Suriye’de yaklaşık olarak 14 yıldır süren iç savaşın, 8 Aralık’ta Hey’et Tahrir el-Şam (HTŞ) öncülüğündeki Baas rejimi karşıtı silahlı örgütlerin başkent Şam’a girmesiyle şimdilik sona ermesinin yankıları sürüyor. HTŞ selefi cihatçı geçmişini Batı destekli bir ‘rebranding’ (yeniden markalama) egzersiziyle revize etmeye çalışırken, Suriye’de kimin kazanıp kimin kaybettiği ve bunun Suriye’nin geleceğine, bölgesel ve uluslararası güç dengelerine etkisi hararetli bir şekilde – Türkiye’de, Batı’da ve Arap coğrafyasında – tartışılmaya devam ediyor. Tahmin edilebileceği üzere ana akım analizler büyük oranda devlet merkezli. Bu durum, bu kadar karmaşık ve çetrefilli bir çatışmayı anlaşılır kılmak için bir noktaya kadar kaçınılmaz olsa da, eleştirel politik iktisat ve eleştirel jeopolitiğin süzgecinden geçirilmeden yapılan analizlerin sınırlılıklarının altının çizilmesi gerekiyor. Bu perspektifle, bu kısa yazıda Suriye’de 27 Kasım’da başlayan ve ‘Türkiye’nin/AKP’nin Zaferi’ olarak tarif edilen süreci hem ciddiye alan hem de eleştirel bir sorgulamaya tabi tutan bir analiz sunmaya çalışacağım.
Suriye iç savaşının kökenleri Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan, otoriter-neoliberal ve tepeden tırnağa yolsuzluğa batmış Arap rejimlerini hedef alan halk isyanlarında yatıyor. Tunus ve Mısır’da kısa sürede Bin Ali ve Mübarek’in devrilmesiyle sonuçlanan bu halk ayaklanmalarının başlangıçtaki talebi ‘ekmek, özgürlük, ve sosyal adalet’ti. Libya’daki süreç daha kanlıydı ve gerekli yerlerde rejim değişikliği için kullanılmak üzere 2000lerin başında geliştirilen ‘Koruma Sorumluluğu’ (Responsibility to Protect – R2P) doktrini çerçevesinde NATO tarafından Kaddafi rejimi sona erdirildi. Tüm bu süreç, Türkiye’de Ahmet Davutoğlu’nun başını çektiği dış politika yapıcıları ve genel olarak AKP liderliğini heyecanlandırmış, altüst olan Arap coğrafyasına model (kendince tanımlanmış bir ‘demokrasi-Ilımlı İslam-serbest piyasa ekonomisi’ triosu) ihraç etme heveslerini kabartmıştı. O dönem başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan, 280 kişilik bir sermayedar grubuyla 2011 yılının Eylül ayında bu üç ülkeyi art arda ziyaret etmişti. Mısır ve Tunus’ta Müslüman Kardeşlerin seçim zaferleri AKP’nin kendine olan güvenini daha da artırmış ve bölgeyi şekillendirme ve liderlik etme heveslerini kamçılamıştı. Ancak bu arada, Türkiye bölgeyi şekillendirmeye çalışan diğer bölgesel ve uluslararası emperyalist inisiyatiflerden de uzak durmuyordu. Bu ülkelere milyarlarca dolarlık yardım/kredi karşılığında onların küresel kapitalizmle neoliberal eklemlenme biçiminden bir kopuş olmamasını garanti altına almaya çalışan G8 öncülüğündeki ‘Geçiş Sürecindeki Arap Ülkeleriyle Deauville Ortaklığı’nın paydaşlarından biri de Türkiyeydi.
Suriye’deki Baas rejimi diğer rejimlerle kıyaslandığında tarihsel olarak daha devletçi olsa da ve neoliberal reformlar konusunda daha yavaş davransa da, 2000lerin başında Esad’ın bu yöndeki adımlarının, diğer başka ideolojik motivasyonların yanısıra, geniş halk kesimlerinin ayaklanmasında önemli bir yere sahip olduğu ileri sürülebilir. Ancak Suriye’deki isyan dinamikleri çok daha farklı ilerlemişti. Öncelikle, Soğuk Savaş sonrası tek kutuplu ve ABD hegemonyasındaki dünya düzeninden rahatsızlığını 2000lerin başından bu yana çeşitli vesilerle hissettiren Rusya, İran, Çin gibi güçler (Libya’da biraz da oldu bittiye getirilen rejim değişikliğinin etkisiyle) Suriye’de çok daha aktif bir rol oynadı ve Şam’ı askeri, diplomatik, ve ekonomik olarak destekledi. 2010’ların ortalarına doğru ise, Körfez ülkeleri (özellikle Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri) ideolojik olarak rakip gördükleri, bölgeyi terörize edip istikrarsızlaştırdığını öne sürdükleri Müslüman Kardeşler karşıtı pozisyona radikal bir biçimde yöneldi. Bu şartlar altında Türkiye bir süre daha Katar’la birlikte bölgede Müslüman Kardeşleri ve Suriye’de İslamcı muhalif grupları desteklemekten geri durmasa da, 2020’lerin başına geldiğimizde bu pozisyonu ve rejim değişikliği hedefini – en azından açık bir şekilde – sürdürmek neredeyse imkansız hale gelmişti. Katar 2017 Körfez İşbirliği Örgütü diplomatik krizi olarak bilinen süreçle çevrelenmiş, Türkiye ise 2018’den itibaren içine girdiği ‘bağımlı finansallaşma’ krizi sonucunda körfezle ilişkilerini düzeltip sıcak para ve yatırım çekme işine koyulmuştu. Türkiye Suriye’de halen aktifti; ancak 2015 Haziran-Kasım seçimleri süreci ve 2016 Gülenci darbe girişimi sonrasındaki milliyetçi-güvenlikleştirilmişatmosfer içerisinde Suriye’de Rusya ve İran ile daha fazla eşgüdümlü bir şekilde hareket edip, odağını Suriye’nin kuzeyindeki Kürt otonom bölgelerine yöneltmişti. Bir dizi operasyonla, IŞİD karşıtı mücadelede ABD tarafından desteklenen Suriye Demokratik Güçleri (SDG) hedef alındı. ABD’nin çeşitli kaygıları olsa da, o dönemki ABD başkanı Trump’ın Suriye’deki desteğini çekmesiyle Türkiye’nin hareket alanı genişlemişti.
Çok yakın bir zamana kadar, Suriye’de rejim değişikliği imkansız görünüyor, Beşar Esad bölgesel bir ‘normalleşme’ sürecinin bir parçası olarak yeniden meşru bir aktör olarak görülüyor ve diplomatik izolasyondan kurtulma sürecine giriyordu. Kendisi lehine değişen bu dinamiklerin de etkisiyle, Türkiye’nin Suriye’deki varlığı sürdükçe Türkiye ile herhangi bir diyalog sürecine girmeyeceğini de vurguluyordu. Türkiye’nin rejim değişikliği hedefinin 2020lerin başı itibariyle artık dillendirilmediğini ancak Suriye’deki silahlı muhalif güçleri doğrudan ya da dolaylı olarak desteklemeye devam ettiğini yukarıda belirtmiştim. Detaylarını şu an tam olarak bilmek mümkün olmasa da, bunun zamanla HTŞ ile stratejik bir işbirliğini ve örgütü ‘ehlileştirmeyi’ de içerdiği anlaşılıyor. HTŞ ve diğer silahlı muhalif gruplar güçlenirken, Batı yaptırımları, ekonomik ve sosyal çöküntü, yolsuzluk Baas rejimininin geri kalan toplumsal desteğini de eritmiş ve askeri açıdan daha güçsüz bir konuma itmişti. Suriye dışındaki gelişmelere baktığımızda, 7 Ekim 2023’teki Hamas saldırıları sonrasında Filistin davasını kesin bir şekilde yenilgiye uğratmak için Gazze’de soykırımcı bir savaş yürüten İsrail, bölgesel olarak da İran’ı ve vekillerini zayıflatmıştı. Diğer yandan, İran’ın son zamanlarda Körfez ülkeleriyle normalleşme adımları atan Esad’a muhtemelen daha fazla şüpheyle yaklaştığını ve daha gönülsüz davrandığını da ileri sürmek mümkün. Rusya’nın da askeri odağının Ukrayna’ya kaydığı ve sahadaki hızlı geri çekilişlerin de etkisiyle Esad’a beklenen desteği vermediği/veremediği bir süreçte 12 günlük kısa bir süre içerisinde Şam düştü ve HTŞ öncülüğündeki grupların kontrolü altına girdi.
Tüm bu sürecin sonunda Suriye’nin ve Suriye halkının geleceği ile ilgili olarak umutlu olmak oldukça zor. Şam’ın HTŞ öncülüğündeki yeni yönetiminin endişe verici yönelimlerinin yanı sıra, bölgesel ve uluslararası emperyalist güçlerin ülkenin yeniden yapılandırılmasına sağlayacağı katkıların herhangi bir şekilde ilerici olmayacağı aşikar. Şam’daki yeni iktidarın ‘serbest piyasa ekonomisi’ ve ‘küresel ekonomiye entegrasyon’ söylemi ise bu güçlerin ve onların hakim sınıflarının iştahını daha da kabartıyor. İsrail’in genişleyen işgali, Kürtler dahil olmak üzere azınlıkların ve kadınların konumu ve geleceği önemli meseleler olarak karşımızda duracak yeni dönemde. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Aralık 2010’da başlayan halk ayaklanmalarının ortaya çıkardığı iyimser ve umut dolu iklim uzunca bir süredir eşitsizliğin, çeşitli otoriterlik biçimlerinin ve gericiliğin, baskıcı emek rejimlerinin pekiştirildiği bir umutsuzluk iklimine dönüştü. AKP iktidarının bu süreçteki payı da azımsanmayacak bir boyutta.
Son olarak, tüm bu olan bitenleri Türkiye’nin bölgesel ve küresel ekonomi politikteki konumu ve bir süredir devam eden ‘eksen kayması’ tartışmaları bağlamında değerlendirmek gerekir. Süregiden tüm çelişkilere rağmen, bu süreç Türkiye’nin önemli bir NATO ülkesi olarak küresel kapitalizmde Batının çıkarları hilafına, ‘anti-emperyalist’ bir dış politika sürdürmediğini bir kez daha kanıtladı. Ancak, zaman zaman muhalif ve sol çevrelerde de görülen, AKP liderliğindeki Türkiye’deki hakim/yönetici sınıfın dış politika hamlelerine küçümseyici bir perspektifle yaklaşmanın çok faydalı olmadığı da bir gerçek. Son 15 yıllık süreçte ekonomik, politik, ve askeri ‘ayak izini’ hem çeşitli çatışma sahalarında, hem de Küresel Güney’de genişletebilmiş Türkiye ciddiye alınması gereken bir bölgesel kapitalist güç. Ancak daha önce görülen ve bir kısmı süregiden kırılganlıkların ve bunların yol açtığı zikzakların yeni dönemde de görülebileceğini not etmek gerekli; ki bu çok daha temkinli bir bölgesel stratejiye neden olabilir. Bölgede özellikle Körfezde bulunan güçlerin ve onların hakim sınıflarının vizyonlarının ve HTŞ’nin onlara şimdilik olumlu yaklaşımının, ayrıca Batı-NATO çıkarlarının çizeceği sınırların da altını çizmek gerekli.
Bu yazının farklı bir versiyonu Socialist Project sitesinde 16 Aralık’ta yayınlanmış ve yazar tarafından revize edilmiştir.