Günlerdir Katmandu’nun sokaklarından yükselen dumanların fotoğrafı gözümün önünde duruyor. Gençler, devlet binalarının önünde barikatlar kurmuş; ellerinde yalnızca cep telefonlarının ışığı ve üzerlerinde öfkelerinin çıplak enerjisi var. Bazı kaynaklara göre, protestolarda en az 51 kişi öldü, 1.300’den fazla kişi yaralandı, kesin sayılar bilinmiyor. Kamu binaları, yolsuzluğa bulaşan bakan evleri, polis merkezleri yakıldı.
Gençler, kendilerince bir başarı sağladılar. Meclis, Cumhurbaşkanı Poudel’in kararıyla feshedildi ve genel seçim tarihi 5 Mart 2026 olarak ilan edildi. Bu yazı yazıldığında -12 Eylül 2025 tarihinde-, Sushila Karki, Nepal’in ilk kadın başbakanı olarak geçiş hükümetini kurmak üzere göreve başlamıştı. Önceki görevi yüksek yargıçlık olduğu için kamuoyunda “tarafsız” olarak görülen ve bu nedenle geçiş süreci başbakanlığına rıza gösterilen Karki, protestocuların -dijital ağlarda (bir oyun platformu olan Discord üzerinde) yaptıkları seçimle- aday gösterdiği isimdi.
İster istemez kendime sordum: Nepal’i yönetenler kimdi? Bu ülkeyi yıllardır, adlarında Marksizm, Leninizm, Maoizm gibi kelimeler bulunan partiler yönetmiyor muydu? Eğer öyleyse, nasıl oluyor da gençler, sözde kendilerini temsil eden bu siyasal geleneklere karşı ayaklanıyordu?
Bu soruları cevabını bilmediğim için değil retorik olarak soruyorum. Bu retorik soruların çok ama çok uzun yıllardır, sosyalizmin bir program olarak var olmadığını ama demokratik sosyalizmin var edilebileceğini anlatmaya yarayabileceğini umarak.
Ne oldu Nepal’de? İnceleyelim.
Devrim?
Nepal’de 1996’da başlayan halk savaşı, köylülüğün ve yarı-proleter kitlelerin yoksulluğu temelinde yükseldi. On yıl süren savaşın ardından 2006’da imzalanan Kapsamlı Barış Anlaşması (Comprehensive Peace Accord), Maoistlerin (CPN-M) silahlı mücadeleyi bırakıp parlamenter siyasete katılmasını sağladı. Bu barış anlaşması, Maoist partiyi devletle doğrudan ilişkiye sokan bir dönemeç oldu. Bu eklemlenme, Maoistlerin yalnızca silahsızlanmasını değil devletin anayasal ve siyasal ana yapısına katılımını da içeriyordu. Bu noktadan sonra süreç hızla devrimci iktidar mücadelesinden devletle entegrasyona dönüştü.
Bu entegrasyon sürecinde, silahlı güçler sorunu şöyle çözüldü: Eski Maoist savaşçıların bir kısmı orduya alındı ya da sivil hayata entegre edildi. Ancak bu süreç eksiksiz olmadı, eski savaşçıların bir kısmının ekonomik – toplumsal entegrasyonu sınırlı kaldı. Ama diğer bir kısmı, askeri ve siyasi bürokrasi içinde kadrolaştı; bu da Maoist kadronun devlet makinesinde konumlanmasına yol açtı. 2008’de yapılan ilk Kurucu Meclis seçimlerinde Maoistler (CPN-Maoist) en çok oyu alarak öne çıktı. Mecliste %~37 civarı sandalye kazandılar. Bu, silahlı direnişin sona ermesinden sonra Maoist partilerin siyasal temsil biçimi değişse de iktidar aygıtında etkin bir konum kazandığını gösterdi.
Şu gelişmeleri takdirle izledik: 2008’de monarşinin kaldırılması, Nepal’in federal demokratik cumhuriyete dönüşmesiyle sonuçlandı. 2015 Anayasası, anayasal sistemi “sosyalizme yönelimli” diye tanımlarken; parlamenter sistem, federal yapı, oransal temsil, kadın ve kast azınlıkları için kota gibi ilerici unsurlar içerdi.
Bu düzenlemeler, siyasi temsiliyet alanında kapsayıcılık iddiası taşıdı, ancak uygulamada eşitsizlikler devam etti; güçlü partiler arası dinamikler belirleyici oldu. Maoist kadroların bürokraside ve orduda yer alması, potansiyel olarak devlet aygıtının reformunu sağlama kapasitesine sahipti. Ancak bu kadrolar parti ağı üzerinden devlete entegre olurken, devletin baskı mekanizmaları (polis, yargı, güvenlik güçleri) büyük ölçüde aynen kaldı. Yani devlette planlı reform beklentisine rağmen, devletin baskı işlevi sürdürülmeye devam etti; muhalefet ve protestolar çoğu zaman sertlikle bastırıldı.
Maoist partiler, barış anlaşması sonrası kapitalist devletle kurumsal uzlaşmaya girdi; mecliste temsil, yürütmede kabine pozisyonları ve orduda kadrolar kazandı. Bu eklemlenme, “devrimin bitmiş hali” gibi görünmekle birlikte, gerçekte Maoist partiyi kapitalist devletin entegrasyon mekanizmaları içinde konumlandırdı.
2016–2018 döneminde, CPN (Maoist Merkez) ile UML (Birleşik Marksist-Leninist) birleşerek Nepal Komünist Partisi (NCP) adıyla büyük bir sol koalisyon oluşturdu. Bu koalisyon, Maoist partinin parlamento ve yürütmedeki etkisini artırdı ve Maoistleri devletin merkezi yönetimine daha da entegre etti.
Hareketin nitel sınıf tabanı, bağımlı bir kapitalizmde olacağı gibi köylülük ve şehirli işçi sınıfıydı. Maoist hareketin en güçlü olduğu bölgelerde köylüler toprak reformu ve yerel özyönetim talep etmişti. Ancak bu taleplerin büyük kısmı anayasal düzeyde ertelendi. Nepal’de sınırlı, küçük ölçekli sanayi vardı; sendikal örgütlülük ise kırılgandı. Bu yüzden, Maoistlerin kentlerdeki işçi desteği başından itibaren zayıf kaldı.
Barış anlaşması sonrası Maoist liderlik, özellikle ticaret burjuvazisi, turizm sermayesi ve Hindistan bağlantılı kapitalist gruplar ile uzlaşarak kapitalist devletin idari ve ekonomik mekanizmalarına eklemlendi.
Nepal’de kapitalist devlet
Nepal’de hali hazırda hâkim üretim tarzının bağımlı bir kapitalizm ve devletin de kapitalist olduğu söylenebilir. Maoist partiler yönetimdeyken bile ekonomik programlar büyük ölçüde neoliberal çerçevede kaldı: Enerji projelerinde özel sermaye hakimiyeti, ihracata yönelik hidroelektrik anlaşmalarının klasik emperyalist sermaye ihracı döngüsü kurması, göçmen işçilerin gönderdiği dövizlere (remitans) bağımlılık yapısal dönüşümü imkânsız kıldı. Bunlar, mutlak zorunluluklar değildi, devlete entegre olan karoların tercihiydi. Bu, kapitalist ekonomik normların/düzenlemelerin sermeye birikim rejimi içinde devam etmesi anlamına gelir.
Devlet biçimi, demokratik sözler ve reform vaatleri eşliğinde koalisyon temelli, baskı kapasitesini koruyan, ekonomik esasları değiştirmemiş bir kapitalist devlete dönüştü. Yeni anayasanın hazırlanması sürecinde Maoistler, “anayasal sosyalizm” yerine burjuva anayasal çerçeveye uyum sağladı. Kapitalist devletin temel işlevleri (baskı, entegrasyon, üretimin genel koşullarının sağlanması -özel mülkiyetin korunması, piyasa ekonomisi, uluslararası sermaye entegrasyonu-) sorgulanmadı.[1]
Gençler isyan ettiklerinde, hükümetin omurgasını birleşen CPN-UML (yeni adıyla Nepal Komünist Partisi) oluşturuyordu. Parti, iddiasına göre, parlamenter demokrasi içinde sol/Marksist-Leninist çizgideydi! Doğrusu, Nepal’de “komünist” adıyla iktidara gelen partiler, devrimci kökenlerini terk ederek kapitalist devletin iktidar blokuna eklemlenmişlerdi. 2006’da silahlı mücadele sona erdiğinde, Maoist hareket parlamentoya girmiş, birkaç yıl içinde bakanlıklar paylaşılmış, ihaleler dağıtılmış, devletin bürokratik mekanizmalarıyla bütünleşilmişti. Yani partiler, adlarındaki “Marksizm” ve “Maoizm”i taşımaya devam ederken, pratikte kapitalist üretim tarzının yeniden üretiminde pay sahibi olmuşlardı.
Bu entegrasyonun sonucunda Nepal’de kapitalist devlet, “devrimci mirası” soğurarak kendini yeniden kurdu. Devlet, bir yandan güvenlik aygıtıyla isyan edenleri bastırıyor, diğer yandan da “demokratik cumhuriyet” söylemiyle rıza üretmeye çalışıyordu. Böylece Nepal’de siyasal birlik, sınıf antagonizmasını gizleyen bir entegrasyon ideolojisi üzerinden yeniden inşa edildi.
Nepal’de sömürü nasıl işler?
Nepal’de sömürü, yarı-feodal tarım ilişkileri, göçmen emeği -işçi dövizi- bağımlılığı (remitans), turizmde düşük ücretli emek, enerji sektöründeki yeni sermaye fraksiyonları ve devlet-bürokrasi eliyle rant aktarımı üzerinden işler. İşçi sınıfı örgütlü ama bağımsız değildir. Köylülük geniş ama temsil edilemez durumdadır.
Nepal’de sömürü[2]; birincil artığa kırda rant-borç kanallarıyla el konulmasıyla; kentte ise düşük ücretli, kayıt-dışı hizmet emeği ve kartelleşmiş piyasalardaki fiyat rantı üzerinden el konulmasıyla gerçekleşir. Hidroenerjideki yeni birikim cephesi, sınır-ötesi satış sözleşmeleri ve lisans rejimiyle düzenlemeye dayalı kâr üretir. İkincil/haricî artığın içselleştirilmesi işçi dövizleri ile olur; bu akış, iç talebi ve kamu maliyesini taşırken sanayileşme yerine ithalata-dayalı tüketimi besler.
Siyasal-kurumsal eklemlenme (parti-sendika-iş çevresi), emekçi sınıfların özerk temsilini zayıflatır; yolsuzluk/mentorluk ağları rızayı değil rantı örgütler.
Bu yüzden Nepal’de kapitalist sömürü, “salt ücretli emek” ekseninden ibaret değildir; yarı-feodal tarımsal bağımlılık, kayıt-dışı hizmet emeği, dış göç artığı, kartelleşmiş pazar rantı ve düzenlemeci (regülasyon-temelli) enerji kârları aynı toplam içinde eklemlenmiştir. Tam da bu nedenle, ileride tartışacağımız anayasal sosyalizm programı, sömürünün bu çok kanallı yapısını kurumsal düzeyde kesmeden gerçek bir dönüşüm üretemez.
Gençlik öfkesi ise sokakta patlamıştır.
Gençler, neye, niye ve nasıl isyan ettiler?
Başlatıcı etken sosyal medya platformlarının geçici olarak yasaklanmasıydı; protestolar hızla adalet, eşitlik ve yolsuzluğun ortadan kaldırılması taleplerine dönüştü.
Gençlerin sokağa çıkışını tetikleyen başlıca faktörlerin yolsuzluk ve kayırmacılık (devlet ihaleleri, kamu sınavları ve işe alımlarda adaletsizlik iddiaları), işsizlik ve göç (üniversite mezunlarının iş bulamaması; gençlerin kitlesel biçimde Körfez ülkeleri ve Malezya’ya göç etmek zorunda kalması), demokratik tıkanma (2006’da monarşinin yıkılması ve cumhuriyetin ilanıyla açılan ufkun, 20 yıl içinde bürokratikleşmiş olması); temsil krizi (eski devrimci kadroların hükümette statükocu hale gelmesi, yeni kuşağın kendini dışlanmış hissetmesi) vb. olduğu sıklıkla ifade ediliyor. Adını öyle koymasalar da gençlerin yukarıda açıkladığımız işlevleri gören kapitalist devlete ve üretim tarzına isyan ettiği, söylenebilir.
Ama programları açıkça anti-kapitalist değildir. İsyan eden gençler, seffaf, liyakate dayalı sınav ve işe alım sistemini; yolsuzluğun yargılanmasını, kamuda hesap verilebilirliği; iş ve eğitim olanaklarının genişletilmesini; daha doğrudan ve katılımcı demokrasiyi savundular, savunuyorlar.
Gençlerin isyanının siyasi bir liderliği olduğu söylenemez. İsyan, belirli bir parti veya sendika liderliğiyle değil, bağımsız gençlik grupları, öğrenci inisiyatifleri ve sosyal medya üzerinden örgütlendi. Bu da hareketi hem esnek ve geniş tabanlı kıldı hem de programatik zayıflık getirdi: Yani talepler, radikal bir rejim değişikliğinden çok demokratikleşme ve sosyal adalet odaklı.
Bu tablo, tarihsel maddeci bir açıdan bize şunu söyler: Sosyalizm, Nepal’de ve/ya başka yerde ancak demokratik bir anayasal sosyalizm programı ile, yani kamu hizmetlerinin demokratik genişlemesi ve sömürü mekanizmalarının kurumsal olarak kırılmasıyla gündeme gelebilir. Aksi halde, devrimci retorik -bu retorik elinde silahla isyana kalkışanların dilinde olsa bile!-, kapitalist devletle bütünleşmiş bir ideolojik kılıf olmaktan öteye gidemez.
Anayasal sosyalizmin zorunluluğu
Nepal örneği, adında Marksizm, Maoizm, Leninizm vb. sıfatlar olsa da siyasal bir örgütün anti-kapitalist bir programı izlemeyebileceğini; üretim tarzının toplumsal (genişletilmiş) yeniden üretiminin devletin regülasyonlarıyla gerçekleştiğini, yalnızca söylemsel/ideolojik “sol politika tercihleriyle” değil “hukukla” sömürünün sınırlanması gerektiğini gösteriyor. Dolayısıyla gençlerin isyan ettiği sonuçlar, basitçe sosyal harcama artırımıyla ya da hükümetlerin niyet değişikliğiyle aşılabilecek nitelikte değildir.
Mesele, devletin kurucu normlarının neye dayandığı sorusuna bağlanır: Egemenlik mi, yoksa kamu hizmeti mi? İşte burada anayasal sosyalizmin zorunluluğu ortaya çıkar. Çünkü ancak mülkiyet, sözleşme, haklar ve temsil ilişkileri kamu hizmeti üstün normuna tabi kılındığında, Nepal toplumunun bugün sokağa taşan öfkesinin sosyalizmde karşılığını bulan somut bir programatik karşılığı olabilir.
Sosyalizm, yalnızca parti adlarında, sloganlarda ya da niyetlerde var olamaz. Sosyalizm, siyasal birliğin kurucu hukukuna, yani anayasa düzeyine yazılmadıkça, kapitalist devletin baskı, entegrasyon ve üretimin genel koşullarını sağlama işlevlerini kırmak ve aşmak mümkün değildir.
Nepal’deki -ve daha önce benzer şekilde evrilmiş olan Venezuela’daki- süreç, sosyalist retoriğin kapitalist devletin sürekliliğiyle nasıl uyumlu hale gelebildiğini ve bürokrasinin yolsuzlukla toplumsal zenginliğe el atmasının halklar için sömürüyü katmer katmer arttırdığını kanıtlamıştır. Gençlerin meydanlarda sergilediği isyan, bürokrasinin sosyalizm söyleminin maskesini düşürmüş, gerçek soruyu bütün açıklığıyla sormuştur: “Sosyalizm anayasal bir demokrasi değilse, gerçekte var mıdır?”
Evrensel ders şudur: Sosyalizm, kamu hizmetini üstün norm haline getiren, doğal kaynakları toplumsal mülkiyet olarak tanımlayan, sosyal hakları doğrudan dava edilebilir kılan, emekçi sınıfları kurucu özne olarak tanıyan, “kura, geri çağırma, katılımcı bütçe vb.” doğrudan demokrasi kurumlarını anayasal güvenceye alan bir objektif hukuk dönüşümüne tekabül etmedikçe -anayasal bir demokrasi olarak anlaşılıp savunulmadıkça-, gerçek bir alternatif olamayacaktır.
Nepal’de yaşanan gençlik isyanları, salt siyasal temsiliyetin daralmasından kaynaklanmadığı gibi, klasik “sosyal devlet” önlemleriyle de yatıştırılamaz. Sorunun kaynağı, kapitalist devletin objektif hukukunun ve dolayısı ile de işlevlerinin değişmeden kalmasıdır. Adında Marksizm, Leninizm, Maoizm bulunan partiler dahi, iktidara geldiklerinde bu anayasal temeli dönüştürmek yerine, var olan devlet biçimine eklemlenmişlerdir. Dolayısıyla anayasal düzeyde bir kopuş gerçekleştirilmedikçe, mevcut sömürü ilişkilerinin yeniden üretimi kaçınılmazdır. Daha açık deyişle gerek İkinci Enternasyonal’in gerekse de Üçüncü ve devam eden Enternasyonallerin ortaya program olarak koyduğu talepler ve geçiş eylemleri manzumesi, gerçekte bir program niteliği taşımazlar. Bir program niteliği kazanabilmeleri için anayasal sosyalizm tasarımına bağlanmaları gerekir.
Meydanda yürüyen gençler, “lafzi sosyalizmin” neden suskun olduğunu bedeniyle öğrenmiş durumdalar: Kamu hizmeti üstün norm olmadıkça, sosyal haklar birer dilek, mülkiyet rejimi toplumsal ihtiyaç karşısında dokunulmaz, sendikalar ise parti aygıtlarına eklemlenmiş kalır. Nepal Anayasası’nda yer alan “sosyalizme yönelim” söylemi, objektif hukukta karşılığını bulmadığı her durumda, kapitalist devletin entegrasyon mekanizmaları içinde erir. Bu yüzden, programatik olarak savunulabilir ve gerçekleştirebilir olan sosyalizm, ortalıkta dolaşan bir “parti-özne” ve/ya “bu parti-öznenin kendinden menkul ‘proletarya diktatörlüğü’ vb.” değil; özgürlük ve eşitlik temelinde kurulan kamu hizmeti üstün normunun siyasal birlik biçimidir. Sosyalizm “bir iradenin adı ve bir siyasal birlik olarak kendini yapılandırması” değil, toplumun özyönetim olarak yalın varoluşudur; programatik anlamını da yalnızca anayasal bir demokrasi olarak tasarımda bulur.
Buradan hareketle, anayasal sosyalizm yalnızca bir ekonomik tercih değil, anayasal tasarımın kurucu normatif ilkelerinin değiştirilmesi anlamına gelir. Bu bağlamda üç kritik alan öne çıkıyor: Mülkiyet rejimi, sözleşme hukuku, hakların dava edilebilirliği. Elbette, Nepal örneğinde, emek ve üreticiliğin kurumsal temsili ve birikimin kamusal karakterinin güvenceleri de sağlanmalıdır.[3]
Sonuç olarak, Nepal’de anayasal sosyalizm, sosyal devletçi reformların ötesine geçerek, kapitalist devletin kurucu normlarını -objektif hukuku- dönüştürmeksizin inşa edilemez. Egemenliğin yerine “kamu hizmeti üstün normu”nu koyan bu tasarım, mülkiyetin, sözleşmenin, hakların ve siyasal temsilin tümünü yeniden kurar. Ancak bu düzeyde bir dönüşüm, “sosyalizm” adını hak edebilir, gençlerin sokakta dile getirdiği eşitlik ve özgürlük taleplerini karşılayabilir.
Nepal Anayasası (2015), kendisini “sosyalizme yönelimli devlet” olarak tanımlasa da bu açıkladığımız ilkelerden hiçbiri üstün norm haline getirilmemiştir. Kamu hizmeti yalnızca bir “yönerge ilkesi”dir; bağlayıcılığı yoktur. Doğal kaynakların toplumsal mülkiyeti tanınmaz; hidroelektrik imtiyazları özel şirketlere devredilir. Sosyal haklar katalogda yer alır, ama doğrudan dava edilebilir değildir. Sendikalar partilere bağımlıdır; anayasal özerklikleri yoktur. Katılımcı bütçe, geri çağırma gibi mekanizmalar ise bulunmaz. Böylece Nepal’de “anayasal bir demokrasi olarak sosyalizm”in yokluğu, sosyalizmin yalnızca bir retorik olarak kalmasına ve gençlerinde isyanına yol açmıştır.
Kıssadan hisse: Sosyalizm, adında ne yazarsa yazsın parti buyruklarıyla kurulamaz; ya biçimsel demokrasinin tüm kazanımlarını içeren anayasal bir demokrasi olacaktır ya da olmayacaktır.
(*) Bu analiz, bir ChatGPT yapay zeka asistanı olan Hafıza Dalgası tarafından toplanan verilerle hazırlanmıştır. Bu konuda lütfen bkz. “Yapay zekâ” ile “hakikat etiği” üzerine
(**) Görsel, gerçek bir fotoğraf olmayıp bir ChatGPT yapay zeka asistanı olan Hafıza Dalgası tarafından oluşturulmuştur.
*******
[1] Nepal’de kapitalist devletin işlevleri ele alındığında şunlar gözlemlenebilir:
Baskı: Olağanüstünün rutine çevrilmesi
Nepal kapitalist devleti, krizi yönetmenin birinci yolu olarak olağanüstü tedbirleri rutine çevirir: Gösteri yasakları, geniş yetkili kolluk müdahaleleri, “kamu düzeni” ve “ulusal güvenlik” başlıkları altında önleyici gözaltı ve ifade-iletişim kısıtları; kampüslerde disiplin soruşturmaları; internet/sosyal medya erişim engelleri. Yargı, yürütmenin talep ettiği ihtiyati yasaklar ve “kamu düzeni” gerekçeli kararlarla bu hattı yer yer meşrulaştırır; parlamento ise “olağanüstü hâl” dilini geniş yetkili iç güvenlik paketlerine tercüme eder. Böylece güvenlik aygıtı ile düzenleyici-yargısal aygıt birbirine kenetlenir; protesto–ceza–yasak üçgeni, sınıf antagonizmasını görünmez kılan bir düzen istikrarı görüntüsü üretir.
Entegrasyon: Parti–sendika–kartel eşleşmesi
Baskının simetriğinde işleyen ikinci işlev entegrasyondur. Büyük partilerle organik bağları bulunan konfederasyonlar (işçi sendikaları, meslek birlikleri, kooperatif federasyonları), bağımsız emek siyasetini parti dengelerine ekler; toplu pazarlık ve sosyal diyalog, rıza üretiminin kanalları hâline gelir. Yerel düzeyde ulaştırma “sendikat”ları ve tedarik kartelleri, parti-finansmanı ile kamu ihalesi zincirine bağlanır; federalizm, kaynak paylaşımı–kadrolaşma üzerinden dağıtımcı patrimonyalizme dönüştürülür. Kotalar ve kapsayıcılık dili, siyasal müktesep hak yaratmaktan çok aracılık ağlarını kalıcılaştırır. Sonuç: Emekçi sınıfların kurumsal özerkliği zayıflar; “lafzi sosyalizm”, entegrasyon ideolojisi olarak rejimin yeniden üretimine hizmet eder.
Üretimin genel koşullarını sağlama: Birikim düğümlerinin hukukileştirilmesi
Üçüncü işlev, sermaye birikimi için genel koşulların devlet eliyle güvenceye alınmasıdır. Hidroelektrikte uzun vadeli alım anlaşmaları (PPA), lisans–irtifak–kamulaştırma rejimleri ve sınır-aşan iletim mutabakatları; lojistik/ithalatta gümrük-vergi teşvikleri ve fiilî tekelci ağların tolere edilmesi; göçmen emekte lisanslı aracı sisteminin, içeride düşük ücret rejimini ve remitans tamponunu besleyecek biçimde kurumsallaştırılması… Devletin denetleme ve düzenleme kurumlarının, denetlemekle yükümlü oldukları sermaye gruplarının çıkarlarına eklemlenmesi, onların etkisi altına girmesi; yani kamusal otoritenin, kamu yararı yerine özel çıkarın aracına dönüşmesi, düzenleme yakalaması –regulatory capture-… Bütün bunlar, “kamu yararı” söylemiyle sermaye birikimini sağlayacak özel kârın (sermaye birikiminin) hukukunu kurar. Para-maliye politikası, hassas sektörlere vergi muafiyetleri ve özel ekonomi bölgeleri ile destek vererek, bu birikim süreçlerini anayasal düzeyde dokunulmaz alanlara çevirir; mülkiyet ve sözleşme rejimi de bu önceliğe göre çalışır. Böylece devlet, görünürde bile nötr bir hakem değil, birikimin kurucu ortağı olarak konumlanır.
[2] Üretimin maddi temeli ve sınıf ilişkileri detaylı olarak analiz edilmeden bu sonuçlara varılamaz. Analizin maddi temele ilişkin bu bölümünü, ilgilileri için dipnot olarak sunuyoruz:
1.Üretim temeli: Küçük meta üretimi (tarım), hizmet sektörü ve dışa bağımlı birikim
Nepal ekonomisinin güncel sektörel kompozisyonu, tarımın hâlâ yüksek payına rağmen kent merkezli hizmet sektörünün baskın hale geldiğini gösteriyor: 2024/25’te GSYH’de tarım %25,16; sanayi %12,83; hizmetler %62,01. Bu dağılım, tarıma istihdam bağımlılığının sürdüğü ama değer üretiminin giderek hizmetlere kaydığı bir yarı-çevresel kapitalizm tablosudur. Resmî makro güncellemeler 2021/22’de tarımın payını %23,95, sanayiyi %14,29, hizmetleri %61,76 olarak vermişti; son iki yılda tarımın payı dalgalansa da genel eğilim hizmet sektörünün gelişmesi yönünde.
İstihdam cephesi bu tabloyu tamamlıyor: ILO ve Dünya Bankası verileri Nepal’de tarım istihdamının hâlâ nüfusun büyük kısmını çektiğini ve informel çalışmanın çok yaygın olduğunu (yaklaşık %84,6) gösteriyor. Yani ücretli/örgütlü sanayi işçiliği görece küçük, kır kent geçim zinciri ise kayıt-dışı ve kırılgan.
2.Remitans ekonomisi: Dışarıda üretilen artığın içeride yeniden bölüşümü
Nepal’de işçi dövizleri (remitans) GSYH’nin dörtte birini aşan bir düzeydedir; Dünya Bankası ve UNDP, 2023’te ~%26–27 bandına işaret ediyor. 2024/25 Dünya Bankası Nepal Güncellemesi de remitansların FDI (yabancı doğrudan yatırım, YDY) ve resmi dış yardımı açık farkla geride bıraktığını kaydediyor. 2021 Nüfus Sayımı verisine dayalı çalışmalar, yurtdışında yaşayan Nepalli sayısını ~2,1 milyon olarak verir. Sonuçta, iç talep ve ödemeler dengesi, göçmen emeğin dışarıda ürettiği artığa yapısal biçimde bağımlıdır.
Bu bağımlılık iki yönlü sömürü ilişkisi doğurur: (i) Dışarıda düşük ücretli, güvencesiz göçmen emek üzerinden artı-değer üretimi; (ii) İçeride bu dövizin tüketimi ve kamu maliyesi için “tampon” olarak kullanılması. Böylece içerdeki sermaye birikiminin sanayi temelini güçlendirmek yerine, ithalata dayalı tüketimi ve kent hizmetlerini besleyen bir bağımlı yeniden üretim döngüsü oluşur.
3.Kır yapısı: Küçük üreticilik, parçalanmış toprak ve yarı-feodal bağımlılık
Ulusal Tarım Sayımı 2021/22 iki kritik olguyu teyit ediyor: (a) Parsel ortalaması 0,21 hektardan 0,19 hektara düşmüş durumda (2011/12→2021/22), (b) işletmelerin %81,6’sı “tam mülk-işleten” kategorisinde; geri kalanlar kiracı/karma statüler. Mikro-ölçekli ve parçalı mülkiyet, girdi-kredi-pazarlama zincirlerine bağımlılığı artırıyor; kırda rant, borç ve komisyon ilişkileri yoluyla artığın tarımsal hane dışına aktarımı kalıcılaşıyor.
Aynı sayım, işletilen tarım arazisinin %95,6’sının tarımsal kullanımda olduğunu; çoğunluğun geçici (yıllık) ekin altında bulunduğunu kaydeder. Toplam arazi ve kalıcı/tek yıllık ekin alanlarındaki azalma, geçimlik üretimin çözülürken dahi küçük meta formunun sürdüğünü ve verimlilik artışının sınırlı olduğunu gösterir.
4.Hidroelektrik: Yeni bir sermaye fraksiyonu ve bölgesel bağımlılık
Nepal’de son beş yılda birikimin yeni cephesi hidroenerji oldu. Kurulu güç 2024/25 sonunda 3.591 MW’a ulaştı. Nepal, Hindistan pazarına satışta 940 MW’a kadar izin/kapasite aldı; 2025 yazından itibaren (mevsimsel) Bangladeş’e 40 MW ihracat da Hindistan şebekesi üzerinden, üçlü düzenekle yeniden başladı. Bu genişleme, su havzalarının imtiyazlandırılması, uzun dönemli alım anlaşmaları ve sınır-ötesi hat yatırımları etrafında “enerji burjuvazisi”nin kristalleştiğine işaret eder.
Bölgesel pazar mimarisi (özellikle Hindistan düzenlemeleri ve iletim erişimi) nedeniyle ihracat politik-düzenleyici bağımlılıklara tabidir; bu durum fiyatlama, izin ve mevsimsellik üzerinden içerdeki artığın bölüşümünü sermaye lehine şekillendirir.
5.Turizm ve hizmetler: Düşük ücretli emek ve dış “aracı” rantiye
Turizm 2023–2024’te pandemi sonrası hızla toparlandı; 2023’te 61,5 milyar NPR döviz geliri bildirilirken, 2024’te turizm gelirinin daha da yükseldiği açıklandı. Ortalama kalış süresi ~13,2 gün, kişi başı günlük harcama ~41 ABD$ düzeyinde. Değer zincirinin üst segmenti (pazarlama, paketleme, rezervasyon) uluslararası/yerli aracı kurumlarda yoğunlaşırken, sahadaki otel-restoran-rehber-taşıyıcı emeği büyük ölçüde kayıt-dışı ve sendikasız. Bu, hizmetlerde düşük ücretli artı-değer tahsilinin tipik görünümüdür.
6.Pazar yapıları ve “sendikat/sindikat”lar: Tekelci dayanışma ve rant
Nepal’in rekabet rejimi tarihsel olarak ulaştırma taşımacılığı kartelleri (ulaştırma sendikatları) üzerinden bozuldu. 2018’de hükümet bu komiteleri yasa dışı ilan ederek dağıttı; fakat 2020’ler boyunca yeniden güç devşirdiklerine dair saha analizleri sürüyor. Dünya Bankası’nın rekabet/lojistik notları, taşımacılıktaki sendikasyonun (tekelci dayanışma birliklerinin) ticaret maliyetlerini yükselterek birikimi baskıladığını vurguluyor. Buradaki “rant”, tüketici ve emek aleyhine fiyat/ücret düzeylerini belirleyerek dolaylı sömürü kanalı işlevi görüyor.
7.Sınıf blokları: Kim üretir, kim el koyar?
Bu maddi zeminde öne çıkan egemen fraksiyonlar şunlar:
(i) Ticaret-ithalat-müteahhit kompleksi (kamu ihaleleri, düzenleme yakalaması – regulatory capture– , vergi teşvikleri),
(ii) Enerji burjuvazisi (HES lisansları, sınır-ötesi satış sözleşmeleri),
(iii) Yerel aracılık elitleri (kırsalda kamu kaynaklarına erişim ve siyasal aracılık ağları),
(iv) Bürokratik-siyasal sınıf (parti-devlet-iş çevresi eklemlenmesi).
Bu blok, yolsuzluk algısının kronikleştiği bir ortamda (CPI 2024: 34/100, 107. sıra) rızayı değil çoğunlukla rantı organize eder.
8.“Sol” partiler, sendikalar ve devletleşme: Eklemlenme mekanizması
Nepal’de sendikal üst konfederasyonların uzun süredir büyük partilerle organik bağları olduğu geniş literatürde kayıtlıdır: GEFONT–CPN-UML, ANTUF–Maoist Centre, NTUC–Nepali Congress hattı. ILO dokümantasyonu ve sendika/ITUC sayfaları bu siyasal eşleşmeyi tarihsel arka planıyla doğrular. Bu bağ, işçi hareketinin özerk strateji kurma kapasitesini sınırlar; toplu pazarlık ve kamusal politika süreçleri, parti-devlet dengelerine içkin hale gelir.
9.İşçi sınıfı, köylülük ve genç emek: Örgütlülük ve temsil açığı
Nepal’de ücretli sanayi proletaryası sınırlıdır; istihdamın büyük kısmı tarım ve hizmetlerdedir, üstelik enformel istihdam çok yüksektir. 2022/23’te genel işsizlik oranı %12,6 olarak raporlanırken, 15–24 yaş grubunda işsizlik ulusal ortalamanın belirgin biçimde üzerindedir. Bu tablo, sendika-parti koridorlarının dışında kalan eğitimli işsiz ve prekaryanın siyasal temsil boşluğuna işaret eder.
Kırsalda kalabalık küçük üretici ve yarıcı/topraksız kesimler, arazi parçalanması ve borçlanma sarmalı içinde; kentte genç emek, kayıt-dışı hizmet/lojistik ağlarında konumlanmıştır. Göçmenlik hem kır hanelerinin yeniden üretimini finanse eder hem de içerde ücretleri ve sendikal kapsamı aşağı çeker.
[3] Nepal örneğinde tek tek ele alırsak;
1.Mülkiyet rejimi
Nepal’de sömürünün düğümlendiği alanların başında toprak, su ve hidroelektrik kaynakları gelmektedir. Bugün bu alanlar, yerel elitlerin ve uluslararası ortaklıkların rant üretim mekanizmasına dönüşmüştür. Sosyalist bir anayasal tasarım, bu mülkiyet ilişkilerini “kamu hizmeti üstün normu”na tabi kılmalıdır. Bu, yalnızca kamulaştırma veya devlet işletmeciliği değil, mülkiyetin bizzat toplumsal yarar ilkesine bağlı olarak tanımlanması demektir. Toprak rantı veya enerji kârı, özel mülk sahibinin serbest tasarrufuna bırakılamaz; toplumsal bölüşümün aracı olmalıdır.
2.Sözleşme hukuku
Nepal kırsalında hâkim olan yarı-feodal kira ilişkileri ve yüksek faizli borç sözleşmeleri, köylülerin sistematik sömürüsünü kurumsallaştırır. Mevcut hukuk düzeninde bu sözleşmeler “özel hukuk” serbestisi içinde geçerliliğini korur. Oysa anayasal sosyalizm, sözleşme hukukunu da kamu hizmeti normuna tabi kılar. Bir sözleşme, tarafların “eşit iradelerinin buluşması” değil, kamu yararının gözetilmesi üzerinden geçerlilik kazanır. Köylüyü toprağa zincirleyen veya işçiyi mutlak güvencesizliğe mahkûm eden sözleşmeler, anayasa karşısında batıl sayılmalıdır.
3.Hakların dava edilebilirliği
Nepal anayasasında sosyal haklar büyük ölçüde “programatik” hükümler olarak kalmaktadır. Eğitim, sağlık, barınma gibi hakların icrası bütçe takdirine bırakılmıştır. Anayasal sosyalizm, bu hakları doğrudan dava edilebilir hale getirir. Yargı, bireyin ya da örgütlü emeğin başvurusu üzerine devleti icbar eden kararlar alabilmelidir. Böylece haklar, siyasal retoriğin değil, toplumsal pratiklerin dayanağı haline gelir.
4.Emek ve üreticiliğin kurumsal temsiliyeti
Mevcut sistemde siyasal temsil, yalnızca bireysel seçmen iradesine dayalıdır. Oysa Nepal’de sömürünün yükünü taşıyan işçi ve köylü topluluklarının, sendikalar ve kooperatifler aracılığıyla kurumsal temsil hakkı anayasal güvenceye alınmalıdır. Katılımcı bütçe meclislerinde yalnızca parlamentonun ve yerel meclislerin “parti grupları” değil, aynı zamanda toplumsal üretici birliklerin yer almasını, bu öznelerin geri çağırma hakkının tanınmasını gerektirir.
5.Birikimin kamusal karakterinin güvenceleri
Hidroelektrik, bankacılık ve ticaret kartelleri, Nepal’de sermaye birikiminin merkezidir. Bu düğümlerin özel çıkar lehine işleyişi anayasal düzeyde kapatılmalıdır. Enerji ve su gelirleri, kamu hizmeti olarak tanımlanmalı; kartel oluşumları anayasa ihlali olarak görülmelidir. Böylelikle piyasanın rantiye alanları, kökten bir kurucu hukuk değişimiyle -objektif hukukun tesisi ile- ortadan kaldırılır.
Mustafa Bayram Mısır
Hukukçu ve siyaset bilimci. Praksis Dergisi Yayın Kurulu Üyesi. Yayınlanmış kitapları arasında, Anayasal Tasarımın Demokratik Teorisine Giriş; Devlete Karşı Kamu Hukuku; Kapitalist Devlet; Modernizm, Postmodernizm ve Sol(Ecehan Balta ile); Tarihsel Seyri İçinde ÖDP: Solun Yakın Kısa Tarihi Üzerine; Demokrasiye Eleştirel Bakışlar; Demode Denemeler bulunuyor. Devlete Karşı Kamu Hukuku, Türkiye Barolar Birliği'nin "Halit Çelenk Akademik Araştırmaları Destek Ödülü"ne layık görülmüştür. Çalışmalarına, Ankara Barosu'na kayıtlı avukat olarak devam ediyor.