işçiyi de işçi sınıfının ve sınıf mücadelesinin tek bileşeni olarak ele almaktansa heterojen bir emekçi sınıflar tanımından ilerliyor. Böylece, ücretli / ücretsiz işçi, kendi hesabına çalışan / ücretli çalışan, kentsel / kırsal, toprak sahibi olan / olmayan gibi ikilikleri aşma fırsatı veriyor. Dolayısıyla da kapitalizmin temel çelişkisini ücretli emekle sermaye arasında değil; emeğin bütün biçimleri, yaşam ve sermaye arasında kurgulamayı öneriyor (bkz. Von Werlhof, 2007). Nitekim kapitalizmin ideali bütün emek biçimlerini ücretli emeğe çevirmek değil, emeğin tüm biçimlerini, yaşamı ve doğayı en düşük maliyetle sermaye birikiminin hizmetine sunmaktır.
Felaketlerde devletin yokluğuna rağmen nasıl hayatta kalıyoruz?
Felaket kapitalizmi kavramı, Naomi Klein (2007) tarafından kapitalizmin felaketleri fırsata çevirerek sermaye birikim fırsatı yaratma biçimlerini açıklamak için kullanıldı. Ancak, felaket kapitalizmi felaketleri fırsata çevirmekle kalmaz, Foti Benlisoy’un açıkladığı gibi felaketleri üretir ve temel alır. Bu nedenle felaket, kapitalizm için zorunlu bir unsurdur. Dolayısıyla, felaketler kapitalizmin olağan akışından kopmaların sonucu değil, aksine, saf kapitalizm ürünüdür. Ve kapitalizmin yarattığı yıkımı çözme refleksi de kendisini yeniden ve daha yıkıcı ve yağmacı şekilde üretmesiyle mümkün. Kısacası, felaket kapitalizmiyle. TYÜ yaklaşımı, felaketler arasındaki tarihsel ve yapısal ilişkiyi açıkça görmemizi sağlıyor. Örneğin, pandemi, sosyalist feministler tarafından bakımın ve toplumsal yeniden üretimin krizi olarak tanımlandı (bkz. Mezzadri 2020; Bhattacharya 2020). Nitekim pandemi, yaşamın üretiminin kapitalizmin işleyişi için ne denli vazgeçilmez olduğunu hiç olmadığı kadar açık bir biçimde ortaya koydu. Çeşitli ölçeklerde, bakım hizmetlerinin yaşamsallığını ve bu hizmetlere erişimdeki eşitsizliklerin yıkıcılığını ifşa etti. Pandeminin ilanıyla birlikte, eğitim ve çocuk bakım kurumları kapatıldı (açıldığı durumlarda da her an tekrar kapanma ihtimali gündemde oldu); yaşlılar ve kronik hastaların sağlık ve bakım hizmetlerine erişimi kısıtlandı; ev içi ücretli temizlik ve bakım hizmetinden faydalanmak zorlaştı; hane nüfusu hep birlikte eve kapandığından yemek yapma, temizlik, çamaşır, alışveriş gibi ev işi yükleri arttı. Bunların her biri kadınların hane içindeki ücretsiz emeğiyle karşılandı.
Böyle bir bakım ve TYÜ krizi kapitalizmin hangi çevriminde yaşansa yıkıcı olurdu. Ancak, neoliberalizmde yaşanması, neoliberal TYÜ rejiminin iki özelliği nedeniyle pandemiyi daha da yıkıcı hale getirdi. Birincisi, sermaye ilişkileri dışındaki tüm üretim ve geçim araçlarına yoğun sermaye saldırısı. Kırdaki geçimlik gıda üreticisinin üretim ve geçim araçlarına el konması, yaygın toprak gaspları, doğal kaynak sömürüsüne dayalı büyüme modelleri, özellikle Küresel Güney’de, ciddi bir mülksüzleşme ve işçileşme dalgası yarattı. Bu işçileşme dalgası, ücretli işin feminizasyonu anlamına da geldi. İkincisi, bu dönemde devletin bakım ve TYÜ rolünden büyük ölçüde çekilmesi, bu hizmetlerin piyasalaşması ve/ya enformelleşmesi. Bir başka anlatımla; sağlığın, eğitimin, konutun, konutta kullanılan elektriğin, tüketilen gıdanın metalaştığı bir dönem olması. Dolayısıyla, bu iki özelliğe bakıldığında şu söylenebilir: neoliberalizmin temel TYÜ çelişkisi bir yandan yükselen mülksüzleşme ve işçileşme dalgasıyla kadınların ücretli işgücüne artan katılımı; diğer yandan, devletin çekildiği TYÜ rolleri nedeniyle bakımın haneye ve kadınların ücretsiz emeğine artan devri.
Kapitalist birikim için bakım ve yaşamın üretimi, işçi sınıfının gündelik ve kuşaklar arası olarak üretimi ve yeniden üretimi bu kadar yaşamsalken kapitalist devlet TYÜ rolünden patriyarkaya ve hane içi ücretsiz kadın emeğine güvenerek çekilebiliyor. Örneğin, son üç yıldaki iki büyük felaketi devletsiz atlatmaya çalışan Türkiye’de, 6 Şubat depreminden itibaren haklı olarak sıkça sorulan bir soru var: devlet nerede? Her ne kadar bu soru pandemi ve deprem gibi akut felaketler sırasında sorulsa da devlet yokluğuyla felaket olmayan koşullarda da derin bir gıda krizi varken çocukları okula aç gitmeye mahkum ediyor ya da konutu bir sosyal hak olmaktan çıkarıp yükselen konut ve gıda fiyatları karşısında insanları evsiz bırakıyor. Dolayısıyla, otoriterliğiyle insanlarının ensesinde olan devlet, bakım ve TYÜ hizmetlerinde “yok” olmuş durumda, bakım ve TYÜ’den sorumlu kurumların içi tamamen boşaltılmış durumda. Burada sorulması gereken kritik bir soru da devletin yokluğunu felaketler dışında neden daha az hissettiğimiz. Cevabıysa yine, hanede ve kadının ev içi görünmeyen emeğinde. Bu, ücret ilişkisi dışında olduğundan yalnızca devlet değil, ana akım ve eleştirel iktisat tarafından da sistematik olarak görünmezleştirilen bir emek. Halbuki “normal” koşullarda bakım ve TYÜ kendiliğinden hallolmuyor, kadınlar devletin çekildiği sorumlulukları hane içinde ücretsiz emeğiyle ikame ediyor. Tam olarak bu yüzden bugün felaket kapitalizmiyle mücadelede en temel sorumluluklarımızdan biri bu emeğin görünür kılınması için mücadele etmek.
Felaket kapitalizmine karşı feminist grevler
Peki böyle bir tabloda sınıf mücadelesi neyi hedef almalı? Bugün Türkiye’de, felaket kapitalizmine ve siyasi felaketimize karşı bakım ve TYÜ’yü merkeze alan bir sınıf mücadelesi kurgulamak zorundayız. Bunun için, felaket dönemleriyle sınırlı olmayan ve en önemli işçi sınıfı mücadele pratiklerinden birisi olan grevi tekrar düşünmeye iten feminist grevler önemli bir çerçeve sunuyor.
Sosyalist feminist hareket bir süredir grevi yeniden icat etme iddiasını ortaya attı. Örneğin Yüzde 99 İçin Feminizm başlıklı manifestonun birinci tezi, grevi yeniden icat etme gerekliliğiydi. Feminist grevler de, esasen 2017’de örgütlenen Uluslararası Kadın Grevi vesilesiyle feminist politikanın gündemine girmekle beraber hemen öncesinde, 2016’da Polonya’daki Siyah Protesto’ya da değinmek gerekir. Siyah Protesto günü, Polonya’da kadınlar ücretli işin yanı sıra ücretsiz, bakım işlerini de bıraktılar. Ev işi yapmadılar, çocuk bakmadılar, partnerleriyle cinsel ilişkiye girmediler, gülümsemediler… Benzer bir biçimde, 2018 yılının 8 Mart’ında İspanya’da ülke genelinde bir feminist grev örgütlendi. Hem ücretli hem de ücretsiz emeğin alanlarını hedef alan grevde hem eşit işe eşit ücret talep ediliyordu hem de erkek şiddeti ve patriyarka hedef alınıyordu. En aktif örgütlendiği sektörler de kadınların yoğun olarak çalıştığı, toplumsal yeniden üretim ve bakım sektörleriydi; sağlık emekçileri, eğitim emekçileri feminist grevin öncülerindendi. Grevin temel sloganı, “biz durursak dünya durur”, grevin politik anlamını idrak edebilmek için oldukça kritikti. Nitekim kadınlar durduğunda yalnızca kapitalist üretim durmuyor, yalnızca sermayenin kazancı azalmıyor. Yaşam duruyor. Çocuklar bakılamıyor, hastalar bakılamıyor, hane halkı aç kalıyor… Dolayısıyla, feministler temel anlamı iş durdurma olan grevi, kapitalist patriyarkanın kendilerinden beklediği ücretli, ücretsiz, fiziksel, duygusal hiçbir emek biçimini yerine getirmeyerek güncellediler. Ve “bakım grevi” olarak da tanımlanabilecek bir mücadele biçimi de feminist grevlerle gündemimize girmiş oldu. Feminist mücadele ve sınıf mücadelesinin ayrılmazlığında feminist grevleri rolünü Arjantin’de 2018 yılında kürtaj yasaklarına karşı örgütlenen feminist grev özelinde Paula Varela şu şekilde açıklıyor:
“Kadın hareketinin amacı şudur: (emek örgütlerinin hali hazırda üyesi olan) işçi kadınlar arasında köprü kurmak ve bu örgütlerin feminist gündemi kendi temel gündemleri olarak görebilmesinin yollarını tartışmak. Dışsal bir gündem olarak değil, kendi temel gündemleri haline getirmek. Çünkü kadınların sorunları işçi sınıfının tamamının sorunları. Kadınlar işçi sınıfının yarısını oluşturuyor; öğretmenlerin ve hemşirelerin tamamına yakınını oluşturuyor; güvencesiz işçilerin büyük çoğunluğunda biz çalışıyoruz; ve evdeki yeniden üretim işinin ezici çoğunluğunu biz üstleniyoruz. Bu nedenle, kadınların kendi bedeni üzerinde söz söyleme hakkı gibi, anneliğe karar verme hakkı gibi temel hakları bütün işçi sınıfının mücadele etmesi gereken haklardır. Benzer bir biçimde, güvencesiz çalışma, sağlık ve eğitim hizmetlerine sağlanan fonların yetersizliği (…), fazla mesai (ki bu hem ücretli hem ücretsiz emek üzerinde baskı oluşturur) gibi işçi sınıfına yapılan her saldırı da feminist hareketin temel gündemi olmalıdır.”
Yani feminist grevler, işçi hareketiyle özdeşleşen ama onu aynı zamanda güncelleyen bir mücadele biçimi oluşturdular. Yalnızca ücretli işi değil, toplumsal yeniden üretimin ücretsiz emeğini de askıya alarak bakım ve toplumsal yeniden üretimin kapitalist toplumdaki vazgeçilmez rolünü ifşa ettiler.
Sınıf mücadelesinin parçası olarak feminist grevler
Peki feminist grevler, günümüz Türkiye’sinde feminist mücadele ve sınıf mücadelesine dair bize neler söyleyebilir? Örneğin İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmemek, bütün emek örgütlerinin, sosyalist partilerin ve anti-kapitalist mücadelenin merkezinde yer almalıdır. Nitekim İstanbul Sözleşmesi aile içi şiddet karşısında kadını koruyan bir sözleşmeyken, aile/hane içi kadınlar için aynı zamanda bir emek sürecidir. Silvia Federici’nin ifadesiyle gibi kapitalist sistemde mutfak bir mikro fabrikadır. Üretim hattının başlangıcı mutfaktır, bitiş noktası fabrika ya da diğer üretim mekanlarıdır. Çünkü mutfakta ya da evin içinde kapitalizm için biricik/vazgeçilmez meta olan emek gücü üretilir ve yeniden üretilir. Bu üretim biriminde, üretim zincirinin ilk halkasında kadınlar erkeklerden dayak yiyor, öldürülüyorsa buna karşı mücadele antikapitalist mücadelenin en merkezi gündemlerinden biri olmalıdır.
Dahası, kadınların tahakküm altına alınması patriyarkal bir baskı biçimi olduğu kadar sermayenin bir sınıf stratejisidir de. Türkiye’nin mevcut bakım krizini düşünelim. Devletin bakım ve toplumsal yeniden üretim rolünden büyük ölçüde çekilmesi kadınlar için ücretsiz emek sömürüsünün şiddetlenmesi veya ücretli işe katılamama anlamına geliyor. Ve kadınları ekonomik olarak erkeklere daha bağımlı ve erkek şiddetine daha açık hale getiriyor. Bu da Türkiye’de bakım ve TYÜ merkezli bir sosyalist feminist mücadeleye duyulan ihtiyacı gösteriyor. Nitekim devlet, bakım ve TYÜ sorumluluklarından, kadınların eve kapanmayı kabul edeceğine, kabul etmediği takdirde evdeki erkekler tarafından zor yoluyla kapatılacaklarına; kısacası, kapitalist ve patriyarkal rıza ve zor mekanizmalarına güvenerek çekiliyor. Kadınlar bakım ve TYÜ hizmetlerini ücretsiz, kimse görmeden yerine getirirken bu kolaylıkla unutulup gidiyor.
Devletin çekildiği alanlar kadınların sırtına yüklenirken mücadele
Dolayısıyla, böylesine derin bir bakım krizi yaşarken, devletin çekildiği bakım ve TYÜ hizmetleri ve bu hizmetlere erişimdeki yetersizlik kadınların bakım yükünü ve ücretli işe katılımını nasıl etkilediğine dikkat etmemiz ve bunu sınıf mücadelesinin zorunlu bir unsuru haline getirmemiz şart. Bir başka ifadeyle, devlete, felaket dönemleriyle sınırlı olmadan bakım görev ve sorumluluklarını hatırlatmak; bunun sürekliliği için bir sınıf mücadelesi örmek zorundayız. Ya da sermayeye, işçilerin her gün o iş yerinin kapısından içeri sağlıklı bir şekilde girebilmesinin ardındaki ücretsiz emek sömürüsünü hatırlatmamız ve bunun karşılığını talep etmeliyiz. Ve bu ancak sosyalist feminist bir mücadeleyle mümkün.
Sonuç olarak, emeği ve işçi sınıfını ücretli iş kontratının ötesinde tanımlamak ve toplumsal yeniden üretim perspektifi bize sınıf mücadelesine dair oldukça geniş bir yelpaze sunuyor. Sermaye birikiminin, doğaya, kadınlara, farklı etnik grupların ucuz emek sömürüsüne hiç olmadığı kadar sert saldırdığı neoliberal dönemde bu çok önemli. Ve yaşamın üretimine dayanan kapitalist sistemin kitlesel olarak ölümü ürettiği 2020’li yıllarda daha da önemli. Dolayısıyla yaşamlarımıza her cepheden saldıran kapitalist patriyarkayla her cephede mücadele de hiç olmadığı kadar önemli. Felaket kapitalizmi gösterdi ki bu cepheler bizim ücretli işimiz, sağlıklı gıdaya erişim hakkımız, sağlıklı konuta erişim hakkımız, temiz suya erişim hakkımız, bedenlerimiz üzerinde söz sahibi olma hakkımız… Hepsini kapsıyor. Ve kitlesel ölümü üreten kapitalist patriyarkaya karşı bu alanların her birinde mücadele etmek hiç olmadığı kadar elzem ve acil.
Yazının orijinali 17.3.2023 tarihinde Çatlak Zemin sitesinde yayımlanmıştır.
Coşku Çelik
2019 yılında ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde doktorasını tamamladı. Doktora tezi Türk Sosyal Bilimler Derneği tarafından 2021 yılında Genç Sosyal Bilimciler Ödülleri Behice Boran özel ödülüne layık görüldü. 2019-2022 yılları arasında Kanada York Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Sosyal Bilimler bölümlerinde doktora sonrası araştırmacı ve misafir öğretim üyesi olarak çalıştı. Şu an Kadir Has Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde öğretim üyesi. Akademik ilgi alanları emek çalışmaları, kırsal kalkınma ve feminist ekonomi politik. Coşku Çelik, aynı zamanda Praksis Dergisi Yayın Kurulu üyesidir.