“Cumhuriyet’in 100. Yıldönümü sürecinin bu kadar sönük geçmesi beni çok üzüyor” dedi programdaki kırmızı tayyörlü şık kadın. Moderatör “neden böyle olduğunu hepimiz biliyoruz” dedi. Salondan gelen alkışlı reaksiyondan sonra, moderator “ama bu memleketin sanatçıları 100. Yılla ilgili üretimler yapmaya devam ediyor. Aramızda Norm Ender ve ekibi var. Bir 100. Yıl marşı da onlar yapmış. Şimdi onu dinliyoruz” dedi ve marş başladı. Marşta Cumhuriyetin, getirdiklerine, götürdüklerine, faydalarına dair pek de bir şey duymayınca, 20 yılı AKP’yle, ondan önceki 20 yılı cunta ve kirli savaşla geçen bu şeyin kutlanacak bir tarafını kendisine Türk diyenlerin de bulamadığını düşündüm. Norm Ender ve ekibi darbeler ve savaşlar karşısında sırtı yere gelmeyen, esarete düşman bir millet tablosu resmetmeye çalıştığında yinelemek gerekiyor: Acaba marşlarında Mustafa Kemal yerine Tayyip Erdoğan’ı koyduğumuzda bir anlam uyuşmazlığı olacak mı?
BUGÜNKÜ “CUMHURİYET”İ YARATAN SÜREÇ TARTIŞMASI
Elbette, Cumhuriyet’in laiklik, kentsel kamusal alanlarda gündelik hayatın modernleştirilmesi, sekülerleştirilmesi, ulema sınıfının bastırılması, medeni haklar, kadın hakları, saltanat ve hilafetin kaldırılması gibi gururla anlatılacak yanları olduğunu reddecek değilim. Bu marştaki tutukluk ve sığlığın önemli bir nedeni, Cumhuriyetin başarılarının İslamcı bir otokratın yönettiği günümüz Türkiyesinde anlatılamayacak kadar bastırılmış, zayıflatılmış, siyaseten tasfiye edilmiş olmasıdır. Peki bu nedenin nedeni nedir? Cumhuriyetin hangi açılardan 100. Yılı gördüğü, hangi açılardan sönümlendiği tartışmasına girmek de artık geçmişte kalmış Kemalist-devletçi-milliyetçi ve İslamcı-liberal kamplar zemininde biçimlenen bir tartışma evrenine dönmek anlamına gelebilir. Elimizde kalan ve Cumhuriyeti kuranların eski düzen yanlısı anlamında mürteci veya irticacı dediği kesimlerin el koyduğu bugünün eğreti Cumhuriyeti’ni yaratan ekonomi-politik faktör-dinamik-çatışmaları 12 Mart 1971 Askeri muhtırasından başlayan 50 küsur yıldır devam eden faşizan karşı-devrimci sürecin tarihselliği içinde konuşmak en isabetli tutum olacakmış gibi görünüyor.
Sol Kemalist anlatı bu süreci 1950’deki Demokrat Parti iktidarıyla, bu süreçteki Türkiye’nin NATO’ya üye olmasıyla başlatır. Devrimci Marksistlerse, Cumhuriyetin ifade ettiği kapitalist modernleşme projesinin sonraki süreçlerde nefessiz kalmasında, anti-komünizm ve anti-Kürtçülük doğum lekesiyle dünyaya gelişinin rolüne vurgu yapar. İkisinin de bugünkü realitede önemli payları var. Fakat elbette, birincideki faktörü doğuranın ikincide ifade edilen doğum lekesi olduğunu söyleyen Marksist önermenin arkasındayım. Bununla birlikte Cumhuriyet tartışmalarında 1970’lerin başlarından beri süren karşı-devrimci sürecin hakkıyla ele alınmadığını düşünüyorum. Tarihçilerden ziyade, siyasetçiler ve belki siyaset sosyologlarının konusu olduğu ve tabii halen pek çok insan nazarında hatırası sıcak olan bir yakın geçmiş olduğu için bu on yıllar öylece geçiliyor. 1960’ların sonlarında siyaset sahnesine ilk çıktıklarında gerileyen köylülük ve küçük-orta burjuva kesimlerin temsilcisi gözüyle bakılan aktörlerin, nasıl olup da bugün karşımızda duran derme-çatma, yüzeyselleşmiş eğreti Cumhuriyetin sahipleri konumuna geldikleri sorusunun yanıtını bir kez daha vermenin, emekçi halk sınıflarının Cumhuriyetinin savunulması açısından önemli olduğu kanaatindeyim.
“MÜRTECİLER”İN CUMHURİYETİNİN ARKA PLANI
Geniş yoksul küçük köylü-emekçi kesimleri kendi programının arkasında seferber etmekten öcü gibi korkan tepeden otoriter burjuva devrimcileri, 1950-1960 arasındaki DP iktidarını devirdikten sonra kısa süreliğine yüzünü halk sınıflarına döndüler. Bu kısa süreli dönüş, Kemalist modernleşme projesini popüleştirirken, Cumhuriyet de 1960’larda hızlı sanayileşme-kentleşmeye eşlik eden kır ve kent emekçilerinin büyüyen milli gelirden daha fazla pay istediği, sosyal adalet özgürlük taleplerini yükselttiği bir demokratikleşme aralığı yakalamıştı. Fakat tekelci sermaye ve ABD emperyalizmi ordu eliyle 1970’lerin başında, ekonomik gelişmenin önüne geçen sosyal uyanışı bastırmak amacıyla, yani tekelci kapitalizmin emekçi sınıflar ve diğer mülk sahibi sınıflar üzerindeki egemenliğinin sağlanması ile emekçi sınıfların hak ve özgürlük taleplerinin bastırılması için 12 Mart Askeri muhtırasıyla simgelenen karşı devrimci bir süreç başlattı. Halkçı eğilimler sergileyen Kemalist bürokrasi ve entelijensiya hizaya sokuldu. Devrimci gençlik hareketinden çıkan kadroların kahramanlıklarıyla sınıfın mücadeleci kadrolarının, öğretmenlerin örgütçülükleri sayesinde bu saldırı kısmen püskürtülmüş olsa da 1 Mayıs 1977’deki Taksim katliamından başlayarak, bizzat devlet (MGK) ve emperyalizm (NATO) tarafından kollanan faşist partiye bağlı çeteler tarafından gerçekleştirilen katliam ve suikastlerle bir kirli savaş süreci yürütüldü. Bu savaşın siyasi ayağını da büyük sermayenin Adalet Partisi-AP, büyük toprak ağalarının faşist partisi Milliyeçi Hareket Partisi-MHP ve Anadolu’nun küçük ve ortaboy işletmecilerini temsil etme iddiasındaki İslamcı muhafazakar parti Milli Selamet Partisi’nin Milliyetçi Cephe hükümetleri oluşturdu. Kirli savaş sürecinin bir noktasında da 12 Eylül 1980 askeri darbesi yaşandı. Darbeden bu yana geçen 43 yılın, 22’sinde çoğu zaman kendisine milliyetçi-otoriter devletçi diyebileceğimiz Askeri Cunta, kirli savaş, 28 Şubat Askeri Muhtırası hükümetleri varken, geri kalan 21 yılda da ılımlı İslamcı diye iktidara gelip, konumunu İslamcı milliyetçi söylemli despotik bir rejimle koruyan AKP-Erdoğan dönemini yaşadık. Dolayısıyla bu tarihsellikten temel yurttaşlık haklarının korunduğu, kadın haklarına saygılı, seküler, demokratik bir cumhuriyetin çıkması zaten mümkün değildi.
Sonuç itibariyle, Kemalist otoriter milliyetçiliği sürdürmeyi savunanların iktidarları koşullarında ülkede yaşanan sosyal ekonomik sorunların üstüne örtülecek bir şal olarak kullanılagelmiş Cumhuriyet coşkusunun bu yılki sönüklüğü, Kemalizmin zor aygıtlarını yağlamak ve onun işleyişine toplumdan rıza üretmek anlamlarında ideolojik kültürel hegemonyasını büsbütün yitirmiş olmasıyla ilişkilidir. İslamcı siyasetin eski Kemalist hegemonyanın yerine, 2015 sonrasında hendek savaşları, kitle katliamlarıyla yarattığı kaos ortamı yanı sıra 15 Temmuz darbe girişimi, OHAL rejimiyle devlet aygıtının mutlak kontrolü, muhalefetin çeşitli baskı sindirme yöntemleriyle pasifize edilmesi sayesinde kurabildiği dinci-milliyetçi neoliberal despotluk, Mayıs 2023 sonrası Türkiyesi’nde kendisini toplumun yoksul emekçilerinden devletin tüm katlarına kadar uzanan hegemonik bir kuvvet olarak örgütlemiş durumdadır. Bu noktada son umut olan Mayıs 2023 seçimlerinden saray rejiminin zaferle çıktığı ilanını muhalefetin de kabul etmesi, görmek isteyen gözlere, duymak isteyen kulaklara, Cumhuriyete dair geçmişten devralınacak, canlandırılacak bir şey kalmadığını anlatıyor. Aynı zamanda Cumhuriyeti halkçı bir zeminde inşa etmek için halk egemenliği, insan hakları, yasalar-devlet önünde eşitlik gibi evrensel idealleri kucaklayarak egaliberter bir gelecek için mücadeleleri yükseltmemiz gerektiğini anlatıyor.
“TÜRKİYE YÜZYILI” VERSUS “CUMHURİYET”
Rejimin bu 100 yıl dönümüne verdiği “Türkiye Yüzyılı” ismi de Cumhuriyet’in ilanının kutlanmasından ziyade, onun aşıldığı yepyeni bir devrin başlangıcının duyurulmasına işaret ediyor. Mevcut rejimin propaganda bakanlığı olduğu üzerine genel bir uzlaşı bulunan İletişim Başkanlığı’nın videosunda verilen mesaj da aynen şöyle: R. Tayyip Erdoğan liderliğinde girdiğimiz Türkiye Yüzyılı, Cumhuriyet kuranların “her şey güzel olacak” diye başlayıp da sonrasında başaramadıklarını başarıyor ve başaracak.
Cumhuriyetin hemen öncesinde “Batının tekniğini alalım ama harsını almayalım” diyen Ziya Gökalp’in yaklaşımını, dinci milliyetçi bir sınai kalkınma söylemiyle siyaset sahnesine taşıyan Necmettin Erbakan’ın öğrencileri, tekelci kapitalizm ve Batı emperyalist blokuyla uzlaşarak korudukları 22 yıllık tek başına iktidarlarının sonunda istediklerini “başardılar”. Bu başarının sonunda ülke belki bir şeriat rejimiyle yönetilmiyor fakat İslamcıların devlette ve toplumda sarsılmaz bir hakimiyete sahip olduğu bir rejim inşa edildi.
Günümüzün Kemalistlerine bir soruyla sözlerimi bitirmek istiyorum: yazının başında Norm Ender ve ekibinin marşına yaptığımız, Atatürk yerine Erdoğan koyma biçimindeki isim değişikliğini 10. Yıl marşına uygulasak çok şey değişir mi?
Ali Ekber Doğan
ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü mezunu olan Ali Ekber Doğan, Ankara Üniversitesi SBF Kentleşme kürsüsünde doktorasını yaptı. “Eğreti Kamusallık”, “Birikimin Hamalları" ve "Tarih Sınıflar ve Kent: Sevilay Kaygalak'a Armağan” (Derleme) başlıklı kitapları bulunmaktadır. Mersin Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü'nde öğretim üyesiyken, ”Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriye imza attığı gerekçesiyle Aralık 2016’da sözleşmesi yenilenmeyerek işten çıkarılan Doğan, Nisan 2017'de çıkartılan KHK'yle de kamu görevinden ihraç edildi. Praksis Dergisi Yayın Kurulu üyesi ve Praksis Güncel editörlerinden Doğan, yazarlık faaliyetleriyle uğraşıyor.