Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

Sol neden yerel yönetimlere yöneliyor (Praksis Güncel Tartışmaları #1 2024 Yerel Seçimleri)

Bu içeriği paylaş:

-I-

Sol neden yerel yönetimlere yöneliyor?

1970’lerde Erol Köse, Ahmet İsvan ve Vedat Dalokay’ın belediyecilik pratiklerinden doğan “yeni belediyecilik hareketi”, Fikri Sönmez döneminde Fatsa’da yaşanan sosyalist belediyecilik uygulamaları ve devrimci siyasetler ile gecekondu halkının kentsel mekâna yasal olmayan fakat meşru müdahalesinin ilk örneklerinden olarak 1 Mayıs Mahallesi, Çayan Mahallesi vd. kuruluş süreci dışında, Türkiye sosyalist geleneğinin yereli önemli bir mücadele alanı olarak görmediği söylenebilir.

Fakat AKP’nin hükümete geldiği 2000 sonrası dönemde, yerel yönetimler tekrardan sosyalist kesimlerin siyasal mücadelelerinde önemli bir yer tutmaya başlamıştır. Sosyalist hareketin 2000 sonrası yerel yönetimlere artan ilgisinin ekonomik, siyasal ve kültürel temelleri bulunmaktadır.

İlk olarak demografik yapının geçmişe oranla önemli değişime uğradığı söylenebilir.

1970 yılında ülke nüfusunun %47,1’i belediye hizmet sınırları içerisinde yaşarken bu oran 2000 yılında %78’8’e, 2014 yılında da %93,3’e yükselmiş, 2020 yılında % 97 olmuştur. Bu durum kenti,  kentsel hareketleri ve kent yönetimlerini zorunlu olarak siyasal mücadele stratejilerinin merkezine yerleştirmiştir.

İkinci olarak AKP döneminde yükselen kentsel toplumsa hareketler yerel yönetimleri hedef seçmiştir. 

1980 öncesi yetersiz bir zemine sahip olsa da kamu eliyle sunulan barınma, eğitim, sağlık, ulaşım, su vb. kolektif tüketim hizmetlerinin kademe kademe özel sektöre devri, AKP döneminde hızlanarak devam etmiştir. Bu hizmetlerin piyasaya bırakılması, hem hizmetlerin kalitesinin düşmesine hem de fiyatının artmasına neden olmuştur. Emeğin yeniden üretimindeki kamusal desteğin zayıflaması anlamına gelen söz konusu özelleştirme süreci, sendikasız ve iş güvencesiz çalışma şartlarının yaygınlaşması ve ile birleşince halkın eylemsel tepkileri yükselmeye başlamıştır. Bu tepkilerin yöneldiği muhatap, ücretler ve çalışma şartlarının düzenleyicisi olarak bir yönüyle merkezi yönetim iken; kolektif tüketim araçlarının sağlayıcısı olarak, diğer yönüyle yerel yönetimler olmuştur. Özellikle sağlıklı konut hakkı temelinde, AKP’li belediyelerin uyguladığı kentsel dönüşüm projelerine karşı Ayazma, Dikmen, Başıbüyük, Sulukule gibi mahallelerde yükselen kentsel toplumsal hareketler ile birlikte yine çeşitli mahallerdeki dayanışma platformları aracılığıyla yeşil alanlar, parklar ve meydanlar gibi kamusal müştereklerin sermayeye karşı savunusu üzerinden geliştirilen muhalefet, sosyalist hareketlerin kentsel mücadele süreçlerine ve yerel yönetimlere olan ilgisini arttırmıştır.

Üçüncü neden ekonomik mekandaki ölçek kaymasıdır.

Neoliberal dönemin sermaye birikim sürecinde öne çıkan iki unsur vardır. Bunlardan ilki mali sermayenin yeniden uluslararasılaşma eğilimi, ikinci neden mekanın metalaşmasından ziyade sermayeleşmesidir. Bu yeni döngü üretim sermayesine dayalı refah devleti döneminin de sonuna işaret etmekle birlikte siyasal mücadele ölçeğini ulusal ölçekten yerel ve küresel ölçeğe taşımaktadır. Ulusal ölçekten yukarı ve aşağı doğru bu kaymalar aynı zamanda yerelin de küreselleşmesi anlamına gelmekte ve yerel yönetimlerin hem ekonomik hem de siyasal alandaki ağırlığını artırmaktadır.

Dördüncü neden yerel yönetimlerin yetki ve kaynaklarının artmasıdır. 

Batılı ülkeler 2. emperyalist paylaşım savaşı sonrası yıkılan kentleri yeniden ayağa kaldırmak için yapılı çevreye ve yerel yönetimlere önemli kaynaklar aktarmış, 1980 sonrası ise kademe kademe bu kaynakları geri çekmişlerdir. Türkiye’de ise tam tersi bir süreç işlemiş, yerel yönetimlerin yetki ve kaynakları artmış ve birikim rejimine yaptıkları doğrudan ve dolaylı katkılar ile burjuvazinin çekim alanı haline gelmişlerdir. Özellikle 2000’li yıllarla beraber inşaat sektörünün ekonomik gelişmede yükselen payı, sanayi ve tarım alanındaki sermaye kesimini yapılı çevre yatırımlarına yönlendirmiştir. Sermaye kesiminin kentsel mekana olan bu ilgisi, kentin düzenleyici aktörü olarak yerel yönetimleri giderek artan bir biçimde siyasal mücadelelerin gerçekleştiği bir alana dönüştürmüştür. Sosyalistlerin 2000 sonrası yerel yönetimleri mücadele stratejilerinde önemli birer mevzi olarak görmelerinin ekonomik arka planında, bu kurumların sahip oldukları yetki ve kaynakları, sermayeden değil emekten ve halktan yana kullanma amacı yatmaktadır.

Beşinci neden postmarksizmin yerelci hegemonyasıdır.

Berlin Duvarı’nın yıkılması ve reel sosyalizmin dünyada gerilemesi dünyada sol belediyecilik hareketlerinde de önemli değişimlere sebep olmuştur. 19. Yy’dan bugüne gerek üretim ilişkilerindeki farklılaşmalar gerekse siyasal mücadelelerin belirlediği oyun alanında yerel, ulusal ve küresel ölçekte salınan siyasal mücadeleler, bu dönemde topyekun devletli sosyalizmden uzaklaşma eğilimine girmiştir. Dolayısıyla sosyalizm, komünizm ve devrim gibi fikirler yerini; yatay ve esnek bir örgütlenme alanı sunan Ostromcu müşterekler, BM’nin içini doldurduğu kent hakkı, komüniteryanizam, Bookchin’ci liberter belediyecilik ve kümünalizm, Laclau ve Mouffe’nin radikal demokrasi, İngiliz merkezli 3. Yol, Mezsaroscu komünal organik sistem gibi teorilere bırakmıştır. Post Marksist bir içeriğe sahip bu teoriklerin merkezinde sivil toplum, hiyerarşi karşıtlığı, yerelcilik ve yatay örgütlenme anlayışı bulunmaktadır. Söz konusu bütün bu teorilerin genel olarak Marksizme olan ideolojik eleştirileri; sosyalizmin bürokrasiyle, merkeziyetçilikle, otoriterlikle anılmasına neden olmuştur.

Sosyalist ideolojiye yönelik 1980 sonrası başlatılan değersizleştirme süreci, Türkiye’de özellikle AKP’nin hükümette olduğu 2000’li yıllarda meyvelerini vermiş, siyasal mücadelelerin ağırlık merkezi sınıfsal çelişkilerden devlet-sivil toplum saflaşmasına kaymıştır. Devlet-sivil toplum terazisinde yerel yönetimler giderek sivil toplum kefesinde değerlendirilmiştir. Özellikle Osmanlı’nın sosyo-ekonomik yapısı tartışmalarında feodalizme karşı ATÜT’ü savunan kesimler (kerim devletçiler ve Asya Üretim tarzını savunanlar) ile 1960’lar öncesindeki Osmanlı’yı Weberyan ve kültüralist çerçevede despotik-arkaik değerlendiren liberal fikirler, 1980 sonrası sol-liberal çizginin omurgasını oluşturmuştur. Genel olarak solda ağırlığını giderek artıran bu yaklaşım sosyalistleri de belirli ölçüde etkilemiş ve yerel yönetimler merkezi yönetimin tamamlayıcısı olarak gören hâkim eğilim yerini devletin idari yapısının zayıf halkası olarak gören değerlendirmelere doğru yer değiştirmiştir. Dolayısıyla belediyelerin; devlete karşı toplumun, bürokrasiye karşı demokrasinin, tekçiliğe karşı çoğulculuğun savunulduğu birimler durumuna geldiği tezi, özellikle birçok sol kesim tarafından benimsenmiştir. 2000 öncesi sosyalist hareketlerin mücadele stratejilerinde sıkça tartıştıkları sermeye birikiminin uluslararasılaşması ve mekansal coğrafyanın eşitsiz gelişimi gibi Marksist tartışmalar, 2000 sonrası yerini etkin vatandaş-edilgen vatandaş, organik batı – yapay doğu, yerel – merkez çatışmasına bırakmıştır.

Altıncı neden, 2010 öncesi AB politikaları ekseninde AKP’nin yerelci politikalarıdır.

OHAL’in kaldırılması, Alevi ve Kürt “Açılımları”, gösteri ve yürüyüş kanununda esnemeler, Taksim Meydanı’nın 1Mayıs gösterilerine açılması, çeşitli sol kesimler tarafından Türkiye’de artık Batı tipi sivil toplumun devlete baskın olduğu bir burjuva demokrasinin hakim olduğu yönünde yaygın bir kanı yaratmıştır. Bununla birlikte Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, AB Müktesebatına Uyum Programları ve AB Türkiye İlerleme Raporlarının etkisiyle, AKP tarafından yerel yönetimlere ilişkin bir takım yasal düzenlemeler yapılmıştır. Yasal mevzuattaki söz konusu değişiklikler ile AKP; “katılımcılık”, “şeffaflık” ve “hesap verilebilirlik” çerçevesinde yönetişim modelini kent yönetimlerinde hayata geçirmeyi amaçladığını savunmuştur. Yerel demokrasiyi geliştirmek ve merkezi vesayeti azaltmak adına yetkilerin merkezi yönetimden alınarak yerel yönetimlere aktarıldığı iddia edilen bu modelin kentsel siyasaları belirleyen en önemli bileşenleri sermaye tabanlı sivil toplum örgütleri, piyasa aktörleri ve bunlarla uyum içinde çalışması beklenen belediyeler olmuştur.  

Yedinci neden, 2010 sonrası ulusal ölçekteki çelişkilerin yerelde patlamasıdır. 

2010 yılından sonra, AKP’nin siyasal rakiplerini tasfiye edip otoriter ve baskıcı yöntemlerle iktidarını sağlamlaştırmaya çalıştığı bir dönem başlamıştır. Bu dönemle birlikte geçmişte yerel ve çoğulcu demokrasiye yapılan vurgu yerini ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı bir söyleme bırakmıştır. Kürtaj yasağının gündeme gelmesi ve cinsiyetçi söylemin artması, İstanbul’un 3. Köprü’süne Alevilerin bütün tepkilerine rağmen Yavuz Sultan Selim isminin verilmesi, ormanların ve diğer tabiat varlıklarının rant uğruna tahrip edilmesi, Tekel işçi eylemleriyle doruğa çıkan emek alanındaki hak gaspları; ezilen ve dışlanan kesimlerin siyasal iktidara karşı öfkesini biriktirmiştir. 2013 Mayısında Topçu Kışlası’nın inşasına karşı Gezi Parkı’nın ve Taksim Meydanı’nın savunusu üzerinden başlayan protestolar, halkın siyasal iktidara karşı biriken öfkesinin Türkiye çapında patladığı büyük bir eyleme dönüşmüştür. Bu zamana kadar seçim vakti oy verme dışında karar alma süreçlerinde hiçbir söz hakkı olmayan kesimler, Gezi eylemleri vasıtasıyla doğrudan demokrasiye olan özlemlerini haykırmıştır. Taksim meydanı boşaltıldıktan sonra mahalle parklarına çekilen halk, oluşturdukları forumlar aracılığıyla kente ve yaşam alanlarına dair sorunlarını konuşmaya devam etmiş ve “Belediyeleri nasıl demokratikleştiririz?” tartışmaları başlatmıştır. Bu tartışmalarda belediyeler, otoritenin ve baskının odaklandığı merkezi yönetime göre, halkın karar alma süreçlerinde söz sahibi olup yaşam alanlarına müdahale edebileceği erişilebilir birimler olarak değerlendirilmiştir. Halkın siyasal süreçlerde belediyeler üzerinden etkin olma yönelimi, sosyalist siyasetin yerel siyasete ve yerel yönetimlere olan ilgisini güçlendirmiştir.

Sekizinci neden, güçsüzleşen Sol’un kendini yeniden ispatlamak için yerele yönelmesi ve bu alanları sosyalist deney alanlarına dönüştürmeleridir. 

1980 sonrası sosyalist yerel siyaset bayrağı Latin Amerika’ya kaymış ve başta Porto Alegre olmak üzere Latin Amerika kentleri sosyalist siyasetlerin önemli deney sahasına dönüşmüştür. Latin Amerikada’ki yerel başarılar hem daha sonra ulusal ölçekte hükümete gelecek Morales ve Chavez’in öncülük ettiği “pembe dalga” hükümetlerine zemin hazırlamış hem de Avrupa kentlerinin yeniden ayağa kalması için ilham kaynağı olmuştur.

2008 ekonomik krizi ve 2011 Ortadoğu meydan işgalleri sonrası Barcelona merkezli radikal demokrat / platform belediyeciliği çizgisi Avrupa’yı tekrardan dünyadaki sol belediye siyasetinde görünür hale getirmiştir. Söz konusu belediyecilik hareketinin dünya genelinde kurduğu “Korkusuz Kentler Ağı” 2001 sosyal forumunda Latin Amerika’da başlayan dayanışmacı kentler ağını daha kurumsal bir zemine oturtmuştur. Yeni gelişen dijital demokrasi, çok boyutlu kamu alanı, çoğulcu komüniteler, dayanışma ekonomileri, gönüllü inovasyon ve paylaşım ağlarına vurgu yapan bu belediyecilik çizgisi “ulus devletleri sağa, kentler sola kayıyor” sloganını benimsemiştir. Bu hareketin önemli isimlerinden, Benjamin Barber, 2013 yılında “Belediye Başkanları Dünyayı Yönetse” adlı bir kitap yazmış, yine bu hareketin bileşenlerinden Galiçya Belediye Başkanı, Harvey’den esinlenerek “Asi Şehirlerden Oluşan Adalar Denizi” önermiştir.

Radikal demokrat çizginin dışında belediye sosyalizminin teorik mirasçısı olan çeşitli sosyalist hareketlerde de kentleri ve yerel yönetimleri geleceğin sosyalist nüveleri ve deney alanları olarak gören örnekler vardır. İngiltere’deki Preston Belediyesi bunun önemli örneklerindendir. Korporatist kurumsalcı bir çizgiyi savunan bu belediyecilik anlayışı kentte yaratılan değeri yine Preston’da tutabilmek için, bütün kamu kurumlarının tüketim ihtiyaçlarını kentteki kooperatiflerden karşılamaları için belediye etrafında bir ağ kurmuşlardır. İtalya’daki “Kızıl Bologna “ ABD’deki Cooperative Jackson ve Mondragon örneklerini andıran bu yöntemle, kent halkı hem örgütlenip sendikalaşmış hem de büyük zincir marketler yerine kentin kooperatifleri kalkındırmışlardır. Yukarıda anılan her iki örnekte de politik aktörler dünyada ulusal hükümetlerin sağcılaşması ve otoriterleşmesine karşı yerele zorunlu olarak yönelmiş ve kentleri eşitlikçi toplum idealleri için deney sahası haline getirmeyi amaçlamışlardır.

Ulusal ölçekte devrimci iddiası zayıflayan ve geçmişle kıyaslanmayacak ölçüde halkla bağları kopan Türkiye’deki sosyalist hareketler de yukarıdaki örneklere benzer şekilde aslında iradi olarak yereli kendilerine vurgulu mücadele ölçeği olarak seçmişlerdir. Söz konusu yereller, 1970’lerdeki gibi “kurtarılmış mahalleler” veya “kızıl kaleler” olarak tanımlanmasa da, 2000 sonrası sosyalistlerin kitle tabanlarının görece sağlam olduğu Samandağ, Dersim, Hopa kentleri ile birlikte Gazi, Gülsuyu, Tuzluçayır gibi mahallelerdir. Bu alanlar aynı zamanda 2000 sonrası sosyalist kesimin, belediye başkanlığı ve muhtarlık bazında yerel seçimlerde başarılı olduğu yerlerdir.

Dokuzuncu neden, kültürel kimlik politikalarının yerelci eğilimlerine katıysız kalınamamasıdır. 

2000’li yıllarla birlikte, siyasal strateji açısından başat konumda olan sınıfsal çelişkilerin yanında, kültürel kimliklerin de sosyalist hareketin önemli tartışma başlıklarından birisi durumuna geldiği görülmüştür. 1960’ların sonu ve 1970’li yıllar, kültürel kimlik sorununa yönelik özellikle Batı Avrupa ve Amerika’da yükselen protesto gösterine tanıklık etmiştir. Ülkemizde ise 1980’li yıllarla beraber kültürel kimlik alanında belirli toplumsal çıkışlar olsa da, bu çelişkilerin sosyalistlerin gündemine oturması esas olarak AKP’nin hükümete geldiği 2000 sonrasında gerçeklik kazanmıştır.  AKP’nin bu dönemde başlattığı  “açılım” ve “çözüm” politikalarının amacı, siyasal İslamın kültürel hegemonyasını kurmak istediği kitlenin rızasını alarak toplumsal tabanını genişletme isteğinden kaynaklanmaktadır. AB’ye uyum sürecinin de eşlik ettiği “demokratik açılımlar” döneminde sosyalist sol, siyasal iktidarın kültürel kimliklere ilişkin hegemonyasını kırabilecek karşı hegemonya araçlarını geliştirmek zorunda kalmışlardır. Reel sosyalist ülkelerin kültürel kimlik sorununa yönelik geçmişte uyguladığı “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” yaklaşımı ile birlikte farklı milliyetlerin ve inanç gruplarının özerk ve federatif bölgeler sistemi, sosyalistler açısından zaten bir model olarak uzunca bir süre tartışılmaktadır.

Yukarıda bahsedilen politikalar dışında, kapitalist sistemin kurumsal idari yapısında kalarak, dışlanan kültürel kimlikleri politikleştirip 1930’lardaki Küçük Moskovalar ve 1990 ve 2000’lerin Latin Amerikası’ndaki El Alto yerli hareketinde olduğu gibi karşı kültürel hegemonya mücadelesinin aktörlerine dönüştürme arayışları kaçınılmaz biçimde sosyalistler açısından yerel ölçeği ve yerel yönetimleri daha yakıcı biçimde tartışılır hale getirmiştir. 2000 sonrası sosyalist hareketin kazandığı belediyelerin, ülkemizdeki egemen kültürel kimlik olan Türklük ve Sünni Müslümanlıktan farklı olarak Alevilik, Kürtlük, Zazalık, Hemşinlilik, Lazlık ve Araplıkla anılan kentler olması da, siyasal ve ekonomik etkenlerle birlikte etno-kültürel dinamikleri de sosyalistler açısından tartışmaya açmıştır.

Sonuç olarak, 2000 sonrasında sosyalistlerin belediyeleri siyasal bir mücadele alanı olarak görüp giderek artan bir biçimde yerel seçimlere dahil olmalarının hem yapısal (objehtif) hem de iradi (subjektif) sebepleri vardır. Neoliberal yapısal süreç, siyasal mücadeleleri ulusal ölçekten çıkararak daha fazla yerele kaymasına sebep olurken; örgütsel güçsüzlük ve politik darlık gibi iradi sebepler de sosyalistleri, geçmişte güçlü oldukları “baba ocaklarına” geri çekilerek yerel yönetimler üzerinden sosyalist iddialarını yeniden ispatlama sürecine itmiştir.

-II-

Sol hareketlerde yerel politikaya farklı bakışlar

2000 sonrası sol-sosyalist kesimlerin belediyecilik çizgileri bugün altı siyasal eksen etrafında tartışılmaktadır:

1.Toplumcu Belediyecilik: İlk eksen, 1970’lerde Ahmet İsvan, Erol Köse ve Vedat Dalokay gibi belediye başkanlarının öncülüğünde sosyal demokratların sosyalist mücadeleden etkilenen en radikal kesiminin temsil ettiği toplumcu belediyecilik çizgisidir. Kentsel hizmetleri piyasadan satın almak yerine kendisi üreten, kaynak yok diye yakınmayıp kaynak yaratan, belediye siyasetini sınıf hareketiyle, yerel siyaseti ulusal ve küresel ölçekte siyaset ile ilişkili şekilde yorumlayan, demokratik-katılımcı ve tüketim düzenleyici ilkelere sahip toplumcu belediyecilik döneminde ilk kez hükümet ile yerel yönetimleri farklı partiler yönetmiş ve politik yerel yönetim hareketi başlamıştır.

2.Sosyal Belediyecilik: İkinci eksen, 1989 seçimlerinden sonra Karayalçın’ın SHP’li belediyeler için neoliberal bir içerikle kullandığı (SHP ve Karayalçın, sosyal bir piyasa ekonomisini benimsediğini program ve metinlerinde geçirmiştir) ve sonrası süreçte CHP ve AKP gibi partilerce de kabul edilerek belirli dönemlerde sloganlaştırılan “sosyal belediyecilik” anlayışıdır. Bu çizgide toplumcu belediyeciliğin sınıfsal vurgusu ile üretici özelliği büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Diğer taraftan toplumcu belediyecilikteki “toplumculuk” üretilen hizmetin niteliğine vurgu yapmakta iken sosyal belediyecilikteki “sosyal” kavramı ise her ne kadar hedef kitleye işaret etse bile piyasa ekonomisinin 1990 sonrası yumuşatılmış hâlini ifade etmektedir. Benzer kullanımlar, başta İngiliz İşçi Partisi öncülüğünde ortaya atılan 3. Yol anlayışında olmak üzere, dünyanın farklı yerlerindeki sosyal demokrat partiler tarafından yaygın olarak kullanılmaktadır.

3.Demokratik Belediyecilik: Üçüncü eksen DEM Parti’nin 1970’lerde Hilvan, Batman ve Diyarbakır’da yaratılan belediyecilik tecrübelerini miras aldığı, yakın bir zamana kadar “radikal demokrasi” teorisi etrafında sürdürdüğü ve bugün “demokratik yerel yönetimler” anlayışıyla savunduğu yerel yönetim çizgisidir. Bu çizgi Bookchin’ci liberter belediyecilik anlayışını feminist, ekolojist ve otonomcu bir kapsamda yeniden üretmiştir.

4.Sosyalist Belediyecilik: Dördüncü eksen ise toplumcu belediyeciliğin birikimlerini Fatsa’da görüldüğü üzere sosyalist bir edinimle devrim stratejisine bağlayan belediyecilik çizgisidir. Bugün daha ziyade TİP tarafından kullanılan bu slogan, içinden geçtiğimiz koşullar itibariyle çok iddialıdır ve yanlış-eksik bir içerikle kullanıldığında anlam olarak belediye sosyalizminin reformcu çizgisine kayma riski bulunmaktadır.

5.Komünist Belediyecilik: Bu kullanım TKP’nin 2024 yerel seçim bildirgelerinde yer almaktadır. Kavram, içerik olarak her ne kadar yerel Sovyet-meclis-konsey sistemini model alarak 2. Emperyalist Paylaşım (Dünya) Savaşı’na kadar uygulama alanı bulan “Küçük Moskova”ları akla getirse de, “komünist belediyecilik”, “sosyalist belediyecilik” gibi yine çok iddialı bir kavramdır. Bugün Marksist güçlerin güçsüzlüğü ve kitle ilişkilerindeki etki alanının darlığı düşünüldüğünde, her ne kadar niyet komünist olsa bile mevcut düzenin koyduğu yapısal politik bariyerlerin bu amacı gerçekleştirmeye izin vermeyeceği aşikardır.

6.Halkçı Belediyecilik: SMF’nin (Sosyalist Meclisler Federasyonu) 2009 yerel yönetimler programında içeriğini belirlediği, 2011 ve 2012 arası dönemde “devrimci-halkçı yerel yönetimler” olarak adlandırdığı belediyecilik çizgisi, bugün “demokratik-halkçı belediyecilik” kavramıyla SMF metinlerinde geçmektedir. 2000 sonrası Dersim ve ilçelerindeki belediyecilik tecrübeleri göz önüne alınarak geliştirilen bu kavram, diğer sol partilerin belediyecilik iddialarının yanında daha mütevazı bir çizgiye işaret eder. Günümüzde ÖDP, EMEP, Halkevleri vd.’nin yerel yönetim bildirgelerinde vurgulanan “eşitlikçikamucu yerel yönetimler” yaklaşımı da “halkçı belediyecilik” kavramıyla benzer bir içeriğe sahiptir.

 -III-

Türkiye’de sol belediyecilik deneyimleri

Sol-sosyalist ve demokratik güçlerin 1970’lerden sonra belediyelere yönelmeleri ve yerel seçim başarıları esas olarak 1999 yılı ile başlamıştır denebilir. Sol Parti (eski adıyla Özgürlük ve Dayanışma Partisi) 1999 yılında ilk kez girdiği yerel seçimlerde iki belde belediyesini, 2004 seçimlerinde Hopa ve Bahadın belediyelerini, 2009 seçimlerinde ise Samandağ ve Aknehir ve dolaylı olarak Çamlıhemşin belediyelerini kazanmıştır.

Yine ilk yerel seçimlere 1999 yılında dahil olan “Kürt Siyasal Hareketi”nin omurgasını oluşturduğu DEM Parti, -farklı parti adları altında kazandığı seçimler sonrasında- kayyum atamalarına kadar, özellikle Güneydoğu ve Doğu Anadolu’nun birçok kentinde belediyeler yönetmiştir.

Yerel seçimlerde başarı elde eden bir diğer hareket olan Sosyalist Meclisler Federasyonu da (SMF) 2004’ten bugüne iki dönem Hozat, iki dönem Mazgirt, bir dönem Ovacık’ı yönetmiş olup şu anda Dersim Merkez ilçesinde yönetimdedir.

2000 sonrasında CHP’li belediyeler açısından öne çıkan örnekler arasında ise Dikili, Eskişehir ve Fındıklı’yı gösterebiliriz.

Yine Karadeniz ve ülkenin farklı yerlerinde Halkevleri, EMEP vd. siyasal grupların etkin olduğu köy ve mahalle yönetimleri bulunmaktadır.

Yukarıda bahsi geçen örneklerden Eskişehir ve çeşitli Kürt belediyelerini ayıracak olursak, sol-sosyalist güçlerin belediyecilik politikaları uygulama alanlarının; genel olarak az nüfuslu, tarımsal üretimin baskın olduğu, Türk-İslam kültürüyle çatışmalı kültürel kimliklerin yaşadığı, sağ görüşlü komşu kentlerle gerilimli ilişkilere sahip, sarp coğrafi konumda olan, küçük ölçekli kentler olduğu görülecektir.

Bu ilçelerde hayata geçirilmeye çalışılan belediyecilik politikaları, sol güçler tarafından her ne kadar farklı kavramlar etrafında tanımlansa da uygulama boyutu itibariyle benzer amaçlar taşımaktadır. Örneğin yukarıda bahsi geçen bütün belediyeler başlangıçta halkı yönetime katma amaçlı halk meclisleri kurmaya çalışmış fakat bu meclislere halkın katılımını süreklileştirecek politikalar üretememişlerdir.

Bununla birlikte halkın kolektif bir ruhla üretim süreçlerine dâhil olabileceği kooperatif çalışmalar, Ovacık Belediyesi hariç, eksik bırakılmıştır. Belediyelerin üretim süreçlerine kayıtsız kalması kaynak yaratma konusunda da bu kurumları AB fonlarına ve merkezi yönetime mahkum ve muhtaç hâle getirmiştir.

Aynı zamanda söz konusu kentler, 1970’lerden itibaren sosyalist hareketin tabanının güçlü olduğu yerlerdir. Bu gücü daha çok devrimci bir romantizm zemininde yerel seçimlerde kazanıma dönüştüren sol-sosyalist hareketler, her ne kadar belediyelerde yönetime gelmiş iseler de, daha sonra kendilerini yönetime taşıyan halkın ihtiyaçlarına cevap verebilecek siyasalar üretememişlerdir.

Ayrıca, seçilen belediye başkanları ile partili kadrolar arasında bir süre sonra başlayan sorunlar; zamanla boyutlanarak derinleşmiş; kişiler, kurum ve programların önüne geçmiş; ‘Parti’leri destekleyen kesimler ile ‘Başkan’ı destekleyenler arasında gerilimlere dönüşmüştür.

Sosyalist kesimlerin dışında Radikal Demokrat Belediyecilik akımını temsil eden DEM Partili Belediyeler konusunda ise, daha önce Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapmış olan Osman Baydemir’in danışmanı Cuma Çiçek’in değerlendirmesiyle; yalnızca kültürel kimlik ve kadın politikaları alanında başarı görülmektedir. Çiçek, belediye siyasetinde daha çok sınıfsal bir duruşa işaret eden üretimci ve katılımcı politikaların ise DEM Parti’nin zayıf karnını oluşturduğunu iddia etmiştir. Bütün bunların ötesinde Kürt siyasal hareketi üzerindeki baskılar ve kayyum rejimi, DEM Parti’yi değerlendirirken göz önüne alınması gereken dışsal faktörlerdir.

Söz konusu deneyimlerden farklı olarak özellikle üretici özelliğiyle toplumcu belediyecilik unvanını hak eden tek belediye Ovacık Belediyesi’dir denebilir. Fakat Dersim merkez pratiği de dâhil olmak üzere SMF’nin bu örnek dışındaki diğer belediye pratikleri ile ÖDP’nin deneyimleri sosyal ve toplumcu belediyecilik arasında bir yere oturmaktadır.

Günümüzde birçok CHP’li belediye ise hem sermayenin hem de emeğin yeniden üretiminde dengeci bir politika izleyen sosyal belediyecilik çizgisinde faaliyet yürütmektedir. CHP’nin Dikili, Fındıklı ve ölçek olarak üst kademede bulunan Eskişehir deneyimlerini ise yine sosyal ve toplumcu belediyecilik arasında konumlandırabiliriz.

Yerel yönetimlerde sosyalist ölçek sorunsalı

Ölçek kavramı, her ne kadar 1990’larda mekân tartışmalarıyla iç içe geçtiği için, bu dönemde daha vurgulu şekilde tartışılsa da, 19. yüzyılda kapitalizmin gelişimi ile birlikte farklı sosyalizm akımları açısından hep güncel olmuştur. Marksist kuramcılarda ise, siyasal mücadele ölçeği, zamanın siyasal güç ilişkilerine bağlı olarak yerel-ulusal-bölgesel-küresel düzeylerde sürekli aşağı ve yukarı yönlü kaymalar göstermiştir. Gough’un tanımını temel alacak olursak ölçek, “iç içe geçmiş yersel birimlerin hiyerarşik yapıları içinde toplumsal sistemlerin ve ilişkilerin dikey dizilişi” şeklinde açıklanabilir. Mustafa Kemal Bayırbağ’ın ifadesiyle ise ölçek, toplumsal mekânın siyasal ve ekonomik süreçler çerçevesinde yıkılıp yeniden inşa edildiği bir ilişki biçimidir. Yerel yönetimler ve yerel mücadeleler kapsamında, küçük ölçekli tecrübeleri araştıran sınırlı çalışmalar dışında, Diyarbakır ve Eskişehir gibi üst ölçek deneyimlerini derli toplu ve mekânla ilişkili biçimde ele alan Marksist yayınlar Türkiye’de çok sınırlı sayıdadır.

Bugün sol-sosyalist güçlerin tartışma konusu yerel yönetim politika ve çizgilerinin, mekânla ilişkili şekilde dört temel ölçek etrafında tartışılması doğru olacaktır.

  • İlk grup;Hozat, Mazgirt, Ovacık, Samandağ, Hopa, Akdeniz örneklerindeki az nüfuslu, Türklük ve Sünni Müslümanlıkla çelişkileri bulunan, tarım ve hayvancılığın baskın olduğu ve sosyalist geleneklerin eskiden beri kuvvetli olduğu alt ölçek kentleridir. Bu kentlerde karar süreçlerine katılım kanallarına erişmek, aynı zamanda belediye başkanları ve meclis üyelerine ulaşmak daha kolaydır. Bununla birlikte kooperatifçilik temel ekonomik ve politik örgütlenme alanıdır. Ek olarak politik mücadele yükseldiğinde sosyalist örgütler belediye siyasetinde önemli aktörler olmuşken, düştüğünde ise akraba-aşiret bağlarına yönelen halk yerel yönetimlerle apolitik klientalist ilişkiler geliştirmiştir. Belediye siyasetinde sol-sosyalist güçlerin çatıştıkları temel kesim ise genelde zengin tefeci ve tüccarlardır.
  • İkinci grup; Dersim, Bağlar, Sur vd. orta ölçekli kentlerdir. Bu kentler kırsal üretimle ilişkili olsalar bile küçük sanayi ve hizmet sektörünün görece gelişmiş olduğu yerlerdir. Düşük nüfuslu alt ölçek kentlerde görülen akrabalık ve topluluk bağları buralarda zayıflar. Aynı zamanda karar süreçlerine ve kaynaklara erişimde yöre dernekleri, sendikalar ve çeşitli cemaat (dinsel içerikte olmayanlar da dahil) toplulukları etkindir.
  • Üçüncü grup, Eskişehir, Kadıköy, Diyarbakır gibi üst ölçek kentlerdir. Bu yerlerde oy verme davranışı ulusal siyasetle önemli çakışmalar göstermektedir. Her ne kadar çeşitli cemaat benzeri yapılar bulunsa da sosyo-kültürel alanda aile ve birey üzerine kurulu toplumsal ilişkiler ön plandadır. Aynı zamanda karar süreçlerine erişimde korporatist patronaj ilişkiler yaygındır.
  • Dördüncü grup ise, yönetim merkezi Ankara, “küresel kent” İstanbul, turizm ve hizmet sektörü alanında giderek yıldızı parlayan İzmir’i içine alan ve uluslararası alanda ülkenin ekonomik-diplomatik bağlantısını kuran büyük ölçekli kentlerdir. Söz konusu 3 büyük kent gayri safi yurt içi hâsılada önemli bir paya sahip büyük nüfuslu metropollerdir. Bu metropoller, merkezi yönetimdeki başkanlık sisteminin benzeri şekilde devasa yetkilerle donatılmış büyükşehir başkanları tarafından yönetilmektedir. Bu başkanlar aynı zamanda gelecekteki parti başkanlığı veya cumhurbaşkanlığının da doğal talipleridir. Yerel siyaset sahnesindeki güç dengelerinde baskın olan aktörler ise yalnızca ulusal sahada değil, ulus üstü düzeyde de etkin olan sermaye kesimleri ve bürokratlardır.

Kürt siyasal hareketini ayrı tutacak olursak, şimdiye kadar üst ölçek kentlerde başkanlığa talip olmuş ve seçimleri kazanma ihtimali bulunan iki sosyalist aday çıkmıştır denebilir. İlki 2019 seçimlerinde Beyoğlu yönetimine aday olan Alper Taş, diğeri de bugün Kadıköy yönetimine talip olan Kadıköy Halk Dayanışması’nın adayı Maçoğlu’dur.

Sosyalist ölçek stratejileriyle uyumlu kentsel politika setine sahip olunup olunmadığını, ölçek büyürken buna paralel olarak kadro ve taraftarlarda gerekli coşkunun yaratılıp yaratılamadığını bir kenara bırakacak olursak, Kadıköy adaylığındaki en büyük handikapın, daha önce Alper Taş’ın Beyoğlu örneğinde deneyimlendiği üzere, sol-sosyalist kesimlerin güçlü desteğinin alınamaması olduğu görülecektir.

-IV-

Tarihten bugüne yerel – beledi başkaldırılar

Tarihten günümüze merkez – yerel ölçekler arası kaymalar; siyasal mücadeleler ve üretici güçlerin gelişim düzeyi tarafından belirlenmiştir. Yereldeki iktidar ilişkileri, öncelikle kendini bir ölçek olarak örgütleyecek sosyal ve siyasal organizasyon yeteneğine erişmiş, sonra hem kendi içinde hem de zıttı sınıflarla çatışarak merkeze doğru yol almak istemiştir. Yerel yönetimler, bu siyasal güç savaşları içinde bazen heterojen yapılarla baş etme ihtiyacına binaen merkezi bütünleyen idari aygıtlar olurken, bazen de merkezle çelişen çıkarların konumlandığı ve merkezden kopma eğilimi gösteren yerel odaklar durumuna gelmiştir.

Sınıflı toplumun başlangıcında ortaya çıkan kent devletleri olarak site ve polis’ler, uzun bir süre özerkliğini koruyan yerel birimler olmuş iken zamanla bir kent devleti diğerlerini egemenliği altına alarak krallık ve imparatorluklar kurmuş ve kendisini siyasal gücün toplandığı merkez olarak inşa etmiştir. Roma İmparatorluğu’nda “municipe” olarak adlandırılan eski polis’ler, Roma merkezine bağlı yeni yerel idare birimleri olurken, bu kentler barbar istilaları ile birleşen köleci kalkışmalar sonrası merkezden koparak piskoposların idaresinde yeniden bağımsız birimlere dönüşmüşlerdir.

Municipeler ile Roma İmparatorluğu arasındaki zıtlığa benzer şekilde, tarihin farklı zamanlarda farklı isimlerle merkez-yerel çatışmalarının şiddetlenerek devam ettiği görülmektedir. Roma İmparatorluğu merkezinden kaçmaya çalışan municipeler gibi, Ortaçağ’ın ticaret komünleri de psikoposluk kentlerine dayalı feodal krallıklardan özerklik kazanmak için büyük mücadeleler vermişlerdir. Ulus aşırı ticaretin gelişmesi ve feodal sömürgecilik döneminin başlamasıyla ortaya çıkan merkantalist krallıklar döneminde ise merkez-yerel çelişkisinin odağı, jakoben-burjuva komünler ile monarşik başkentler arasında olmuştur.

Kapitalist ilişkilerin devlet idaresinin kurumsal omurgasını oluşturduğu ve meta sermayesinin uluslararasılaştığı serbest rekabetçi çağda ise ütopik sosyalizm, Paris Komünü (komünarcılık), belediye sosyalizmi, anarşist federatif komünler, reformist Dühringci komünler, Narodnik Rus kırsal komünleri ve belediye sosyalizmi gibi düşünce akımları, burjuva devletin sanayi kentlerinden kaçışı temsil eden deneysel ütopyalar (Lefebvre) ve pratik deney alanları yaratmışlardır.

Mali sermayenin uluslararasılaştığı emperyalizm çağının başlangıcında ise; kibbutzlar, lonca sosyalizmi, Küçük Moskovalar ve Avrupa’da ikili iktidarlar (sovyetik kalkışmalar) gibi emperyalist kapitalizmden yerel kaçış denemeleri olduğu gibi, aynı zamanda SSCB örneğinde görüldüğü üzere kapitalist sistemden topyekûn kaçışlar da yaşanmıştır. Dolayısıyla tekelci kapitalizm dönemi, sosyalizm ideolojisinin yerelden çıkarak, merkezi ölçekte kendisini devlet aygıtıyla inşa ettiği kurumsal bir döneme işaret etmektedir.

2. Emperyalist Paylaşım (Dünya) Savaşı sonrası ise, refah devleti şemsiyesinde, üretim sermayesinin uluslararasılaştığı örgütlü kapitalizm dönemi başlamıştır. Bu dönemde yerel idareler, merkezi yönetimleri hizmet yönünden tamamlayan edilgen unsurlar olmuşlardır. 1980’e kadar süren bu dönemdeki yerel başkaldırılar, devlet kapitalizminden ve bürokratik sosyalizmden kaçışa örnek olarak gösterilebilir. 1968 gençlik hareketinin ilham kaynağı olan Çin’deki Şangay Komünü; Avrupa’da yükselen Kent Marksizmi ve yerel sosyalizm (demokratik sosyalizm) hareketleri; İtalya’da Negri’nin öncülük ettiği otonom hareketler; Lefebvre’nin kent hakkı, kentsel devrim ve Anti-Leninist özyönetimleri;  Bokkchin’in liberter belediyecilik çizgisi; Hardin’in müşterekler kavramı; 2. dalga feminist akım ve yeni kentsel toplumsal hareketlerin hepsi, bu dönemdeki yerel başkaldırı pratiklerinin fikir altlığını oluşturmuştur.

1980 sonrasının en önemli özelliği ise tekrardan mali sermayenin uluslararasılaşması ve birikim döngüsünde yapılı çevre yatırımlarının ön plana çıkmasıdır. SSCB’nin çöküşe geçtiği ve dünya genelinde Marksizmin değer kaybettiği neoliberal dönemdeki başkaldırıların genelinde otonomcu-yerelci ideolojiler hegemon çizgi olup yalnızca devletli sosyalizmden değil bir bütün olarak ulus-devletten kaçış çabası ön plandadır. Müşterekler tartışmasının toplumsal hareketlerin gündemine güçlü bir şekilde dâhil olması; Laclau ve Mouffe’un radikal demokrasi teorisiBookchin’in komünalizm ve konfederalizm kavramlarısivil toplum merkezli komüniteryanizm; Lefebvre’nin kent hakkı tanımının BM tarafından liberal bir edinimle yeniden içeriklendirilmesi; 3. Dalga feminizm akımı; Mezsaroscu komünal organik sistemler yaklaşımı; İngiliz merkezli 3. Yol tartışmalarının hepsi, sivil toplumu temel alan merkezkaç teorilerdir. Bununla birlikte Venezüela devrimci komünleri ve kolektifleriMeksika toplum polisi hareketi, Latin Amerika ve Asya’daki ikili iktidarlar ile birlikte Marinaleda, Barcelona, Porto-Alegre, Kerala, Preston, Graz ve Rojava örnekleri bu dönemin yerel başkaldırı deneyimleri arasında değerlendirilebilir.

-V-

Sosyalist yerel denemelerden çıkarılan dersler

Türkiye’de 1999 seçimleri sonrasında sol-sosyalist güçlerin yeniden yerele yönelmiş oldukları konusu önceki bölümlerde detaylı tartışılmıştı. Yukarıda anılan dünya örnekleri ve Türkiye’deki deneyimler birlikte düşünüldüğünde günümüz kapitalizminden yerel kaçış denemeleri 7 temel başlık çerçevesinde değerlendirilebilir:

1-Yerel yönetimler konusunda araçsalcı bakıştan ilişkiselci yaklaşıma kayış vardır: Emekçi sınıfların kaynaklara ve karar mekanizmalarına ulaşabilmesi açısından erişilebilir kanallar sunması, sosyalistlerin yerel yönetimlere bakışlarını, devlet merkezli yaklaşımdan “görece özerklik” yaklaşımına doğru kaydırmıştır. Bu yaklaşımın temel iddiası; son kertede kapitalist üretim ilişkileri belediyelerin esas içeriğini ve sınırlarını belirlese de, yerel yönetimlerin merkezi yönetimden siyasal ve idari açıdan belli bir özerk alana sahip olduğu yönündedir. Gün geçtikçe de sol hareketler içindeki bu eğilim giderek güç kazanmaktadır. Yerel yönetimlerin sahip olduğu görece özerk alanın çerçevesi; ülkedeki genel demokrasi iklimine, merkezin idarenin vesayet gücüne, üretim ilişkilerinin niteliğine, yerel ve genel siyaset sahnesinde cereyan eden sınıf mücadelelerindeki güç dengelerine göre değişebilmektedir. AKP-MHP hükümet ittifakı döneminde, yerel politikalar giderek ulusal ölçekte çelişen çıkarların çatışma alanına dönüşmüş, kentsel siyasetten çok kimliksel kutuplaştırıcı ulusal siyaset, yerel siyaseti domine eder hâle gelmiştir.

2-Devletin politik kodları sosyalist belediyeciliğe bir yere kadar izin verir: Kapitalist sistemin siyasal ve ekonomik dinamiklerine bağlı olarak şekillenen yerel özerkliğin sosyalist aktörler tarafından ezilenler lehine aşılması durumunda, egemen sınıfların yerel hegemonya projelerindeki denge durumu, ideolojik aygıtlardan zor aygıtlarına doğru kayacak; asker, polis ve yargı organlarının oluşturduğu devletin zor aygıtları, kapitalist devletin “bekasını” korumak adına, düzenin yapısal sınırlarını zorlayan toplumculuğun belediyecilik uygulamalarının engeli hâline gelecektir. Fatsa pratiği, Kürt Belediyelerine atanan kayyumlar, Dikili ve Ovacık deneyimleri, devletin yapısal sınırlarını yeniden hatırlatan önemli örneklerdir. Devletlerin zor aygıtlarına ilişkin söz konusu yönelimi içinden geçilen sürecin siyasal iklimiyle alakalı olduğu kadar geçmişten devralınan idari gelenekle de ilişkilidir. Dolayısıyla bu bizi faşizm-otoriterlik tartışmaları ekseninde sol belediyeciliğin sistem içinde varacağı sınırları tekrar sorgulamaya itmektedir.

3- Yerel özerkliği, üretici güçlerin gelişme düzeyi ve siyasal mücadeleler birlikte belirler: Yerel yönetimler bir yanıyla üretici güçlerin gelişmesinin bir aşamasında ortaya çıkmış (municipe, ticaret komünleri, manifaktür kentleri, sanayi kentleri vd.) yapılar olsa da diğer yanıyla siyasal mücadeleler tarafından da içeriği sürekli değişmiştir. İktidara gelmek isteyen yapılar hükümet süreçlerinin başında (Gramsci ve Marx’ın tanımladığı anlamda) sivil toplumcu ve yerelci iken, devlet yönetiminde baskın oldukları andan itibaren merkezci ve idari vesayetçi bir çizgiye girmişlerdir. DP ve AKP’nin yerelcilikten merkeziyetçiliğe salınımı, bu duruma ilişkin en önemli örneklerdir. Benzer durum iktidarını kaybetmekte olan yönetici sınıflar için de söylenebilir. Örneğin Osmanlı’da yaygın bir belediyecilik teşkilatının kurulması isteği emperyalizmin talebi dışında, Tanzimat reformları sonrası feodal devleti koruma amacı da taşımaktadır. Yani bu dönemdeki yerelleşme hareketleri bir anlamda feodal merkez için yerelleşmeyi ifade etmektedir. Buna karşı mücadele veren Genç Osmanlılar ve Jön Türk hareketi ise modern burjuva devlet merkeziyetçiliğini savunmaktadır.

4- Farklı ölçeklerde verilen siyasal mücadeleler eşitsiz ve bileşik gelişir: Yerel, ulusal ve küresel ölçekte kendini gösteren siyasal süreçler birbirini dolaylı ve doğrudan şekilde etkilemektedir. Dolayısıyla yerel siyasetin sürekliliği ve etki alanı; dünyada ve tek tek ülkelerde gerçekleşen sınıf mücadelelerindeki güç dengelerine göre düşüş ve yükselişler göstermektedir. Yani toplumcu belediyeciliğin en yaygın örnekleri, sınıf mücadelesinin en güçlü olduğu dönemlerde ortaya çıkmıştır. Diğer taraftan sol-sosyalist güçlerin belediyecilik siyasetinde beliren liberal yönelimler, sosyalizmin kapitalist sisteme karşı etki alanının daraldığı ve sosyalist aktörlerin devrimci dinamiklerini yitirdiği zamanlarda yaşanmıştır. Bu anlamda ülkemizde sınıf mücadelesinin düşüşte olduğu, genel demokratik normların zayıfladığı ve devlet yönetiminde otoriter-faşizan eğilimlerin giderek arttığı süreçlerde sosyalist aktörlerin yerel seçimlerde başarılı olma, olsalar bile toplumcu belediyecilik politikalarını sürdürme koşulları zayıflamaktadır. Dolayısıyla yerel, ulusal ve küresel ölçekte cereyan eden siyasal çatışmalar birbirine sıkı ilişkilerle bağlıdır.

5- Sokak – kurum ilişkisi dengeli olmalıdır: Ekonomik ve sosyal haklar temelinde yükselen halk muhalefetinin demokratik taleplerini yerel mücadele alanında politikleştirip belediyeler aracılığıyla siyasaya dönüştürebilecek teknik donanıma ve ideolojik bilince sahip aktörlerin olmadığı koşullarda, sosyalistlerin yönetimde olduğu belediyelerde toplumcu bir çizginin hayata geçme imkânı bulunmamaktadır. Diğer taraftan belediye yönetimlerinde bulunan sosyalist siyasetler, her ne kadar güçlü bir yerel programa ve teknik kadro yapısına sahip olurlarsa olsunlar, emekçi kesimlerle ve toplumsal mücadele alanlarıyla sürekliliği sağlanmış bağlar kuramadıkları ölçüde, kazanılan belediyelerin sistemleşmiş birer sosyalist mevziye dönüşme ihtimali bulunmamaktadır. Her iki handikaplı durum da, sosyalist programdan ziyade belediye başkanının popülaritesinin ön plana çıkmasına, bürokratizme ve kariyerizme yol açmaktadır.

6- Amaç kenti idare etmek değil, yereli yöneten politik kentliler yaratmaktır: Neoliberal dönem, toplumcu belediyeciliğin en zayıf örneklerinin görüldüğü zaman dilimidir. Reel sosyalizmin çözüldüğü ve Marksizmin ideolojik düzeyde halk kitleleri nezdinde güncelliğini kaybettiği bu dönemde toplumcu belediyeciliğin hayat bulması; kitlelerinin tarihsel mücadele birikimleri ve gelenekleriyle ilişkili olduğu kadar, söz konusu birikimi yerel siyaset alanında harekete geçirebilecek politik aktörün dönüştürücü devrimci potansiyeline de bağlıdır. Bu potansiyel, toplumcu belediyecilik çerçevesinde üç temel özellik üzerinde yükselmektedir: Bunlardan ilki, toplumcu belediyecilik çalışmalarını sınıf mücadelesinin organik bir parçası olarak görmektir. İkincisi, yerel yönetimlerin yasal çerçevesini meşru yollardan emekçi sınıflar lehine zorlamaktır. Üçüncüsü ise, gündelik ihtiyaçlar çerçevesinde gelişen refleksif ekonomik talepleri siyasal taleplere dönüştürerek, halkı Marx’ın ifadesiyle “kendinde” kentliden “kendisi” için kentliyi yaratma mücadelesine dâhil etmektir. Yani asıl olan, yerelin hukuki idaresi değil, kentin birlikte ve meşru yönetimidir.

7- Belediye sosyalizminin, tek şehirde sosyalizm’ iddiasının geçerliliği yoktur: Kimlik, inanç, cinsiyet, kolektif tüketim ve sınıf çelişkilerine ilişkin halkın çeşitlenen taleplerini kentsel yaşamda toplumcu belediyecilik uygulamalarına dönüştüren ve söz konusu uygulamaları ülkenin farklı coğrafyalarında ve benzer ölçeklerde uygulanabilecek stratejiler bütünü olarak sunan sistemli bir yerel yönetim modeli oluşturulamadığı ölçüde, tek bir kentte yaratılan toplumcu deneyim, zamanla kapitalist düzenin mali ve idari engellemelerine dayanamayarak yok olacaktır. Yani, tek bir ülkede sosyalizmin nihai başarısı, dünyanın farklı bölgelerinde gerçekleşecek siyasal devrimlere bağlı olduğu gibi, tek bir şehirde yaratılan toplumcu belediyecilik deneyiminin başarısı da, söz konusu başarının yaratacağı etki ile farklı kentlerde ortaya çıkacak toplumcu belediyecilik örneklerinin yayılarak kurumsallaşması ve dayanışmasına bağlıdır.

Engin Bozkurt

ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama lisans, ODTÜ Kentsel Politika Planlama ve Yerel Yönetimler yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Kent ve Çevre Bilimleri doktora programı mezunu. Kültür Bakanlığı Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’nda çalıştı. Halen Karşıyaka Belediyesi’nde şehir plancısı olarak çalışıyor.

Bu yazı için gösterilecek etiket bulunmamaktadır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir.