Bir türlü dinmeyen savaş hali ve sorunun çözümsüzlüğü, aradan yıllar geçse de bazı eski yazıların hala güncelliğini korumasını sağlıyor ne yazık ki. Anlaşılan o ki uzunca bir süre daha, bu güncellik kaybolmayacak ve bizler de üzülerek bu tür “eski” yazıları tekrar tekrar okuyacağız…
Aşağıda okuyacağınız yazı ilk olarak 2006 yılının Ağustos ayında Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı’nın (Özgür Üniversite’nin) yayın organlarından birinde yayınlanmıştır. İsrail Devleti’nin değişmeyen niteliğini anlamak, Filistin halkının ve Ortadoğu’daki mazlumların acılarının derinliğini hissetmek, uluslararası toplum denen ülkeler güruhunun ikiyüzlülüğünü bir kez daha görmek ve halkları sömürenlere karşı topyekün mücadele vermenin önemini kavramak için belki bir başlangıç olur diye yazıyı noktasına-virgülüne dokunmadan yeniden vermeyi anlamlı bulduk…
Umut edelim ki Filistin halkına ve Ortadoğu’ya kalıcı bir barışın nimetleri bir gün ulaşır…
Ortadoğu’da işler Hamas’ın iktidara gelmesiyle birlikte iyice karıştı. Filistin halkı, beğenilsin veya beğenilmesin, bir seçim yaptı ve Hamas’ı iktidara getirdi. İşte bu seçim Filistin halkı ve bölge için yıkım olacaktı. İsrail ile birlikte hareket eden Batılı devletler Filistin’e yönelik çeşitli yaptırımlar uygulamaya başladılar. Demokrasi savunuculuğu yapan bu ülkeler, demokrasiden “yalnızca kendi istedikleri doğrultuda hareket edenlerin seçildiği bir rejim”i anladıklarını bir kez daha gösterdiler. Zaten onlar için asıl önemli olan demokrasi veya seçim değildir. Önemli olan kendi küresel çıkarları doğrultusunda hareket edecek olan ve çıkarlarını koruyacak iktidarların var olmasıdır. Suudi Arabistan, Ürdün, Kuveyt ve Libya gibi ülkelere yönelik herhangi bir eleştiri yapılmayışını ve bu ülkelerle işbirliği içinde bulunmayı başka nasıl açıklayabiliriz ki?
Filistin halkını açlıkla, yoksullukla ve yoksunlukla ıslah etmeye yönelik tüm politikalar dünyanın gözü önünde sergilenirken, uluslararası toplum her zamanki duyarsızlığını ve kimi zaman duyarlıymış gibi görünerek statükoyu devam ettirmeye yönelik tavrını sürdürmüştür. Fakat işler artık iyice karışacaktı. Hamas, bir İsrail askerini kaçırdığını ve ancak esir değişimi kuralları kapsamında, Filistinli tutukluların serbest bırakılması halinde bu askeri serbest bırakacağını açıkladı. Bunun üzerine İsrail, vakit kaybetmeden Gazze’ye girdi ve Ortadoğu’da yeni bir süreç başladı.
Elbette ki iş Filistin’le ve Gazze ile sınırlı kalmadı. Lübnan Hizbullah’ı, İsrail askerleri ile girdiği çatışmada birkaç İsrail askerini öldürdü ve iki İsrail askerini de kaçırdı. İşte bu noktada iş iyice çığrından çıktı ve İsrail devleti Lübnan’ı ablukaya alarak bombalamaya başladı. Böylece İsrail iki cephede birden savaşa girdi. Hem Gazze’de hem de Lübnan’da savaşan İsrail, her geçen gün kullandığı gücün şiddetini artırdı. Hizbullah, başta Katyuşa füzeleri olmak üzere çeşitli füzelerle İsrail’in kuzeyini vururken, İsrail Gazze’yi bir kenara bırakarak olanca gücüyle Lübnan’a saldırmaya başladı. Lübnan’daki yabancılar tahliye edildikten sonra ise ölüm daha da karararak çöktü Lübnan’ın üstüne. ABD’den çeşitli silahlar alan İsrail, geçtiğimiz günlerde 40 metre derine inerek yerin altında patlayan, 2 tonluk bir sığınak delici bomba (Bunker Bluster, yani sığınak delen) ile sivillerin sığınağını vurdu. Kana köyüne düzenlenen bu saldırıda 37’si çocuk 54 sivil Lübnanlı hayatını kaybetti. Kana’da kullanılan bu katliam silahını İsrail’e veren ABD de işlenen bu insanlık suçunda suç ortağıdır.
Irak’ın işgalinin ve İsrail’in Lübnan saldırısının ardından insanlık bir kez daha savaş denilen şeyin, 1990 ve 1991’de ABD hegemonyasının simgelerinden biri olan CNN International’ın tüm dünyaya seyrettirdiği ışık şovlarından ibaret olmadığını anladı. O günden bu yana, Irak’ın işgaline ve Lübnan yıkımına kadar, 10 küsür yıldır insanlık ne yazık ki savaş denildiğinde Körfez Savaşı’nda “havada uçuşan ve ışık saçan füzeler “i algılıyordu.
Güvenlik Devleti
İsrail, kurulduğu 1948’den bu yana kendi güvenliği adına insanların zihninde ve vicdanında ciddi yaralar, ciddi izler bıraktı. İsrail kendi bataklığını kendisi yarattı ve artık dünyada insanların, İsrail’e karşı olumsuz hisler beslemeleri için özel çaba harcaması gerekmeyecek. İsrail’in Hizbullah operasyonu 23’üncü gününe girerken, Lübnan Başbakanı Fuad Sinyora ölen Lübnanlıların sayısını en az 900 olarak açıkladı. Sinyora’nın verdiği rakamlara göre yaralı sayısı 3 bin, evsiz sayısı ise 1 milyon olmuştu. Fakat onca saldırıya rağmen Hizbullah gücünden pek bir şey kaybetmiş değil ve İsrail’e karşı saldırılara devam ediyor. Ölen İsraillilerin sayısı ise 68’e yükseldi. Üstelik Hizbullah Lideri Şeyh Hasan Nasrallah Arap Dünyası’nda bir kahraman, bir idol olarak her geçen gün daha da ön plana çıkıyor ve bütünleştirici bir rol oynuyor. Nasrallah, güçlerinden bir şey kaybetmediklerini, “Tel Aviv’i vurabileceklerini” söyleyerek bir kez daha ortaya koyuyor.
İsrail için birkaç asker, üstelik de rütbesiz birkaç er bu kadar önemli olabilir miydi? Her gün onlarca insanı öldüren İsrail ordusu için birkaç er ne kadar büyük bir anlam ifade edebilirdi ki? Soruların yanıtı çok net bir biçimde verildi. İsrail devletinin tavrı, “askerine sahip çıkmak için”, “onları kurtarmak için” gerekirse bütün Filistin’i ve Lübnan’ı yerle bir etmeye dek varabilecekti. Önce Filistin hükümetinin bakanları tutuklandı, tanklar Gazze’ye girdi, siviller öldürüldü, füzeler atıldı. Ardından da Lübnan kan gölüne çevrildi. İşte İsrail militarist devletinin aradığı fırsat çıkmıştı ortaya.
Peki İsrail neden böyle davranıyordu? Aslında İsrail’in savaşmak için herhangi bir neden bulmasına gerek yoktur. Çünkü zaten güvenlik devleti niteliğinden dolayı, savaşmak ve saldırmak için sürekli olarak kendince nedenleri mevcuttur. İsrail birkaç asker için bu kadar büyük işlere nasıl kalkışabiliyor? Tüm dünyayı “karşısına almaya” nasıl cesaret ediyor? Bunların iki önemli cevabı olduğu kanısındayız.
Birincisi, İsrail militarist devleti askerler ve askeri operasyonlar üzerinden varlığını sürdürdüğünden bir tek asker bile bu devlet için son derece önemli bir anlam ifade eder. Varoluşunu yarattığı düşmanlarla mümkün kılan İsrail açısından, kendi halkını savaşın sürekliliğine ikna etmek ve bu yolla varlığını sürdürebilmesini sağlayacak askeri mekanizmaları diri tutmak için bir tek askerin bile simgesel değeri vardır. Güvenlik devleti niteliği bunu gerektirir.
İkincisi ise İsrail’in ve ABD’nin yakalanan “fırsatı” değerlendirme çabası olarak karşımıza çıkmaktadır. ABD’nin sınırsız desteğini alan İsrail, Ortadoğu’ya yeniden şekil verme planlarında ABD’nin Ortadoğu’daki bir numaralı ortağıdır. Geçtiğimiz hafta Washington’da yapılan Bush-Blair görüşmesinden sonra düzenlenen basın toplantısında, hem Bush hem de Blair bunu açıkça ortaya koyan sözler sarfettiler. Bush ve Blair o toplantıda birçok şey söylediler fakat, tüm o sözler içerisinde belki de en dikkat çekici olanı ve süreci özetleyeni şuydu: “Ortadoğu’da demokrasiyi inşa etmek için bir fırsat doğmuştur. Bu fırsatı iyi değerlendirmeliyiz.”
İsrail Hamas’ı iktidardan düşürmek, Filistin halkını kendi istekleri doğrultusunda şekillenecek bir “barış planı”na ikna etmek ve Lübnan-Suriye-İran üçlüsünü, ABD ile birlikte, hizaya getirerek bölgede “düzeni” sağlamak gibi hedefleri olduğunu bildiğimiz bir yola girmiştir. Filistin topraklarında inşa edilen ve Filistin halkını iyice tecrit etme amacı taşıyan devasa boyutlardaki “utanç duvarı” politikasının ve Hamas’ın seçilmesinden sonra Filistin Yönetimi’ne ve Filistin halkına yönelik baskı ve yıldırma politikalarının meşruluğunu artıracak yollar bulmak da bu noktada Siyonist İsrail için son derece önemlidir.
Peki uluslararası toplum bu sırada ne yapıyor? Uluslararası toplum her zamanki “işi ağırdan alma” tavrını sürdürmekte kararlı görünüyor. Batılı ülkeler, İsrail askerlerini kaçıran militanları kınarken ve askerlerin serbest bırakılmasını isterken, İsrail’in kullandığı orantısız güç ve sebep olduğu onca ölüm ve yıkıma bir ses etmiyor. Lübnan’ın altyapısı harabeye dönerken, saldırıların hedefinde siviller ve ağırlıklı olarak da çocuklar yer alıyor. Uluslararası yardım kuruluşları şu ana dek hayatını kaybeden 900’den fazla Lübnanlının yarısına yakınının 18 yaşın altında olduğunu açıkladı. (Birgün, 3 Ağustos 2006) Kendi çalışanları vurulan Birleşmiş Milletler, BM Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinden biri ve BM’nin en büyük finansörü olan ABD’nin engellemesi nedeniyle bir kınama mesajı bile yayınlayamadı. Açıkça görülüyor ki, uluslararası hukuk yine işlevsizleştirilmiş durumdadır. Uluslararası hukuk kurallarını hiçe sayan İsrail, BM tarafından kınanamamaktadır. Yaşananlar karşısında tüm insanlık dehşete düşerken, uluslararası hukukun gereklerine uygun hareket etmedikleri, acil ateşkes çağrısında bulunmadıkları ve İsrail’i kınamadıkları gibi, Batılı devletlerin bir de yaşanmakta olan süreci “fırsat” olarak görmeleri, bunu pervasızca açıklamaları bir kez daha “kolektif emperyalizmin” ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin ne olduğunu en net biçimiyle ortaya koymuştur.
Sivil Hedefler ve Yasaklanmış Silahlar
1949 yılında Cenevre’de, bazı devletler bir araya gelmiş ve savaş esnasında insani düşünceler temelinde uyulması gereken uluslararası hukuk kurallarını saptamaya çalışmışlardır. Nisan 1949’dan Ağustos 1949’a dek süren toplantılarda dört adet Cenevre Konvansiyonu oluşturulmuştur. Bu konvansiyonlardan her biri savaş ya da silahlı çatışmalar esnasında insani değerleri koruma altına almanın farklı yönleri ile ilgilidir.
Cenevre Sözleşmeleri’nin ortak 3. maddesi kısaca şöyledir:
“Bu sözleşmeye taraf olan ülkelerden birinin toprağında çıkacak, fakat beynelmilel (uluslararası) bir mahiyet arzetmeyecek olan silahlı bir ihtilaf takdirinde, ihtilaf halinde bulunacak taraflardan her biri hiç değilse aşağıdaki hükümleri uygulamakla mükellef bulunacaktır:
- Silahlarını teslim eden silahlı kuvvetler mensuplarına, … herhangi bir sebeple savaş dışı olan kimseler de dahil olmak üzere, çatışmalara doğrudan doğruya iştirak etmeyen şahıslara … fark gözetilmeksizin, insani muamele yapılacaktır. Bu hususta yukarıda zikredilen şahıslara karşı her ne zaman, her nerede olursa olsun, şu muamelelerde bulunmak yasaktır:
a) Hayata veya beden bütünlüğüne kasıtlar, … zulüm, azap ve işkenceler,
b)Rehine almalar,
- c) Şahısların haysiyet ve şerefine tecavüzler, bilhassa alaycı ve küçük düşürücü muameleler,
d) Nizami şekilde teessüs etmiş bir mahkeme tarafından ve medeni milletlerce zaruri addedilen adli teminat altında verilmiş hükümlere dayanmayan mahkumiyetler ve idamlar. - Yaralılar ve hastalar toplanacak ve tedavi olunacaktır. Uluslararası Kızılhaç Komitesi gibi bitaraf insani bir teşkilat, ihtilafa dahil taraflara hizmetlerini arz ve teklif edebilecektir.
İhtilafa dahil taraflar, işbu sözleşmenin diğer hükümlerini de tamamen veya kısmen hususi anlaşmalarla yürürlüğe koymaya çalışacaklardır. Yukarıdaki hükümlerin tatbiki, ihtilafa dahil tarafların hukuki statülerine tesir etmeyecektir.” (http://www.ihd.org.tr/makale/insancil/insan3.html, 5 Ağustos 2006)
Bilindiği üzere İsrail’in, Lübnan ve Gazze saldırılarında misket bombası, fosfor bombası, çeşitli kimyasal silahlar ve çocuklara yönelik özel ses bombaları kullandığı iddia edilmekte. Bu iddialardan pek çoğu bağımsız kaynaklarca doğrulandı. Sivillerin yanarak (karararak) öldüğünü gösteren görüntüler de bu iddiaları desteklemekte. (Bkz: http://www.whylebanon.net/index.php) İsrail, askeri hedeflere yönelik olarak bile kullanılması uluslararası anlaşmalarca yasaklanmış silahları sivil hedeflere yönelik olarak kullanıyor. Bu durum uluslararası hukuk kurallarına ve uluslararası sözleşmelere aykırıdır. Varolması yalnızca muhtemel kimyasal silahlar nedeniyle Irak’ı işgal eden ve sonrasında kimyasal silaha dair hiçbir şey bulamayan ABD, hiç utanmadan şimdi İsrail’e sığınak delici bomba veriyor, her türlü siyasi desteği sağlıyor. Tüm bunlar açıkça uluslararası hukukun ihlalidir ve ahlaka da mugayirdir. İsrail’in sivilleri hedef alması ve bunu yaparken de uluslararası sözleşmelerce yasaklanmış silahları kullanması Cenevre Sözleşmeleri’ne ve tüm dünyaya meydan okumaktır.
Emperyalizme Karşı
Günümüzde gelişmiş kapitalizmin en önemli sorunu, çok uluslu şirketlerin güdümünde dünyayı şekillendiren küresel sermayenin hızına yetişebilen ve sistemi ayakta tutmaya yarayacak olan yeni pazarların bulunmasıdır. Bu bağlamda, finans kapital güdümündeki emperyalist politikaları normalleştirmeye, içselleştirmeye yönelik çabaları tarihin yalanlar çöplüğüne atmak ve Ortadoğu’da suların hiçbir zaman durulmamasının nedeni olarak; Ortadoğu’nun küresel sermayeye bir türlü eklemlenememesi, küresel sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda düzenlenememesi olduğunu söylemek gerekmektedir. Buradaki en önemli amaçlardan biri Ortadoğu’yu küresel sermayenin güdümüne sokmak ve Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Ticaret Örgütü zincirine dahil etmektir.
Özetle; İsrail’deki, ABD’deki ve dünyanın birçok bölgesindeki kana susamış, savaş çığırtkanı şahinler bir kez daha iş başındalar. Kimi ülkelerde ise “durumdan vazife çıkarmak” veya “İsrail gibi olmak” hevesinde olanları gördükçe, şu tarihsel gerçeğe sarılmaktan başka çıkar yol olmadığını bir kez daha anlamamız gerekiyor. “Emperyalizm ve uzantıları halkların düşmanıdır”. Bu girdaptan çıkmanın yolu ise emperyalizme karşı topyekün mücadeledir. Küresel anti-emperyalist ve anti-kapitalist harekete bu noktada büyük iş düşmektedir. Zira anti-emperyalist bir duruşa sahip olmayan hareketler, ABD hegemonyasına ve kolektif emperyalizme karşı hiçbir başarı kazanamazlar. ABD’deki neo-con’lar (Neo conservative-Yeni Muhafazakar) ve onların işbirlikçileri, ateşkes istemeyerek, savaşı sürdürerek bu “fırsatı” değerlendireceklerini düşünüyorlarsa, büyük bir yanılgı içinde olduklarını söylemeliyiz. Ortadoğu halkları ve dünyanın birçok coğrafyasındaki ezilen halklar artık ABD’ye, İsrail’e ve emperyalizme karşı daha yüksek bir karşıtlık içerisindeler. Bunun sonuçları emperyalist güçler açısından pek hayırlı olmayacaktır. Ortadoğu, Batılı oryantalistlerin söylediği gibi her zaman sömürge olmamıştır. Ortadoğu’nun tarihinde sömürgelik önemli bir olumsuzluktur, fakat emperyalizme karşı yapılacak mücadelede Ortadoğu kilit önemdedir.
Ortadoğu’da barış şimdilerde daha uzak. Bu savaşın en önemli sonucu, bölgeye kalıcı barışı getirme umutlarını yok etmesi ve daha da artacak olan İsrail düşmanlığıdır. Bu süreci yaşayan insanlar ve başta çocuklar, geleceği şekillendirirken önlerinde bitmeyen bir savaş arzusu bulacaklar. Diyalektik bir kez daha gösteriyor ki, eğer halkları sömürenlere karşı topyekün mücadele verilmezse, savaşlar hep ezilen halkların aleyhine sonuçlanacaktır. Umut edelim ki tersi olsun. Umut edelim ki dünyanın bütün barışçıları birleşsin ve İsrail’i durdursun. İnsanlık tükenişten kurtulsun.
NOT: Lübnan’da yaşananları görmek, İsrail’in Lübnan saldırılarını durdurmayı sağlamak ve barışı inşa etmek için açılan uluslararası imza kampanyasına katılmak isterseniz ziyaret ediniz. http://www.whylebanon.net/index.php, http://www.fromisraeltolebanon.com
Görsel: Gaza strip, hosnysalah@pixabay