Antonio Negri, bu Cumartesi (16 Aralık 2023) günü 90 yaşında Paris’te hayata gözlerini yumdu. İtalyan akademisinde hukuk felsefesi ve devlet kuramları alanlarında öğretim üyeliği yapan Negri, İtalya’da siyasal işçi hareketleriyle olan sıkı bağları nedeni ile 1970’lerde yükselen İtalyan radikal solunun kuramcısı olarak suçlandı ve hapis cezasına çarptırıldı. Negri davası birçok açıdan ilginçtir ve Batı demokrasilerinde daha sonra gelişecek “terör hukuku/ düşman ceza hukuku” uygulamalarından biri sayılabilir.
Negri’nin Rainiero Panzieri ve Romano Alquati’nin yönetiminde yayınlanan Quaderni Rossi (Kızıl Defterler) başta olmak üzere, Quaderni Rossi çevresinde meydana gelen bölünmelerden sonra benzer şekilde işçi sınıfı özerkliğini (otonomi) ön plana çıkaran Classe Operaia (İşçi Sınıfı), Contropiano (Karşı-planlama) ve benzeri dergilerin yayımlanmasına katkı sunduğu ve Potere Operaio (İşçilerin Gücü/Potansiyeli) çevresinde, Operaismo (İşçicilik) hareketi içinde yer aldığı bilinmekle birlikte, Kızıl Tugaylar ile ilişkisi, hele de Kızıl Tugaylar’ın lideri olduğuna ilişkin iddia hiçbir zaman kanıtlanamadı.
Negri’nin Fransa sürgünü, 1983 yılında Radikal Parti’den milletvekili seçilmesi sonrasında, dokunulmazlığının kaldırılması nedeni ile İtalya’dan ayrılmak ve Fransa’ya sığınmak zorunda kalması ile başladı. Fransa’da dönemin sol görüşlü aydınlarının desteğini aldı ve üniversitede öğretim görevlisi olarak çalıştı. Fransa’da bulunduğu dönemde, 1989 yılında yayımlanmaya başlayan ve devlet kuramı, Marksizm, yeni mücadele biçimleri ve benzeri temalarda otonomist görüşlerin ön plana çıktığı Futur Antérieur (Gelecek) dergisinin yöneticiliğini üstlendi. 14 yıl sürgünde kaldıktan sonra 1997 yılında İtalya’ya dönerek teslim olmayı seçti. İki yıl sonra, kendisine sınırlı bir şartlı tahliye verildi ve nihayet 2003 yılında serbest bırakıldı.
Otonomist Marksizmin kuramcısı olarak bilinen Negri, asıl ününü borçlu olduğu İmparatorluk kitabını 1997 yılında İtalya’ya geri döndükten sonra tekrar tutuklandığı cezaevinde yazdı. Michael Hardt’la ortak yazar olduğu bu üçleme seri, Çokluk ve Ortak Zenginlik kitabı ile devam etti. Negri’nin bu kitaplarının tamamı Türkçe’ye Ayrıntı Yayınları tarafından kazandırıldı. Yazarın Otonomist Marksizm dönemi kitapları/ görüşleri Türkiye’de daha çok Otonom Yayınları tarafından telif edildi.
***
Praksis dergisinin “Küreselleşme, Emperyalizm: Ne Yapmalı, Nasıl Direnmeli?” başlıklı 7. Sayısı’nda İmparatorluk’ta ileri sürülen tezler diğer makaleler yanı sıra şu yazılarda tartışıldı:
Alternatif küreselleşme mi, Proleter Enternasyonalizmi mi?: İmparatorluk’a Reddiye / Sungur Savran
“Küreselleşme”den “İmparatorluk”a 11 Eylül: Dönüm Noktası mı?/ Taner Timur
İmparatorluk’un İyimser Metafiziği/ Mustafa Bayram Mısır – Sinan Kadir Çelik
Üçlemenin Çokluk eserinde derinleştirilmeye çalışılan “maddi olmayan emek” teorisi de, Praksis dergisinin “100. Yılında 1917 Rus Devrimi” sayısında Arif Koşar tarafından eleştirel şekilde ele alındı:
Hardt ve Negri’nin Maddi Olmayan Emek Teorisi: Eleştirel Bir Bakış/ M. Arif Koşar
Negri, içinde bulunduğumuz çağ dönümünde birçok fikriyle tartıştığımız, Marksizm’den neşet etmiş ve siyasal işçi hareketinden kopmamaya gayret etmiş bir düşünürdü. Tarihsel materyalizmin tüm eğilimlerine açık olan Praksis dergisinin sayfalarında, otonomist Marksizmin görüşlerine de yer verilmiştir elbette ama İmparatorluk‘un yayınlandığı dönemde bir “küreselleşme” propagandisti olarak işlev görmesine karşı eleştirel değerlendirmelerin öne çıkması da kaçınılmazdı.
İmparatorluk kitabı üzerine “Alternatif küreselleşme mi, Proleter Enternasyonalizmi mi?: İmparatorluk’a Reddiye” adlı eleştirel makalesi daha önce Praksis dergisinde yayınlanan (Praksis dergisi Danışma Kurulu Üyesi) Sungur Savran, Negri’nin ölümü üzerine Facebook, X vb. sosyal medya hesaplarında şöyle yazdı:
“Genç Negri 1970’ler İtalya işçi sınıfı içinden sokağa angaje bir “otonom Marksizm” aydınıydı. Yaşlı Negri postmodernizme teslim olarak liberal küreselleşme safsatasını solda meşrulaştıranlardan biri. Başta süpermarketlere bile giren İmparatorluk kitabı kendinden önce gömülmüştü!”
***
Negri’nin siyasal ve kuramsal anısı eğrisi doğrusu ile tarihe yazılırken, eleştirisi de tarihe yazılıyor. Mustafa Bayram Mısır ve Sinan Kadir Çelik imzalı yazının Sonuç kısmını paylaşarak bitirelim:
Safdil Bir İyimserliğin Metafiziği Olarak İmparatorluk ya da İmparatorluğa Dair Tezler
1.“İmparatorluk” analizi, bütün devrimci ve hatta komünist iddialarına rağmen, gerçekte, postkapitalist bir paradigma içinde yer edinir ve eleştirmekten geri durmadığı postendüstriyalist, postyapısalcı, postmodernist vd. kuramsal pozisyonların geniş oranda etkisi altında kalır. “İmparatorluk” analizini güçsüz kılan da bu kuramsal müphemliktir.
Yazarlar, yukarıda betimlediğimiz üzere “imparatorluk”, “biyopolitik”, “çokluk” gibi yeni kavramlarla birlikte yaşadığımız dünyanın anlaşılabileceğini umuyorlar. Bu kavramları esas olarak postyapısalcı, postmodernist, postendüstriyalist vb. bir dizi gelenekten beslenerek tanımlıyorlar. Bu tutumları itibariyle yazarlar “devrimci” bir iyi niyet taşıyan postmodernistler olarak nitelenebilir. Zira yazarlar bir yandan teorik olarak modernlik algılayışımızı geliştirdiği için postmodern kaynaklardan beslenirken, diğer yandan postmodernizmi küresel sermayenin işleyiş mantığı, dünya piyasasının ideolojisi olarak görerek olumsuzlarlar (2001:169 vd.). Hatta yazarların mevcut politik pozisyonları açısından, adlandırıldıkları gibi post Marksist olduklarını iddia etmek de çoğu zaman zorlaşır. Çünkü yazarlara göre farklılık politikası, emperyal iktidar artık ikili karşıtlıklar içinde işlemediğinden (yazarların terimleriyle “imparatorluk” diyalektik muhalefetle değil melezlerin idaresi ile tanımlandığından) emperyal yönetimin işlevleri ve pratikleri karşısında işlevsiz kaldığı gibi, onunla örtüşmekte ve destek olmaktadır (2001: 161). Aynı nedenle yazarlar Sivil Toplum Örgütleri, ırksal, kültürel ve benzeri temellere dayalı mücadelelere de karşı olduklarını da söylerler (2001: 323-4). Sonuçta Sungur Savran’ın Praksis’in bu sayısındaki yazısında belirttiği gibi İmparatorluk’un post Marksizm’le teorik olarak muğlak ve çelişkili bir ilişki kurduğunu söylemek mümkün.
2.Öte yandan genel olarak Marksist yazında yazarların “biyopolitik” ve “çokluk” kavramları ile aşmak istedikleri olgusal gelişmelere ilişkin, hiç küçümsenemeyecek bir külliyat oluşmuştur. Bu külliyat karşısında yazarların gerçek bir sessizlik içinde olmalarıyla ve vardıkları kestirme çözümlerle bir “yeni 68” için tez canlı davrandıkları söylenebilir.
Yazarların, maddi-olmayan emeğe yaptıkları vurgu ve maddi olmayan emeğin sermaye ile tahakküm ilişkisine girmeden de değer üretebileceği ve bu değerin sermaye bağımlı olmamasının çokluğun özgürlük yürüyüşünün teminatı olduğu tezi tam bir kurmaca olarak kalmaktadır. Artı-değer kuramının reddine dayanan bu yaklaşım, gerçekliği, maddi ilişkiler bütünü olarak sermaye birikim sürecini ve tüm dünyanın yeniden sömürgeleştirilmesini görmekten uzaktır. İşçi sınıfına ilişkin tartışmada, sadece, Thompson’un, İngiltere’de İşçi Sınıfının Oluşumu adlı anıt eseri bile, sınıfın neden bir ekonomik indirgeme değil de bir toplumsal ilişki olarak anlaşılması gerektiği konusunda bize çok değerli fikirler verir (Wood, 2001). Keza, post Fordizm ve işçi sınıfının değişen yapısı konusunda, Wright’ın eserlerinde de çok değerli bir Marksist külliyat vardır. Buna karşın, sömürü ilişkisinin ve hatta mülkiyet ilişkisinin değiştiğini ileri sürmek, işte bu, Hardt ve Negri’nin katkısıdır!
Fakat sorun, başlı başına, sınıftan söz ettiğimizde, hâlâ kapitalizmi aşacak bir toplumsal özneden söz ediyor oluşumuz ve toplumsal öznenin dünya-evrensel varlığı değildir. Sorun, bizzat, üretimin enformatikleşmesi analizi ile birlikte, bilim, iletişim ve dilin hiçbir dolayım olmadan bizzat üretici güce katılması ve yeni bir soyut emek türü (genel zekâ) oluşturması analizidir. Bunun maddi gerçeklik karşısında başarısız bir soyutlama olduğunu kabul etmek zorundayız ya da gerçekliği düşlerimizle kurmaya devam etmek!
3. Elbette ki sınıf oluşumu, sanayi proletaryasına indirgenemez ve yazarların da kabul etmekten kaçınmadıkları üzere, sömürü ilişkisinin bu oluşumun temeli olarak var olduğu gerçeği, emek gücünün radikal dönüşümü varsayımıyla aşılamaz. Yazarlar, sonuçta, birbirleriyle sürekli mücadele içinde biri proletaryadan diğeri burjuvaziden kurulu bir sınıf mücadelesi modelini (Foucault’nun yaptığı gibi) kabul etmemektedirler. Yazarlara göre, artık dışsallaştırılamaz olan emperyal iktidar karşısında “çokluk” vardır. Çokluk, Negri ve Hardt’ın tarihsel özne olarak en çok vurguladıkları ama en az açıkladıkları şeydir. Bu yüzden, sol postyapısalcılığa yaptıkları atıfları veri kabul ederek, çokluğun, “hangi söylemsel çıkar varsayımına dayandığı önemsenmeden” dünyanın her yanına yayılmış emperyal iktidara karşı direnişler olarak yorumlanması yanlış olmayacaktır.
Yazarların eleştirilmesi gereken yanı, muhalefetlerini ilan ettikleri mevcut eşitsizlikçi ve tahakkümcü sistem karşısında değiştirici ve dönüştürücü öznelliğe ilişkin belirsiz ve şüpheli bir tutum takınmalarıdır. Çokluk kavramı ile karşılanmaya çalışılan fail, gerçekte, örneğin sınıflardan söz eden bir açıklama ile kıyaslandığında, bir yok- faildir. Marksizme yönelik eleştirilerindeki gerçek zayıflıkta burada yatmaktadır.
4. Tarihin bütünlüklü bir açıklamasının toplum bilimlerinin kaçamayacağı bir görev olduğu kesinse de bu açıklamanın, mevcut toplumsal ilişkileri görünmez kılan bir ideolojik örtü haline dönüşmemesi gerekir. İmparatorluk’un daha önce tartıştığımız hem teorik hem de siyasi muğlaklıklarını göz önüne aldığımızda, Petras’ın İmparatorluk’a dair şu saptamasına katılmamak bizim için mümkün değil: “İmparatorluk, küreselleşme, postmodernizm, post Marksizm, tarih sonrası hakkında -hepsi ekonomik ve tarihsel gerçekleri ciddi olarak çiğneyen bir dizi temelsiz argüman ve varsayımla bir araya getirilmiş- entelektüel saçmalığın kapsamlı bir sentezidir. İmparatorluk’un postemperyalizm tezi yeni değildir; kaldı ki ne büyük bir teoridir ne de gerçek dünya hakkında bir açıklayıcılığa sahiptir. Daha ziyade, eleştirel zekâdan yoksun, kelime egzersizinden ibarettir” (2001: 173).
5. Keza, bir devrimci eylem çağrısının her zaman devrimci sonuçlarla nihayete ermeyeceği tarihsel bir gerçektir. Yazarların önerdikleri modelin sınırları, yazarların çağrısının yeni dönemin reformizmi olarak nasıl şekilleneceğini açıkça gösteriyor. “İmparatorluğa” karşı direnişin talepleri, küresel yurttaşlık, toplumsal ücret hakkı ve yeniden sahiplenme hakkıdır. Bu taleplerin talep olarak (sonuncusu hariç, zira sonuncusu talep olarak da ayrıca tartışmalıdır) reddedilmesinin politik bir karşılığı bulunmuyor. Bu yüzden bunlarla talep olarak ilgilenmiyoruz. Ancak bu taleplerin ileri sürülebilme koşulu olarak “imparatorluk” varsayımını kabul etmek olanaksızdır.
6. Negri ve Hardt’ın “imparatorluk analizinin” yeni bir sol “modernleşme kuramı” olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği ucu açık bir sorudur.
7. “İmparatorluk” varsayımının bir diğer güçsüz yanı, ABD’ye yüklenen tarihsel işlevdir. ABD, “imparatorluğu” var kılan süper-güç ve örnek olsun, disiplinci ve endüstriyalist bir toplum olarak Japonya karşısında postmodern bir kontrol toplumu şeklinde öyle bir betimlenmektedir ki, bizzat bu betimlemenin kendisinin neden ABD politik düzeninin ve mevcut toplumsal ilişkilerinin bir yüceltilmesi diye okunmayacağı sorusu belirsiz kalmaktadır. Negri ve Hardt’ın böyle bir soruya devrimci politik tutumlarını yanıt olarak gösterecekleri muhakkaktır ve kabul edilmeli ki, bu bir yanıttır ama sorunun gücünü azaltmaz.
8. Burada uzun uzadıya analize tabi tutamayacağız: Dünyanın gündemini hâlâ işgal eden ve edecek olan “düşen uçaklar”la (11 Eylül) birlikte İmparatorluk’un temel tezi de çürümüş bulunuyor. Elbette, Negri ve Hardt’ın perspektifinden de bir yorum mümkündür; ama bu yorumun kaçamayacağı temel soru, emperyal hak olarak görünenin gerçekte tek kutuplu bir emperyalist hegemonyadan gerçek bir fark içerip içermediğidir.
Kanaatimizce, Hardt ve Negri’nin emperyalizmin aşıldığına ilişkin varsayımları bu eylem ile çöktü. Çünkü Bin Ladin pentagonu tetragon haline getirdiyse “imparatorluğun” bir merkezi olduğunu düşünüyordu. Yoksa buna benzer eylemleri, yine emperyal iktidara karşı olmak üzere, kendi coğrafyasında ya da bu coğrafyaya yakın yerlerde yapması gerekirdi. Fakat, bu varsayımı çökerten Bin Ladin değil Bush oldu, herkesi Amerikan ulusal çıkarları için savaşa çağırdı, küresel hak adına değil! Varsayılan imparatorluğun merkezinde, ABD’de bile ulusal çıkarlardan bu kadar çok söz edilirken, emperyalizmin dışsallaştırılamamasından (çünkü “imparatorlukta” dışsallaştırılabilir bir şey yoktur) söz etmek, açık ki, düşmanı görünmez kılmaktan başka bir şey değildir.
9. Sonuç olarak Negri ve Hardt, birçok antikapitalist gibi, kapitalizmin artık aşılması gerektiğine dair samimi inançlarını bizimle paylaşıyor ve hatta bunun için bazı yeni veriler de sunmaya çalışıyorlar. Ancak bundan bir yeni ‘68’den daha fazla ne çıkabilir? ‘68, artık kabul etmeliyiz ki, yeni solun devrimci eylemi fetişleştiren reformizmi olarak yaşandı. Denilebilir ki, Negri ve Hardt’ın politik projesinden nihai olarak elimizde kalacak olan, yeni solun eylemi fetişleştiren reformizminden başka bir şey olmayacak. Bunun, bir fars olmaması için ise, yazarlara iman ve dua bir yol.
Elbette, duadan fazlası da mümkün. Yazarların dediğine göre “imparatorluk” ou-topia’dır, yani olmayan-yer. Yani ütopya mevcut dünyada olmayan bir yerdir. İlginçtir ütopyanın Eski Yunanca’daki kökenidir ou-topia. Bu anlamda “imparatorluk”, İmparatorluk yazarlarının ütopyasıdır; gerçek dünyada ise maalesef hâlâ emperyalizm var. Dar anlamıyla “metafiziğin” çalışma biçimlerinden birisi gerçekte olmayan bir şeyin var olduğunu savlamaksa eğer, İmparatorluk bunu layıkıyla yapar, “devrimcilik” adına ve oldukça safdil bir iyimserlikle! Tarihsel materyalizm ise gerçekler ve gerçekleştirilebilir olanlar ile coşkusunu yitirmeyen bir soğukkanlılıkla gerçekçi bir şekilde uğraşır; günün modasına uyup dünyayı estetize ederek “hayaletler”le değil. Keşke yazarların ütopyası gerçekleşmiş olsaydı: Dünya küreselleştikçe güzelleşecekti, eğer emperyalizm olmasaydı… Peki bu tablo karşısında biz ne diyoruz? Küreselleşme reformizmini politik olarak tanımlamak ve onu rakip görmeden karşısına bir kez daha Komünist Manifesto ile çıkmak: “Yeni bir ‘68 hayaldir, Komünizm ise gerçek bir olanak!”
Mustafa Bayram Mısır
Hukukçu ve siyaset bilimci. Praksis Dergisi Yayın Kurulu Üyesi. Yayınlanmış kitapları arasında, Anayasal Tasarımın Demokratik Teorisine Giriş; Devlete Karşı Kamu Hukuku; Kapitalist Devlet; Modernizm, Postmodernizm ve Sol(Ecehan Balta ile); Tarihsel Seyri İçinde ÖDP: Solun Yakın Kısa Tarihi Üzerine; Demokrasiye Eleştirel Bakışlar; Demode Denemeler bulunuyor. Devlete Karşı Kamu Hukuku, Türkiye Barolar Birliği'nin "Halit Çelenk Akademik Araştırmaları Destek Ödülü"ne layık görülmüştür. Çalışmalarına, Ankara Barosu'na kayıtlı avukat olarak devam ediyor.
Yazıyla ilgili yorumlar
Yorumlara kapalıdır