Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

Soğuk Savaş anti-komünizminin ağır yükü: Holokost’u unutmak, hatırlamak ve Gazze

Bu içeriği paylaş:

Tarihe tanıklık etmenin sorumluğunu omuzlarımızda taşıyoruz. İsrail’in Ekim ayının başından itibaren sürdürdüğü Gazze saldırısında ölenlerin sayısı 20 bini aştı. Ölenlerin yarısına yakını çocuk. Hava soğumaya başladı. Gazze büyük oranda tahrip edildi. Bugün artık her 10 Gazzeliden 8’i evsiz. Bu oran gün geçtikçe artıyor. Su çok az; elektrik yok, yakıt yok. İsrail ordusunun Gazze’de sürdürdüğü kara harekatından gelen görüntüler tam anlamıyla insanlık dışı. Bu görüntülerden bazılarında Filistinli sivil erkeklerin iç çamaşırları kalacak şekilde çıplak biçimde bekletildiğini görüyoruz. Soğuktan titreyerek bir arada duran bu insanları görüp de, toplama kamplarının insanı dehşete düşüren görüntülerini hatırlamamak mümkün değil. “Bir daha asla”ydı ama eşiğinde duruyoruz. Bazı açılardan o eşiği geçtiğimiz bile söylenebilir. İsrail ordusunun üniversiteleri, arşiv binalarını, okulları bombalaması; akademisyenleri, yazarları hedef alan saldırılar düzenlemesi kültürel bir soykırıma girişildiğini gösteriyor.

Bunlar yaşanırken Atlantik Okyanusu’nun öte yakasında pek çok insana Soğuk Savaş’ın anti-komünist terörünü hatırlatan işler oluyor. Aralık ayı başında Harvard, M.I.T. ve Pensilvanya Üniversitesi’nin rektörleri Kongre’de üniversitelerindeki Filistin yanlısı eylemler ve bu eylemlere yönelik resmi tutumları konusunda ifade verdiler. Kendilerine yöneltilen sorulardan biri şuydu: “Üniversitenizin politikasına göre Yahudilerin soykırıma uğratılması yönünde konuşmalar yapılması suç mu?” Bu sorunun ilk çağrıştırdığı şey, Ursula Le Guin’in adı bugüne çok uygun düşen kitabı Sürgün Gezegeni’nde, “yanlış soruya doğru yanıt verilemez” deyişiydi. Kongre’de bu sözü birebir doğrulayan bir mizansen sergilendi. ABD ne yazık ki bu tür mizansenler konusunda epey tecrübeye sahip. Özellikle 1945-1960 dönemini bu tür mizansenlerle geçirdiler. Bu sayede, 1950’lerin sonlarına gelindiğinde özellikle orta sınıflar, gerçeği kurgudan ayırt etmenin güçleştiği, Kızıl Korku’nun (Red Scare) neredeyse her evin içine sızdığı bir simülasyonun içinde yaşar hale geldiler. Şimdi de inşa ettikleri simülasyona göre suç uydurup (Yahudilerin soykırıma uğratılması), bu suça karşı mücadelede hizaya girmeyene parmak sallayarak kampüsleri susturmaya çalışıyorlar. Bir farkla belki. Ellen W. Schrecker ABD’de McCarthyciliğin üniversitelerde nasıl işlediğini anlattığı çalışmasında bu sürecin son derece efektif çalışan bir baskı dönemi olduğunu söyler: “Bu, tuhaf şekilde Amerikan tarzı bir baskıydı –şiddete başvurulmayan ve konsensüs ile yürütülen.” [s.9] Şimdikinde ise, arzu edilen konsensüsün sağlanamamış olması paniğe yol açmış görünüyor.

Yine de olmayan soykırım tehdidini varmış gibi göstererek olmakta olanı engellemeye çalışanları soykırımcılıkla suçlamak; yani gerçeğin bu derece çarpıtılması akıl almaz bir kötücüllük gerektiriyor. Bu kötücül siyaset ve ruh hali –ki ABD medyasından kültür endüstrisine bu kötücül ruhu taşıyan çok sayıda kişi görüyoruz- kötülüğün sistemli olarak ve iktidar mekanizmalarının öncülük ettiği bir süreçte üretilmesini gerektiriyor. Cumhuriyetçi Senatör Elise Stefanik, Kongre’de üniversite başkanlarını sorguya çekerken bu sürecin çok hevesli bir temsilcisi olarak işini yapıyordu. İntifada çağrısının soykırım çağrısıyla aynı şey olduğu minvalindeki sorularının tutanaklara geçmesinden muhtemelen büyük gurur duyuyordur. Kongre’deki sorgunun ardından koparılan fırtınada Pensilvanya Üniversitesi rektörü baskılara dayanamayıp istifa etti. Diğer iki üniversite üzerindeki yoğun istifa baskısı ise devam ediyor. Ancak susturulmaya itirazlar bu kez geçmişe kıyasla daha güçlü.[1]

Almanya’nın sorunu ne?

Avrupa’da da durum farklı değil. Hatta Almanya’da, ABD’de uygulanandan daha faşizan bir baskı hüküm sürüyor. Faşizan çünkü doğrudan halkın ifade özgürlüğünü hedef alıyor ve topluma topyekûn sessizlik dayatıyor. Bu ülkede Filistin’i desteklemek ya da İsrail’in askeri müdahalesini eleştirmek oluşabilecek mesleki ve hukuki riskleri göze almayı gerektiriyor. Bu riskleri alanlar arasında Almanya içinde ya da dışında yaşayan Yahudiler de var. Son olarak Heinrich Böll Vakfı, New Yorker’da yazdığı bir yazı gerekçesiyle Masha Gessen’e verilmesi kararlaştırılmış olan Hannah Arendt ödülünden çekildiğini duyurmuş, bu karar sert eleştiriler almıştı. Gessen, yazısında kuşatılmış Gazze’yi, Doğu Avrupa’daki Yahudi gettolarına benzetiyor; Holokost hafızasının bugün Filistin’de yaşananları görmezden gelmek için kullanıldığını belirtiyordu.

Almanya’nın Holokost nedeniyle Carl Jung’un kavramsallaştırmasıyla bir tür “kolektif suçluluk” psikozu yaşadığı ve bugünkü İsrail yanlısı tutumunun gerisinde bu psikozun olduğu söyleniyor. Almanya gibi bir devletin içeride ve dışarıda benimsediği siyaseti anlamak için bu açıklamayla yetinilebilir mi gerçekten? Yetinilemeyeceği, gerek Almanya’nın Holokost hafıza politikası, gerekse geçmişte Holokost failleriyle hesaplaşma siyasetinin bugüne devrettikleri üzerinden çıkarsanabilir. O zaman şu iki soruyu sormalıyız: “Suçluluk psikolojisi ile şekillendiği ileri sürülen hafıza politikası Alman yönetici sınıfının elinde politik bir araç mı?” ve “Bugünkü İsrail yanlısı tutumu en iyi açıklayan şey, Holokost’u gerçekleştirmiş olmak mı, yoksa onu cezasız bırakmak mı?”

Bugün Almanya’da aşırı sağcı Alternative für Deutschland’ın (AfD) anti-semitizmi kınadığı ve kendisini İsrail’in gerçek dostu olarak ilan ettiği duyuluyor. Halbuki 2020 yılında Alman İçişleri Bakanlığı Almanya’da Yahudilere karşı işlenen nefret suçlarının yüzde 90’ının aşırı sağcılar tarafından işlendiğine dair veri yayınlamıştı. Bu ikiyüzlülük, Almanya’ya özgü değil. Avrupa’nın diğer ülkelerinde de, son zamanlarda düzenlenen anti-semitizm karşıtı protestolarda faşist partiler ön saflarda yer alıyor. Bu kesimler iki nedenle bu tür gösterilere canla başla katılıyorlar. Birincisi, ülkelerindeki göçmen Müslüman nüfusu anti-semitizmle suçlayarak nefretin hedefi haline getirmek. İkincisi ise geçmişte ve bugün işledikleri anti-semit suçların ve katliamların nedeni olan faşist ideolojilerini herkesin gözünün içine bakarak aklamak. İçeride Yahudilere karşı nefret suçları işlerken dışarıda İsrail’i desteklemek bunu yapmak için en iyi yol. Bunun yolunu biraz da İsrail’i desteklemeyi Yahudileri desteklemekle eşitleyen resmi Alman politikası ve İsrail açıyor.

Doğu Avrupa’da soykırım suçlarına bulaşmış pek çok ülkede sağcılar bir süredir anti-semitizmi kınamak için birbirleriyle yarışıyorlar. Özellikle Soğuk Savaş’tan sonra yeni arşiv kaynaklarına ulaşan araştırmacılar, İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan Yahudi katliamlarının Nazilerle işbirliği yapan ya da onlardan bağımsız olarak hareket eden yerli faşistlerin işi olduğunu ortaya koyan çarpıcı bulgular paylaşıyorlar. Bu ülkelerde bugün bir yandan soykırımcı geleneğin temsilcilerine özellikle sosyalizm döneminin anti-faşist siyaseti nedeniyle kaybettikleri itibar geri kazandırılıyor, diğer yandan bu ülkeler bir biri ardına hayata geçirdikleri soykırım projeleriyle, Avrupa’nın “liberal ve demokratik değerleriyle” ne kadar uyumlu olduklarını sergiliyorlar. Gessen, New Yorker’da çıkan yazısında tam da bu noktaya işaret ediyor, tarihçi Tony Judt’un bir yorumuna dayanarak bu ülkelerde Soğuk Savaş sonrası patlama yapan bellek projelerinin çoğunlukla siyasi rant aracı olarak kullanıldığını belirtiyordu. Judt, Postwar başlıklı kitabında  “Holokost’un tanınması bugünün AB üyeliğinin giriş bileti oldu” derken aslında gidişatın umut verici olduğunu düşünüyordu.[s.803] Yeri gelmişken, İkinci Dünya Savaşı tarihinin gittikçe daha fazla Holokost tarihine daraltılmasının başlı başına sorunlu bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Burada bu tartışmayı açmayacağım. Ancak kimlerine umut veren bu Holokost anmalarının, Batı ve Doğu Avrupa’da sadece aşırı sağın değil, siyasi yapının topyekûn ürettiği nefret siyasetinin yükselişine eşlik ettiğini görmezden gelemeyiz.

Jewish Current’ta 5 Temmuz 2023’te yayınlanan ortak editoryal yazıda bugünün Almanya’sında, Alman hafıza kültürünün mevcut durumu bir yüzünde fars, diğer yüzünde trajedinin olduğu bir madalyona benzetiliyor. Özellikle Almanya’nın birleşmesinden sonra hafıza sembollerinde ve yeni hafıza mekanlarının kurgulanmasında görülen patlama, Jewish Currents’a göre, Almanya’nın Batı Avrupa ailesine kendisinin de tövbekâr olduğunu ve onlardan biri olduğunu kanıtlamak için giriştiği çabanın bir parçasıydı. Enzo Traverso, benzer bir yorumu 2005 yılında Berlin’de açılan Holokost anıtının önemini teslim ederken yapar. Ona göre geçmişle kıyaslanırsa Holokost hafızasının güncel işlevi hakkında şu çarpıcı tespit yapılabilir: “Bugün ise yeni bir siyasi normativiteye işaret ediyor: piyasa toplumu, liberal demokrasi ve (seçici) insan haklarının savunulması”.[Jacobin, 6 Haziran 2022]  Holokost’u anmanın bugünkü egemen değerler açısından taşıdığı bu işlev, özellikle kurbanların ve direnenlerin hatırası düşünüldüğünde en basit ifadeyle rahatsız edici olmalı.

Dahası da var. Dirk Moses’in alevlendirdiği, Jewish Current tarafından da referans verilen tartışma bu açıdan bir hayli önemli. 2021 tarihli “Alman ilmihali” (“German Catechism”) başlıklı yazısında Moses, Holokost’un Almanya için önemli bir tarihi olaydan daha fazlası olduğunu belirtiyordu. Ona göre, söz konusu olan Federal Almanya’nın meşruiyetinin dayanağıdır. O yüzden bu, kutsal bir travmadır. Bu travmanın kutsal işlevinin, dünyevi olanlarla kirletilmemesi gerekir. Moses’in dünyevi olanlardan kastı kurbanları Yahudi olmayan ama Almanya tarafından işlenen başka soykırımlardır. İlk akla gelen bu tür bir olay, Almanya’nın güneybatı Afrika’da 19. yüzyılın sonlarından itibaren başlayan ancak 1900’lerin ilk on yılında zirveye varan katliamlarıdır. Tarihçiler özellikle, 1904-1908 döneminde Namibya’da gerçekleştirilen Herero soykırımı ile Nazilerin soykırımları arasındaki paralelliklere işaret etmişlerdir ki, bu insanlık dışı uygulamalardan biri diğer kolonyal güçler tarafından da kullanılan toplama kampı modelidir.

Almanya’da kurulu düzenin savunucularını rahatsız eden gelişme, Auschwitz’in hiçbir insanlık dışa suça benzemezliğini vurgulamak için gündemde tutulan istisnailiğinin, gittikçe daha fazla tarihçi tarafından sorgulanması ve özellikle Alman kolonyalizmi ile Nazi pratiği arasındaki bağlantılara işaret edilmesidir. Bu istisnailik her ne kadar Auschwitz’de yaşananların kelimelerle tarif edilemez korkunçluğunu vurguladığı için değer taşısa da, suçun tarihsel ve yapısal nedenlerinin üstünün örtülmesine katkıda bulunduğu oranda sorunlu(ydu). Bugün tarihyazımında daha fazla yer bulmaya başlayan yorum, Holokost’un Zivilisationsbruch diye adlandırılan “uygarlıkta bir kopuş” anı olarak değil, tam da “demir ve kan”la kurulan emperyalist Alman uygarlığının sürekliliği çerçevesinde anlaşılmasıdır. Ancak günümüzün kolektif suçluluğu merkeze alan resmi hafıza siyaseti bunlarla ilgilenmiyor. Suçun failini (Nazi faşizmi) değil, kurbanı (Yahudileri) vurgularken suçu toplumun tümünü sorumlu tutarak kolektifleştiriyor. Bu yaklaşım bütünüyle yanlış değil. 2000’li yıllardan itibaren resmi olarak da benimsenen bu yeni “ilmihal” 1950’lerin planlı unutma siyasetiyle kıyaslandığında bir ilerleme olarak görülebilir. Yaşananlara sessiz onay vermenin sorumluluğuna işaret edilmesi de toplumsal açıdan önem taşıyor. Ancak bugün Almanya’nın esas meselesinin kurbanların anılması ya da aynı şeyin bir daha yaşanmaması değil de, kendi kimliğinin inşasıyla ilgili olduğu gittikçe daha fazla insan tarafından dile getiriliyor.

Öte yandan suçun kolektifleştirilmesi toplumsal yüzleşmenin kapısını aralarken bir tür apolitik ve hatta Hristiyanvari günahtan arınma ritüeline dönüşmüş oluyor. Üstelik bu tür bir kolektifleştirmenin politik, askeri ve iktisadi güçleriyle Nazi faşizmini ayakta tutan büyük suçluları ama daha önemlisi suçu mümkün kılan yapısal ve ideolojik nedenleri kalabalıkların arasında saklamaya yaradığı da inkar edilemez. Böylece, Holokost’un dehşeti karşısında canlanabilecek bir toplumsal sorgulamanın, bu suç şebekesini üreten yapısal mekanizmayı -faşizm ve emperyalist yayılmacılık- eleştirinin merkezine alacak ve “bir daha asla”yı mümkün kılacak bir politik mücadeleye dönüşmemesi sağlanabiliyor. Traverso, Moses’in açtığı tartışmayı yorumlarken bugün Almanların suçlarının ve Yahudilerin yaşadıkları mağduriyetin milliyetçilik, ırkçılık, faşizm ve kolonyalizm tarihinden koparılarak kutsallaştırıldığını söylüyor. Ona göre, Holokost’u hatırlamak, ırkçılığın ya da zenofobinin bugünkü biçimleri karşısında bir uyarı işlevi görmek yerine Almanya ve İsrail arasındaki ittifakın övgüsüne dönüşmüş oluyor. Buna ek olarak, “hepimiz suçluyuz” tavrı, bugün Almanya devletinin içeride ve dışarıda yaptığı reel politik hesaplara karşı toplumsal karşı çıkış olanaklarını bloke ediyor.

Tam da bu nedenle bugünlerde yeniden canlanan bu tartışmanın ve yükselişte olan “revizyonist tarihyazımı” çalışmalarının ısrarla atladığı bir noktayı, anti-komünizmin ve özellikle Soğuk Savaş anti-komünizminin bu tarihteki kirli rolüne vurgu yapmayı önemli buluyorum. Robert Cherry Holokost tarihyazımında Soğuk Savaş’ın rolünü tartıştığı makalesinde bu tarihin Soğuk Savaş anti-komünizminin hassasiyetleri gözetilerek yazıldığını anlatır. Ona göre, Katolik Kilisesi anti-semitizmine ve birçok örnekte soykırıma destek veren ya da göz yuman tavrına rağmen, bu tarihte Yahudilerin mağduriyetine yol açan bir aktör olarak yer almamış, Soğuk Savaş’ta komünizmin kurbanı olarak gösterilmiştir. Aynı şekilde, savaş sırasında Polonya hükümetinin yeraltı teşkilatı ile diğer örgütlerinin anti-semitizmi üzerinde durulmamış, öte yandan Polonyalı komünistlerin ve Sovyetler Birliği’nin Yahudilere verdikleri destek görmezden gelinmiştir.

Almanya’ya dönecek olursak Demokratik Almanya’nın –kimilerince hala eleştirilen- anti-faşizmi sürekli canlı tutma politikasına karşın, Federal Alman siyasetinin önceliği komünizme karşı mücadeleye verdiğini, hatta Almanya’ya bir devlet aklı (Staatsräson) yakıştıracaksak bunun öncelikli bileşeninin anti-komünizm olduğunu söyleyebiliriz. Bu durum, tek başına Almanya’nın kendi sınıf dinamikleriyle değil, sosyalist Avrupa’ya karşı ABD tarafından Soğuk Savaş’ın gereklerine uygun olarak yeniden inşa edilmesiyle açıklanmalıdır. Biraz da bu nedenle, II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden itibaren insanlığa karşı işlenmiş bu büyük suçu tarihsizleştirilmiş, ekonomik dürtülerinden arındırılarak salt ideolojik olarak tarif edilmiş, bazı dönemler dar bir kadronun suçuna indirgenmiş, hatta yukarıda bahsedildiği gibi yakın dönemde kolektifleştirilerek failsizleştirilmiş ve nihai olarak dünden bugüne cezasız bırakılmıştır. Holokost anıtlarının önünde özür dilemenin bizlere söylemediği şey, soykırımın hesabı kesinlikle sorulmamış bir büyük suç olduğudur. Öyle ki soykırımcıların yollarına hiçbir şey olmamış gibi devam edebilmesi, insanı, “insanlık Auschwitz’i cezasız bıraktıysa gerçek anlamda hangi kötülüğü cezalandırabilir” sorusunu sormaya sevk edecek bir kötümserliğe itmektedir.

Bir boş gösteren olarak de-Nazifikasyon

Kuruluş döneminin şansölyesi Konrad Adenauer’ün kimilerinin hatırlatmaktan memnuniyet duydukları şahsi anti-Nazizmi ile Soğuk Savaş anti-komünizminden hangisinin kuruluşa yön verdiği sorusunu yanıtlayabilmek için sadece onun dönemindeki (1949-1963) uygulamalara bakmak yeterli. Norbert Frei’nin bu konuda önemli tarihsel dönemeçlere ışık tutan ayrıntılı bir çalışması var. Her ne kadar Soğuk Savaş bağlamını büyük ölçüde yok sayarak iç politik tartışmaların ve hukuki mülazahazaların ayrıntılarına dadansa da, Frei bize suçlunun kendini kurbana dönüştürebildiği bir dönemi anlatır. Üstelik hepimizin bildiği gibi bunlar sıradan suçlar değil, II. Dünya Savaşı sonrası uluslararası hukuk terminolojisiyle insanlığa karşı işlenmiş suçlardır. Bu süreçte en büyük kolaylaştırıcı Adenaeur yönetimi başta olmak üzere, Alman yönetici sınıfının yeni dönemin ihtiyaçlarının eski döneminin suçlarının hesabını sormaya önceliği olduğunu düşünmesidir. Frei’ın çalışmasını okuyanlar, Bundestag’dan birbiri ardına geçirilen af kanunlarıyla, Nazi suçluları için alınan kamu hizmetine geri alma, tazminat ödeme ve emeklilik haklarına ilişkin kararlarla, suçluların yararlandığı kanun ve yönetmeliklerle de-Nazifikasyonun nasıl tersine çevrildiğine dair utanç verici bir tarihin de izini sürecekler. Burada Almanya’nın kendi hesaplaşmasına yoğunlaştığım için Nuremberg mahkemelerinin (Kasım 1945-Ekim 1946) ve müttefiklerin yürüttüğü de-Nazifikasyon sürecinin sınırlarını sorgulamayacağım. 1949 ile 1954 arasında, Adenauer yönetiminin Nazi dönemine ilişkin politikalarının ana ekseni, Nazi suçlarının kurbanlarının hak ve hukukunu savunmak değil, de-Nazifikasyon sürecinin sözde “kurbanları”nı kurtarmaktı. Hatta Almanlar bunun için özel bir kavram da üretmişlerdi: Entnazifizierungsgeschdigten, yani de-Nazifikasyondan zarar görenler. Bu sürecin en çarpıcı gelişmelerinden biri, devlet hizmetinden çıkarılan Nazi partisi üyesi ya da Nazi örgütleriyle bağlantılı memur ve yüksek bürokratlara tazminat ödeme tartışmalarıyla başlayıp bu kişilerin işlerine iade edildiği ya da emeklilik haklarının kendilerine ödendiği bir sürecin sonunda bürokrasinin “re-Nazifikasyon”udur. Belki bu insanların önemli bir bölümü Nazi parti-devletinde zorunlu olarak üstlendikleri rolleri ideolojik ve politik olarak onaylamıyorlardı ama geri dönüş kararları onaylayanlar/onaylamayanlar ayrımı yapılmasına dayanmıyordu. Özellikle üst düzey kişiler için bilgili ve yetenekli bir anti-komünist olmak Federal Almanya’nın düşmanlarına karşı verdiği mücadelede görevlendirilmek için en önemli kartvizitti. Frei, bu uygulamalara dair çarpıcı bir örnek olarak Nuremberg mahkemelerinde yargılanan en üst düzey isimlerden Üçüncü Reich’ın Adalet Bakanı Franz Schlegelberger’in başına gelenleri anlatır.[s.58-59] Schlegelberger, 1947’de insanlığa karşı suç içlediği hükmüyle ömür boyu hapse mahkûm edildikten sonra 1950 yılında sağlık sorunları nedeniyle salıverilmiş, bir süre mahkemelerle uğraştıktan sonra 70 yaşında ölene kadar aylık emeklilik maaşı kendisine düzenli olarak ödenmiştir. O sırada adalet bekleyen Nazi kurbanları için bu yaşananlara tanık olmanın ne kadar ağır olduğunu tahmin etmek zor değil. Biraz da bu yüzden, bir yandan “parlamento” ve “hukuk” mekanizması çalıştırılarak suçlular cezasızlık rejiminden faydalanırken suçun unutulmasının Almanya’nın yeni bir başlangıç yapabilmesi için gerekli olduğu vaaz ediliyordu. Şansölye Adenauer, daha başında, Almanya için gerekenin bir tabula rasa olduğunu söylerken cezasızlığın, hatta büyük suçları ödüllendirmenin Federal Almanya’nın geleceği olacağını haber veriyordu.[s.6-7]

Süreç hızla ilerlerken zaman zaman Amerikan ve İngiliz siyasi otoriteleriyle gerilimler yaşansa da, bu güçlerin onaylamadığı bir tersine çevirme sürecinin bu kadar kısa sürede bu kadar radikal sonuçlar üretmesi mümkün değildi.[2] ABD, askeri ve ekonomik olarak yeniden ayağa kaldırdığı; eğitim, kültür kurumlarını ve basınını yeniden şekillendirdiği bu ülkede soykırım suçunun üzerine sünger çekilmesini yakından izledi. ABD o sırada Almanya’nın Batı için büyük bir askeri üs olarak önemli olduğunu düşünüyor, bu yüzden de yeniden silahlandırılması için Adenauer yönetimiyle işbirliği halinde Avrupa’da yoğun bir diplomatik mesai yürütüyordu. Kore Savaşı’nın başlaması Almanya’nın silahlanmasına müsaade etmeye yanaşmayan Fransa’yı uluslararası sahada yalnız bırakmak için kullanıldı. İddiaya göre, Kuzey Kore’nin Güney’i işgal etmesi gibi, Doğu Almanya da Batı’yı işgal edebilirdi. Tartışmalar NATO’ya taşınırken 1953 yılında Almanya’nın NATO üyeliği gerçekleşti. Bu süreçte Alman devletinin anti-komünist mücadeleye sevk edilecek eski Nazi uzman kadrolarından yararlanmak istemesi hoş görülüyordu. Bilindiği gibi bu, ABD’nin de işlediği bir suçtu.[3]

Re-Nazifikasyon’dan hatırlama siyasetine ve bugüne

“Re-Nazifikasyon” neredeyse hiçbir ciddi pürüzle karşılaşmadan sürdürülürken Adolf Eichmann’ın Arjantin’de yakalanarak İsrail’e getirilmesi ve burada başlayan yargılanma süreci, Almanya şansölyesinin ofisinde büyük panik yarattı. Çünkü Şansölye’nin yanındaki en etkili isim, Hans Globke, Nazi Almanyası’nda içişleri bakanlığında üst düzey bir bürokrattı. Bakanlıkta Yahudi İşleri Dairesi’nde görevlendirilen Globke, burada Yahudi erkeklerin ikinci isim olarak Israel, kadınların ise Sara ismini almasını zorunlu tutan yönetmeliği hazırladı. 1941’de ise Alman işgali altındaki bölgelerde Yahudilerin vatandaşlıklarının kaldırılması ve mallarına el koyulmasını öngören kanunun hazırlanmasını sağladı. Globke, başkaları gibi Shoah’ı bilmediğini iddia edemiyordu çünkü kendisi Shoah’ın (Holokost) mimarlarından biriydi. Eichmann’ın, mahkemede vereceği ifadede Globke’nin ismini geçirmesi ihtimaline karşı, bizzat Globke tarafından kurulan Alman gizli servisi (BND) harekete geçti. BND’nin eski Nazi ordusundan ve istihbarat kadrosundan devşirilen kadrolarıyla bir tür Nazi iç kültürü oluşturduğu gözetildiğinde –ki ilk başkanı Reinhard Gehlen, Wehrmacht’ın doğu cephesindeki istihbarat şefiydi- bu operasyonu canla başla yürüttüklerini tahmin etmek zor değil. Bu iç kültürün en güçlü bileşenlerinden biri anti-komünizm iken, belki eskisi kadar kuvvetli olmasa da diğer bileşenlerinden biri kesinlikle anti-semitizmdi. Komünizmin bir Yahudi-Bolşevik komplosu olduğuna dair eski fikirler hala revaçtaydı. Bu nedenle, özellikle Doğu Avrupa’da yaşayan Yahudiler nefret objesi olmaya devam ediyordu. Üstelik devlet kadroları arasında, Almanya’nın sosyalist ve kapitalist iki ülkeye bölünmüş olmasını bu komploya bağlayan çok sayıda kişi vardı. Globke’ye dönecek olursak, onu Adenauer’a bağlayan en güçlü bağ ödün vermez bir anti-komünist olmasıydı. Federal Almanya’nın ABD ile ittifak ilişkilerinde kritik bir rol oynayan Globke, NATO’da Almanya’yı temsil ederek uluslararası anti-komünizmin de bu yıllarda en bilinen ve etkili figürlerinden biri oldu. Globke’nin Almanya ve dünya siyasetindeki yükselişi, Holokost’un cezasız kalmasında Soğuk Savaş anti-komünizminin rolünü vurgulamanın ne kadar önemli olduğunun da bir örneğidir.

Savaş sonrasında Batı’nın ve özel olarak Almanya’nın Nazi rejiminin yetiştirdiği anti-komünist kadrolara eskisinden daha fazla ihtiyacı vardı. Avrupa’daki durumun yanı sıra sömürgecilik karşıtı mücadelelerin yükseldiği bu yıllarda komünizm karşıtı mücadele dünyanın geniş bir bölgesine yayılmak zorundaydı. Kolonyal gelenekle Nazi ideolojisinin kalıntıları, bu kez anti-komünist bir program etrafında buluşuyordu. Bu dönemde Federal Almanya’nın Endonezya gibi Asya ülkelerinde görevlendirdiği pek çok diplomat III. Reich’ın dışişleri bakanlığında yetişmişti. Örneğin, Endonezya’da 1965-1970 döneminde, yani Endonezya Komünist Partisi’nin 3 milyon üyesinin öldürüldüğü soykırım yıllarında bu ülkede görev yapan Alman diplomatlarının ve istihbarat kadrolarının hemen hepsi Nazi devletinin görevlileriydi. Bu kadroları sayesinde Endonezya’da olanı biteni yakından izleyen Federal Almanya en başından beri General Hacı Muhammed Suharto’nun sürdürdüğü katliamlardan haberdardı ve Cakarta yönetimini her yönden destekledi.[4]

Bu örneklerin hiçbiri istisna değildi. İçişleri Bakanlığı, 2011 yılı sonunda Bundestag’da verilen bir soru önergesine yanıt olarak Federal Almanya’da görev yapan 25 bakanının, 1 cumhurbaşkanının, bir şansölyenin Nazi örgütlerine üye olduklarının resmi olarak bilindiğini açıkladı. Almanya’nın ve diğer pek çok Avrupa ülkesinin, bu ifşaatları Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra yapmaları basit bir tesadüf olarak yorumlanamaz. “Hatırlamak” da kendileri için uygun gördükleri konjonktürde gündeme getirdikleri politik bir hamle olarak tasarlandı. Halbuki Fedaral Almanya’nın kuruluş döneminde benimsenen Holokost’u unutma siyasetinde kırılma yaşanması, 1960’ların ikinci yarısına ama daha yoğun olarak 1970’lere tekabül eder. Bu dönemde özellikle gençlik hareketinin Vietnam ile Holokost arasındaki benzerlikleri sorgulayarak konuyu gündeme getirmesi, yönetici sınıfların hafızasını canlandırmaya nedense yetmemişti. Soğuk Savaş’ın anti-komünist mücadelesi sürerken Holokost’tan bahsetmenin hiç sırası değildi.

Gelinen noktada Almanya’da yaşananlar gösteriyor ki, kolektif suçluluğun medya, eğitim, din ve kültür kurumları tarafından gündelik olarak hatırlatılması orta sınıfları ahlaki olarak rahatlasa da, anti-faşist bir uyanışa hizmet etmiyor. Tersine bugün Holokost’u unutmamak adına resmi olarak söylenenler ve yapılanlar, Müslüman ve göçmen karşıtlığını körüklüyor. Dahası anti-siyonizmin anti-semitizm olarak kodlanması Filistin’de sürdürülen katliam karşısında toplumda oluşabilecek politikleşmeyi sınırlıyor. Ama her şeyden önemlisi bu resmi politika, yeni bir işaretleme/dışlama siyasetini besliyor. Bugün Filistinli olmanın bile kendi başına anti-semitizmin bir göstergesi haline gelmiş olmasını başka türlü yorumlamak mümkün değil.

Öte yandan Almanya’da Holokost’un unutulmaması ve tekrar yaşanmaması ilkesiyle şekillenen yüzleşme siyasetinin, bugün yola çıkış ilkesiyle çelişen çarpık bir siyasi sonuç üretmiş olması, genel olarak özür siyasetinin sınırlarını ve bugünkü işlevini yeniden düşünmemizi de zorunlu kılıyor.

[1] Harvard’da 700 öğretim üyesi imzaladıkları bildiriyle rektöre destek olurken üniversitenin bağımsızlığına vurgu yaptılar. Elias J. Schisgall, “As Harvard’s Governing Boards Meet, More than 700 Falculty Urge Against Gay’s Removal, Citing University Independence, The Harvard Crimson, 11 Aralık 2023.

[2] Ayrıca örneğin müttefik ülke Fransa’da durum çok farklı değildi. Tony Judt, savaş sonrası Fransız entelektüellerine ilişkin kitabında Almanya’dan başka nedenlerle gerçekleşmiş olsa da, Fransa’da 1950’lere gelindiğinde Nazilere ve işbirlikçi Vichy yönetimine karşı direnişin meşruiyetini yitirdiğini, Charles de Gaulle önderliğinde güçlü bir merkezi otorite altında ülkeyi toparlama hedefinin öne çıktığını anlatır. O sırada genel kanı, bu hedefe ulaşmak için öne çıkan kişilerin hızla ve sertçe cezalandırılması ancak işbirlikçi geniş kesimlere ılımlı davranılması yönündedir. Fransa’da da 1940’ların sonuna gelindiğinde faşizm dönemindeki suçlardan hüküm giyen çoğu hükümlü aflarla dışarı çıkarken, 1950’lerin ilk yıllarında çıkarılan aflarla da daha önce işten atılan çoğu memur işine geri döner. [s.49-61.]

[3] Özellikle CIA’in kuruluşunda çok sayıda Nazi’nin kadroya alındığı artık herkesin bildiği bir gerçek.

[4] “Federal Cumhuriyet’in Cakarta’daki büyükelçilerine daha yakından bakmak ilginç olacaktır. 1952-1970 yılları arasında Bonn’da görev yapan yetkililer: Werner Otto von Hentig (1886-1984), Helmut Allardt (1907-1987), Dietrich von Mirbach (1907-1977), Gerhart Weiz (1906-1983), Luitpold Werz (1907-1973) ve Hilmar Bassler (1907-1971) – hepsi de 1933-1945 yılları arasında Dışişleri Bakanlığı’nda kariyer yapmış, yani faşizm döneminde Reich Dışişleri Bakanı Joachim Ribbentrop’un aktif hizmetinde bulunmuş kişilerdi. Nazi geçmişleri Bonn’da hiçbir zaman sorun olmadı. Almanya Federal Cumhuriyeti’nin 1952 yılında Endonezya’daki ilk büyükelçisi olan Werner Otto von Henting, Dışişleri Bakanlığı’nın bir memuru olarak 6 Nisan 1945 tarihinde eski Kudüs Müftüsü Muhammed Emin el-Hüseyni’nin mağlup Nazi Almanyası’ndan kaçmasına başarılı bir şekilde yardımcı olmuştur. 1968-1970 yılları arasında Büyükelçilik yapan Hilmar Bassler, İkinci Dünya Savaşı sırasında Doğu Asya’daki Nazi propagandasından sorumluydu. Bonn böylece dünyanın en büyük Müslüman nüfusuna sahip Asya ülkesine önceden bilgi ve bağlantıları olan diplomatlar gönderdi.” Emrah Cilasun, “Bilinmeyen soykırım”, Birgün, 1 Ekim 2022.

Cangül Örnek

Maltepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde öğretim üyesidir. Sırasıyla Can Yayınları ve Yordam Kitap tarafından basılan Türkiye’nin Düşünce Hayatı: Anti-komünizm ve Amerikancılık kitabının yazarı, Palgrave-Macmillan tarafından basılan Turkey in the Cold War: Ideology and Culture kitabının editörlerinden biridir. Çalışma alanları kültürel ve entelektüel Soğuk Savaş, entelektüel tarih, Türkiye entelektüel tarihi, anti-entelektüelizm, tarihyazımı gibi başlıkları içermektedir. Toplumsal Tarih Akademi dergisinde yayın kurulu üyesidir. 2023 yılından itibaren Tarih Vakfı Yönetim Kurulu Üyesidir.