Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

Boykot! Ama neyi ve nasıl?

Bu içeriği paylaş:

AKP’nin 2015 sonrası benimsediği kontrollü kaos yönetim biçimi artık geçici bir strateji değil, kalıcı bir rejim pratiğine dönüşmüş durumda. Her kritik dönemeçte yaratılan krizler, sonrasında gelen olağanüstü hal uygulamaları ve kurumların birer birer işlevsizleştirilmesi, rejimin kendi meşruiyetini yeniden üretme biçimi hâline geldi. 7 Haziran sonrası yaşanan katliamlar, 15 Temmuz darbe girişimi, ilan edilen OHAL ve hukukun askıya alınması bu stratejinin taşlarını döşedi. Bugün İmamoğlu’na yönelik yargı operasyonu, bu uzun zincirin yeni bir halkası. Erdoğan ve AKP, seçimle gitmeyeceklerini her defasında açıkça gösterdiler. Gerekirse OHAL ilanı, aday yasakları, seçim iptalleri veya doğrudan sandığın ortadan kaldırılması dahil her araç kullanılabilir.  Bu süreci ister “rekabetçi otoriterlik”, “neoliberal otoriter devlet”, “nasyonal kapitalist rejim” ya da “örtük-açık faşizm”, “geç faşizm”, “süreç olarak faşizm” ya da “neo-faşizm” olarak adlandırın; Türkiye bugün, seçimlerin biçimsel olarak sürdüğü fakat sonuçların önceden belirlendiği, siyasal rekabetin kontrollü ve sınırlandırılmış hâle geldiği bir rejim yaşıyor.

Bu sürecin en tehlikeli yanlarından biri, iktidarın muhalefet üzerindeki böl-parçala-yok et politikası. AKP, Kürt siyasal hareketiyle Batı’daki muhalif tabanı birbirinden koparmak konusunda son derece deneyimli. “Yeni çözüm süreci” ile Kürt mahalleleri pasifleştiriliyor, öte yandan Saraçhane eylemlerinde ortaya çıkan ırkçı sloganlarla Kürtlerin sokağa çıkmasının meşruiyeti zedeleniyor. Aynı anda Kürt kentleri “barış” söylemiyle bastırılıyor, diğer yandan DEM ve muhalefet arasındaki kent uzlaşısı politikası, “terörle iş birliği” algısı üzerinden Batı’da kriminalize ediliyor. Bu çift yönlü hamle, ne Kürtlerin ne sosyalistlerin ne de demokratların ortak bir cephede buluşmasına izin veriyor. Böylece toplumsal muhalefet parçalanıyor, rejim ise bu bölünmüşlük üzerinden kendine uyumlu bir muhalefet modeli inşa ediyor. Öte yandan Kürt hareketi de dengeleri gözetiyor. Bugün öncelik, Rojava’daki fiili özerkliğin korunmasında. Çünkü tarihsel olarak ilk kez kendi yönettikleri bir coğrafyada söz sahibi olma şansına sahipler ve bu fırsatı kaybetmek istemiyorlar. Aynı zamanda yakın gelecekte İran üzerine yapılması olası ABD-İsrail saldırısı karşısında tüm aktörler kendi çıkarları doğrultusunda yeniden pozisyon alma gayreti içinde.

İçerideki baskı stratejisinin dış politika ile doğrudan bir bağlantısı bulunuyor. Erdoğan’ın uzun yıllardır inşa etmeye çalıştığı “bölgesel liderlik” vizyonu, son dönemde ciddi kırılmalar yaşıyor. ABD’nin SDG’ye sağladığı koruma, Suriye’nin yeniden inşasında Katar ve Suudi Arabistan’ın belirleyici aktörler olarak öne çıkması, Türk Cumhuriyetleri’nden bazı ülkelerin Güney Kıbrıs’la diplomatik temas kurması, Türkiye’nin hem Ortadoğu hem de Türk dünyası ekseninde kurmaya çalıştığı etki alanının ne denli kırılgan olduğunu gösteriyor. İsrail’in Suriye’deki askeri hedeflere yönelik saldırılarında Türkiye’nin kontrol ettiği bölgeleri de hedef alması, aynı zamanda Rojava ve Dürzi bölgesinde nüfuzunu artırması ise, Erdoğan’ın bölgesel oyun planlarında elini zayıflatan diğer unsurlar durumunda. Tüm bu gelişmeler, Erdoğan yönetiminin içeride baskıyı yoğunlaştırmasında önemli etkenler haline geldi.

Bu politik manevraların bir diğer parçası ise seçim mühendisliği. Erdoğan, karşısında gerçekten toplumsal sinerji yaratabilecek bir figür istemiyor. İmamoğlu’nun tasfiyesi bu yüzden kritik bir eşik durumunda. Yerine çıkarılmak istenen figürler —Mansur Yavaş ve Özgür Özel gibi— Erdoğan’ın karşısında kazanamayacağını bildiği ama seçimlere meşruiyet kazandıracak, “seçim yapılıyor” görüntüsünü sürdürecek adaylar. Yavaş’ın MHP geçmişi ve milliyetçi söylemleri nedeniyle Kürt seçmenle ve sol kesimle olan mesafesi, Erdoğan’ın kazanma şansını artıran faktörler. Özgür Özel ise daha çok parti içi denge ve söylem düzeyinde pozisyon alan, ancak İmamoğlu gibi geniş bir muhalif tabanı sokağa taşıyacak karizmaya sahip değil. Erdoğan’ın istediği tam da bu: güçlü ama kaybettirici olmayan, kitlesel ama kontrol edilebilir bir muhalefet. Dolayısıyla Erdoğan her iki figürü de karşısında aday olarak görmek ister.

Tüm bu süreçte sokağın hali de iktidarın stratejisini kolaylaştırıyor. İmamoğlu’na verilen cezanın ardından yükselen öfke, bayram tatili ertesi sönümlenerek üniversite öğrencilerinin omzuna yüklendi. Gezi’deki gibi simge meydanları kapatma ve koruma temelli mekânsal mevzi mücadelesi oluşturulamadı. Gazi, Okmeydanı, Sarıgazi gibi emekçi mahallelerle ilişkilerde oldukça zayıf kalındı. CHP’nin düzenlediği mitingler ise daha çok Özgür Özel’in cumhurbaşkanlığına hazırlık kampanyalarına dönüştüğü algısını yarattı. Dolayısıyla sokağın kendiliğindenliği, örgütsüzlüğü ve merkezi bir koordinasyondan yoksun oluşu da, muhalefetin etkisini sınırladı.

Bütün bu olumsuz koşullara rağmen, özellikle tüketim boykotu, iktidar blokunda ve yandaş sermaye çevrelerinde açık bir panik havası yarattı. Boykot, ilk kez doğrudan halkın gündelik ekonomik davranışları üzerinden rejimin dayandığı şirket ağlarını hedef aldı ve bu yönüyle etkili oldu. Ancak bu boykotun nasıl sürdürüleceği, hedeflerini nasıl netleştireceği ve hangi dayanışma ağlarıyla destekleneceği konusunda hâlâ ciddi bir belirsizlik mevcut. Bu belirsizlik, potansiyeli olan bir eylem biçiminin zamana yayılıp etkisini kaybetmesi riskini de beraberinde getiriyor.

Üretimden gelen güç – tüketimden gelen güç

Marx’ın ekonomi-politik teorisinde “üretim” ve “yeniden üretim” süreçleri, kapitalist sistemin sürekliliğini anlamak için temel bir ayrımdır. Üretim, sermaye ile emek arasındaki doğrudan ilişki üzerinden artı-değerin yaratıldığı süreçtir; yani metaların, emek gücüyle maddi olarak üretildiği alan. Buna karşılık yeniden üretim, yalnızca bu ürünlerin değil, aynı zamanda üretim ilişkilerinin, sınıf yapısının ve emek gücünün her gün yeniden üretimini içerir. Marx’a göre işçinin ertesi gün işe dönebilmesi, yani üretim sürecine yeniden katılabilmesi, onun yaşamını sürdürecek asgari tüketimi yapmasına bağlıdır. Bu nedenle tüketim, yalnızca ihtiyaçları karşılayan bir faaliyet değil, kapitalist toplumsal ilişkilerin yeniden üretiminin zorunlu bir parçasıdır. Tüketim boykotu ise bu yeniden üretim halkasına bir müdahale teşkil eder: üretim ilişkilerini doğrudan yıkmaz ama onların meşruiyetini, devamlılığını ve görünmezliğini sorgular. Bu yüzden Marxist siyasette bu tür müdahaleler ikincil sınıf eylemler arasında yer alır: sistemi yavaşlatır, sorgular ama doğrudan temel üretim ilişkilerini değiştirmez.

Marx’ın düşüncelerinden hareketle David Harvey, tüketim sürecinin kapitalist yeniden üretimin temel taşı olduğunu belirtir. Ona göre, tüketim yalnızca malların el değiştirdiği bir piyasa faaliyeti değil, aynı zamanda metaların değerinin gerçekleşmesini ve emek gücünün günlük olarak yeniden üretimini mümkün kılan yapısal bir süreçtir. Harvey, tüketimin sermaye döngüsünün tamamlanması açısından kritik olduğunu savunur. Çünkü artı-değer ancak piyasada satılarak realize edilebilir; tüketim olmazsa, sermaye birikimi kesintiye uğrar ve sistem krize girer. Bu bağlamda, işçi sınıfının tüketim pratikleri, ister temel geçim araçları isterse lüks tüketim yoluyla olsun, kapitalizmin yeniden üretiminde hayati bir rol oynar. Tüketim boykotları gibi stratejiler, bu döngüyü kırmaya yönelik girişimlerdir. Ancak Harvey’in de uyardığı gibi, kapitalizm bu tür direnişleri genellikle tüketim alışkanlıklarını dönüştürerek ya da yeni pazarlar yaratarak absorbe etme yeteneğine sahiptir. Yani, tüketim karşıtı direnişler alternatif üretim araçlarını yaratmadığı sürece sistemin kendini yeniden üretmesine engel olmayabilir.

Boykotun handikapları

Günümüzde boykot yalnızca bir reddetme eylemi değil, aynı zamanda yön gösterme ve toplumsal dayanışma çağrısıdır. Etkili bir boykot, neye karşı durduğunu net biçimde ortaya koyarken, aynı zamanda hangi değerler ve aktörlerle birlikte olduğunu da açıkça ifade eder. Tepki kadar, önerdiği alternatifle de anlam kazanır. Fakat kriz anlarında hedefi belirsizleştikçe, zaten kırılgan olan yerel ekonomideki küçük esnafı, mekân müzisyenlerini, üretici kooperatifleri, kadın girişimlerini, sahafları ve mahalle pazarcılarını olumsuz etkileyebilir. Oysa bu kesimler, neoliberal piyasa politikalarının ve yandaş sermayeyi kollayan iktidar uygulamaların doğrudan mağduru ve halk başkaldırılarının doğal bileşenleridir.

Türkiye’de sosyal medyada yayılan “alışveriş yapmama” çağrıları, ilk bakışta haklı ve anlaşılır bir tüketimi düzenleme refleksini yansıtır. Zira “üretimden gelen gücü kullanmak” ve “genel grev” sloganları, uzun süredir emek hareketinin gündeminde olsa da; sarı sendikaların etkisi, kayıt dışı, güvencesiz, taşeron ve örgütsüz çalışma biçimlerinin yaygınlığı, genel grev gibi radikal eylem biçimlerinin gerçekliğini zayıflatmaktadır. DİSK ve KESK gibi muhalif sendikalar da mevcut toplumsal güç dengeleri içinde ne yeterli örgütlülüğe ne de devrimci bir iradeye sahiptir. Bu koşullar altında, kimi dönemlerde sınıf mücadelesinin ağırlığı üretim alanından, emeğin yeniden üretim süreçlerine kaymaktadır. Yani barınma, ulaşım, su, sağlık ve eğitim gibi kolektif tüketim alanları, yalnızca gündelik yaşamın değil, sınıf mücadelesinin de merkezine yerleşebilmektedir. Bu alanlar, kapitalist yeniden üretimin asli bileşenleri olarak, direnişin de yeni odakları haline gelirken; tüketimden doğan boykot gibi mücadele biçimleri, işçi sınıfının klasik grev araçlarının yerini değil ama tamamlayıcı bir dinamiğini oluşturur.

Fakat kimi durumlarda boykot çağrıları küçük üreticileri dışladığında (iktidar militanı esnaflar hariç tabi ki), toplumsal dayanışma zeminini zayıflatma riski taşır. Boykotun etkili olabilmesi için hedefinin açık, sınırları belirgin ve meşru olması gerekir. Zincir marketler, dev perakende tekelleri, kamu kaynaklarıyla semiren inşaat grupları ve gıda tekelleri gibi yapılar; sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasal iktidarın taşıyıcı unsurları olarak bu hedefler arasında yer almalıdır. Bu noktada tüketici davranışının yönü önemlidir: yalnızca neyi tüketmemeliyiz değil, kimi desteklemeliyiz sorusuna da cevap verilmelidir. Bu ikili strateji, hem kamuoyu desteğini artırır hem de bireysel eylemi politik güce dönüştürür.

Ancak haftada bir gün tüketimden tümüyle çekilmek, kendi başına kalıcı bir dönüşüm yaratmaya yetmez. Gerçek bir değişim, yalnızca mevcut yapıyı reddetmekle değil, onun yerine yenisini kurgulamakla mümkündür. Alternatif üretim biçimleri ve dayanışma ağları inşa edilmedikçe, boykot yalnızca sembolik bir tepki olarak kalır ve yapısal bir karşı koyuşa dönüşemez. Aksi hâlde, bu tür eylemler, tıpkı 19 Mart sonrası üniversite kampüslerinde sırtlanan direnişin zamanla sönmesi gibi, toplumun en duyarlı kesimlerinin Instagram paylaşımlarında sınırlı kalır ve etkisini yitirir. Bu nedenle, dünya genelinde çoğalan alternatif üretim modelleri ve dayanışma ekonomilerinden öğrenmek, yalnızca bir refleksif bir tepki değil, aynı zamanda yeni bir yaşam pratiğinin nüvelerini kurmak açısından hayati önem taşır.

Dünyadan örnekler

Yunanistan’da 2008 ekonomik kriz sırasında kurulan takas pazarları (trueque ağları), gıdadan giysiye kadar birçok temel ihtiyacın para kullanılmadan karşılandığı sistemler haline gelmişti. Bu yapılar yalnızca bir kriz tepkisi değil, aynı zamanda piyasa-dışı bir ekonomi modelinin toplum tarafından benimsendiği alternatif alanlara dönüşmüştü. Benzer şekilde Arjantin’de 2001 ekonomik krizinin ardından yayılan boykot dalgası, yüzlerce atölyenin işçiler tarafından işgal edilerek Ortak Yönetilen İşletmeler (OYİ) haline getirildi ve üretim süreci demokratikleştirildi. Bu işletmeler yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel ve siyasal bir kolektivizmin taşıyıcısı oldu ve bütün dünyaya yayıldı.

Güney Kore’nin Seongmisan Mahallesi’nde, çocuk bakımı, eğitim ve ulaşım dâhil olmak üzere günlük hayatın tüm alanlarında kolektif çözümler geliştirildi. Almanya’da kurulan onarım kafeleri, bireylerin bozulmuş eşyalarını birlikte onardığı, teknik bilgi paylaşımı yapılan, dayanışmaya dayalı onarım pratikleri yarattı. Fransa’da ve İspanya’nın Katalonya bölgesinde düzenlenen Takas Günleri, insanların ihtiyaç fazlası ürünlerini para kullanmadan değiş tokuş ettikleri, tüketimin yerini paylaşımın aldığı etkinliklerdi. Napoli ve Volos gibi şehirlerde uygulanan yerel para birimleri (Napo, TEM), yerel ekonomiyi destekleyerek ulusal paraya bayrak açmış, bölgesel dayanışma ağlarını güçlendirmişti. Benzer şekilde Brezilya’daki Banco Palmas, toplum kredisi ve yerel para birimiyle yoksul mahallelerde alternatif finans modelleri geliştirerek ekonomik başkaldırı için alan açmıştı. Bu modele paralel olarak Brezilya’nın Topraksız İşçiler Hareketi, terk edilmiş tarım arazilerini işgal edip üretime açarak, sadece toprak mülkiyetine değil, gıda egemenliğine dayalı bir alternatif kurmuştu.

Tüm bu örnekler gösteriyor ki, tüketim boykotları alternatif üretim pratikleriyle birleştiğinde gerçek dönüşüm kapasitesine ulaşabiliyor. Bu yapıların başarısı, yalnızca bir şeyleri “almamakla” değil, yeni bir yaşam biçimini birlikte üretmekle, paylaşmakla ve örgütlemekle mümkün oluyor.

Ne yapmalı?

Türkiye’de de dünyadakine benzer dayanışma ekonomileri yeşermeye başladı ancak henüz yaygın değil. Ovacık Doğal Ürünler Kooperatifi, Hopa Çay Kooperatifi, İzmir Kadın Kooperatifleri, Boğaziçi Gıda Topluluğu, Kadıköy Gıda Kolektifi gibi girişimler, doğrudan üreticiyle tüketiciyi buluşturarak aracıları devre dışı bırakıyor. Fakat bu örneklerin sürdürülebilir olması için daha geniş halk kesimleriyle buluşturulması ve yaşam alışkanlıklarına entegre edilmesi gerekiyor.

Bu noktada “Boykot Çarşambaları”nın yanında ve fakat onu bütünleyebilecek “Dayanışma Çarşambaları”, yalnızca sembolik bir gün değil, somut pratiklerin yaşama geçirildiği bir toplumsal deney alanına dönüşebilir. Türkiye’ye özgü ekonomik, sosyal ve kültürel dinamikler dikkate alındığında, bu günleri şu biçimlerde hayata geçirmek mümkündür:

• Mahalle Temelli Kolektif Alım Günleri: Mahallede bir araya gelen bireyler, küçük esnaftan ya da üretici kooperatifinden toplu alım yapabilir. Ekonomik krizin yükseldiği bugünlerde bu pratik aynı zamanda mahalle dayanışma forumlarına dönüşme potansiyelini de barındırır.

• Takas Atölyeleri ve Eşya Değişim Günleri: Boş dükkânlar, belediye binaları ya da semt evleri, her çarşamba insanlar arasında kitap, giysi, ev eşyası takası için kullanılabilir.

• Tamir Günleri: Eski eşyaların onarıldığı, teknik bilginin paylaşıldığı kolektif tamir günleri, hem paylaşım ekonomisini teşvik eder hem de kaynak kullanımını azaltır.

• Kooperatif Günleri ve Üretici Panayırları: Belediyeler ya da kitle örgütleri, her çarşamba semtlerde üretici pazarı kurarak yerel ürünlerin doğrudan tüketiciyle buluşmasını sağlayabilir.

• Dijital Dayanışma Platformları: Yerel üreticilerin haritalandığı, güvenilir kooperatiflerin listelendiği bir mobil uygulama veya Telegram/WhatsApp grupları üzerinden yürütülen kolektif sipariş organizasyonları kurulabilir.

• Dayanışma Kartı Uygulamaları: Tıpkı bazı ülkelerdeki gıda puanı uygulamaları gibi, toplumcu üretim ve tüketim kooperatiflerine harcanan her alışverişin puanla desteklendiği dijital sistemler geliştirilebilir.

• Yerli Turizmde Alternatif Platformlar (Fairbnb Modeli): Tıpkı Avrupa’daki Fairbnb.coop gibi, Türkiye’de de turizm sektöründe küçük işletmeleri destekleyen, komisyon paralarını toplumsal bir fona aktaran bir dijital turizm platformu geliştirilebilir. Bu platform; zincir oteller, küresel seyahat portalları (Airbnb, Booking) yerine mahalleye, köye, yerel kültüre katkı sağlayan modelleri teşvik eder.

• Gıda Dayanışma Ağları – “Açık Mutfak” Kolektifleri: Mahallelerde veya üniversitelerde kent lokantaları ile koordineli çalışabilecek dayanışma mutfakları kurulabilir. Kolektif yemek hazırlama ve dağıtım faaliyetleriyle, artan gıda fiyatlarına karşı hem erişim sağlanır hem de toplumsal bağlar güçlendirilir. Bu ağlar, halka açık “birlikte pişirme günleri”, tarım kooperatifleriyle bağlantılı ucuz ürün temini gibi işlevler de görebilir.

• Mahalle Müşterekleri Haritası ve Mobil Uygulaması: Yerel üreticileri, kooperatifleri, ücretsiz tamir atölyelerini, kamusal dayanışma alanlarını listeleyen ve kullanıcıların katkı yapabildiği açık bir harita sistemi oluşturulabilir. Bu uygulama Google Maps’e alternatif olarak dayanışmacı tüketiciler için yönlendirici olur. “Müşterek Haritalama” gibi açık kaynak tabanlı kolektif yazılımlar üzerinden inşa edilebilir.

• Kira Kooperatifleri – “Topluluk Konutu” Modeli: Yükselen konut fiyatlarına karşı, kullanıcı mülkiyetine dayalı kiracı birlikleri oluşturulabilir. Yurt dışında, özellikle Viyana ve Zürih’te “community land trust” olarak bilinen bu model, İstanbul ve Ankara’da pilot bölgelerde hayata geçirilebilir.

• Paylaşım Tabanlı Ulaşım Kolektifleri (Karşılıklı Araç ve Bisiklet Ağı): Araç paylaşımı, bisiklet takas ve ortak kullanım sistemleri yerel düzeyde kurulabilir. Örneğin, Mahallede kullanılmayan bisikletlerin bağışlandığı ve kolektif tamir edildiği sistemler, hem çevreci ulaşımı hem de paylaşımı güçlendirir. Uygulama destekli modeller geliştirilebilir.

Bu önerilerle, her çarşamba sadece “alışveriş yapmamak” değil; aynı zamanda üretmek, paylaşmak, onarmak ve topluluk bilincine erişmek gibi çok katmanlı eylemler yapılabilir. Böylece “Dayanışma Çarşambaları” yalnızca bir gün değil, dayanışma ekonomisinin toplumsal hafızaya kazındığı bir alışkanlık dönüşümüne evrilir.

Sonuç olarak, tüketim boykotları, ancak alternatif üretim ve paylaşım modelleriyle birleştiğinde gerçek anlamda başarıya ulaşabilir. Sadece tüketimden çekilmek değil, yerine üretimi ve tüketimi birlikte örgütleyen kolektif bir ekonomi koymak gerekir. Bir yapıyı yıkarken, aynı anda yenisini kurmak elzemdir. Elbette burada bahsedilen şey, kapitalist üretim ilişkilerini toptan tasfiye edecek bir büyük devrimci altüst oluş değil. Bu, dayanışma ekonomisinin sınırlarını aşan devrimci bir süreçtir. Ancak tüketim alışkanlıklarına yapılan mütevazı bir müdahale bile, iktidarın kimlikler üzerinden inşa ettiği böl-parçala-yok et siyasetini kırarak; toplumu, dayanışma, emek ve kolektif tüketim zemininde yeniden bir araya getirme potansiyeli taşır. Günümüzde bu dönüşüm için gerekli sosyal enerji, kültürel birikim ve yerel örgütlenme kapasitesi fazlasıyla açığa çıkmış durumda. Asıl mesele, bu potansiyeli stratejik, yaratıcı ve sürekliliği olan biçimlerde harekete geçirebilmekte.

(*) Bu yazı daha önce, BirGün Ege’de yayınlanmıştır.

Engin Bozkurt

ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama lisans, ODTÜ Kentsel Politika Planlama ve Yerel Yönetimler yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Kent ve Çevre Bilimleri doktora programı mezunu. Kültür Bakanlığı Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’nda çalıştı. Halen Karşıyaka Belediyesi’nde şehir plancısı olarak çalışıyor.

Bu yazı için gösterilecek etiket bulunmamaktadır.