Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

“Tütün Emekçileri” (*)

Bu içeriği paylaş:

Muzaffer Karan’ın 1965’te yazdığı “Tütün Emekçileri” başlıklı öykü, tütün üreticilerinin emeklerinin nasıl gasp edildiğini duyarlı bir milletvekilinin gözünden anlatması bakımından oldukça değerli. 1965 seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi’nden Denizli milletvekili seçilen Karan, TEKEL’in eksperleri ile uluslararası tütün tekelleri arasındaki işbirliği sonucunda tütün emekçilerinin nasıl çaresizliğe mahkum edildiğini etkileyici bir öyküyle ortaya koyuyor. Bu eser, günümüzde uluslararası sermayenin çıkarları doğrultusunda bütüncül bir yapıdan uzaklaşıp “rekabetçi” bir ürün sistemine indirgenmiş olan Türkiye tarımının evrimi hakkında önemli ipuçları sunuyor. Muzaffer Karan’ın Türkiye tarımının önemli bir dönemini aydınlatan değerli öyküsünü, ilk kez Praksis Güncel’de yayımlıyoruz.

***

Sergilere dizilerek kurutulan tütünleri çoktan indirmişlerdi. Yaprakları birer birer özenle gözden geçirerek ayıkladılar. Sonra desteleri telizlere doldurarak avluya taşıdılar. Bir yıllık emeklerinin karşılığını gururla, kıvançla seyrediyorlardı. Artık bunları tez elden ilçedeki Tekel’cilere iletmek gerekiyordu.

O gece hiç uyumadılar. Bir yandan tütün balyalarını arabalara taşıyarak yükleme işlerine yardım ediyor, bir yandan da ısmarladıkları öteberilerin adlarını bağıra, çağıra yineleyip duruyorlardı:

Ali’nin karısı: “Peşkirlernen sabunları unutma Ali”

Ali’nin oğlu: “Babam bana da çakı alacak.”

Ali’nin kızı: “Bana acar pabuç alacan değil mi baba?”

Veli’nin kızı: “Benim fistanlık kumaşı unutmayasın diye, sigara paketinin üstüne kara boya çaldım. İçerkene görürsün.”

Veli’nin karısı: “Gazın tükendiğini biliyorsun. Şekerleri çayı da unutmayasın ha!”

Konuşmalar birbirine karışıyor, daha bir sürü şeyler ısmarlıyorlardı. Bıkıp usanmadan bunları yineliye yineliye yükleme işlerini tamamladılar. Ali ile Veli, bir de Ali’nin oğlu Hasan’ı, şose sapağına değin uğurladılar. Hayırlı yolculuklar, hayırlı işler dilediler. Arkalarından el salladılar.

İki kardeş babalarından kalan tarlayı eşit olarak bölüşmüşler, tütün üreterek geçimlerini sağlıyorlardı. Bundan gayri bir gelirleri yoktu. Az topraklı oldukları için yaz-kış, gece-gündüz demeden, çoluk-çocuk birlikte tarlayı işleyerek sürekli çalışmak zorunluğunda kalıyorlardı. Tütünden elde ettikleri gelir, geçimlerini kıtı kıtına karşılayabiliyordu. Borca girdikleri yıllar da oluyordu.

O yıl havalar oldukça iyi geçmiş, verimli bir ürün kaldırmışlardı. Geçen yıla oranla iki balya kadar fazlaları bile vardı. Yıllık geçim gereksinmelerini sağladıktan gayri, elde avuçta biraz da paraları kalmış olacaktı. Baş başa vererek birçok kez bunun hesabını yapmışlardı. Evet, bu yıl durumları daha iyi sayılırdı. Bu nedenle çoluk çocuğun yüzü gülüyordu. Onlar yola koyulurken aile yuvaları şenlik içinde idi.

Sıkı bir yürüyüşle ancak iki buçuk saatte ilçeye varabildiler. Tekel’cilere kayıt olurken, sırada ön almak istiyorlardı. Ama, taş çatlasa bundan daha ivedi gelinemezdi. Henüz sabahın körü sayılırdı. Gece ayaza kesmiş, kırağı yağmıştı. Koşum hayvanları soluk soluğa kalmışlar, burunlarından baca gibi dumanlar tütüyordu. İlçeden köpek sesleri geliyor, şurada, burada dolaşan karaltılar seçilebiliyordu. Demek, daha önce gelenler de vardı. Bunlar, yüklerini çoktan yıkmışlar, kimileri kahvelere doluşmuş, kimileri de birbirleri ile yarenlik ederek aylak aylak dolaşıyorlardı. Ali ile Veli de hiç vakit yitirmeden arabalarını sürerek gözlerine kestirdikleri uygun bir yer kaptılar. Her taraf yüklerle ve arabalarla dolmuştu. Biraz daha gecikmiş olsalardı, bu yeri de bulamayacak, ilçe merkezine uzak düşeceklerdi. Hayvanları çözüp, malları Hasan’a emanet ederken, Tekel’cilerin oraya doğru seğirttiler.

Binanın önü ana baba günüydü. Hemen sıraya girdiler. Bir süre beklediler. Neyse ki adlarını yazdırırken bir zorluk çıkmadı. Çünkü, daha önceleri, tütün uzmanları tüm köyleri gezerek, ürünleri yerlerinde görmüş, değerlendirmiş ve gerekli belgeleri düzenlemişlerdi. Bunları gösterdiler. Tütünlerinin teslime hazır olduğunu bildirdiler. Olumlu yanıt alarak kayıtlarını yaptırdılar ve binadan ayrıldılar.

İki kardeş çizelgede alt alta sıralanmışlardı. Daha önce gelenler, üst sıralarda ön almışlardı. Kendileri de ortalarda sayılırlardı. Henüz kaydını yaptırmamış olanlar da vardı. Bu nedenle durumları oldukça iyi idi. O gün tütünlerini teslim ederek, pılıyı pırtıyı toparlayıp, alış-veriş işlerini de gördükten sonra, köye dönebileceklerini umuyorlardı. Boş arabalar daha hızlı giderdi.

Tekel’ciler dün akşam gelmişler, alım hazırlıklarını tamamlamışlar, kayıt işlemlerini sürdürüyorlardı. Bu işlerin erken başlamış olmasına iki kardeş çok sevindiler. İşte artık emeklerinin karşılığını alacakları gün de gelmişti. Bir yıl boyunca geceli, gündüzlü çalışmalarının tüm yorgunluğunu üzerlerinden atmış görünüyorlardı. Mutlulukları, güleç yüzlerinden okunuyordu. Yakın bir yere çökerek birer sigara yaktılar. Binaya girip çıkanları izlerken söyleşiye daldılar:

Ali: “İyi ki tüm gece çalışmışız. Çoluk çocuk da yoruldu ama, buraya ivedi gelmiş olduk. Yoksa çok gerilere kalırdık. Bak bizden sonra kaç kişi girip çıktı, yine de kayıt işleri bitmedi” dedi. Veli bir şeyler söylemek isterken, Ali: “Bak, telâşemizden Hasan’ı da unuttuk yahu! Hele bir yol oraya var da durumumuzu anlat. Bir yere ayrılmasın. Malları, hayvanları da yoklamayı unutma” diyerek sözlerini sürdürdü. Veli: “Meraklanma ağa” diye yanıt vererek hemen kalktı, Hasan’a doğru seğirtti.

Hasan koşumları çoktan çözmüş, hayvanların terlerini almış, çullarını örtmüş, yem torbalarını takmış ve arabalardan birinin kenarına ilişerek çevreyi seyre dalmıştı. Amcasını görünce dikeldi. Soran gözlerle baktı. Veli: “Tekel’ciye kayıt olduk. Sıramızı aldık. Ortalarda sayılırız. Durumumuz iyidir. Hayırlısıyla işimiz tez biter Hasan” dedi. Sonra bir yere ayrılmamasını, malları hayvanları kollamasını öğütledi. Bir kez de kendi gözleri ile her şeyi denetleyerek Ali’nin yanına dönüp tekmil verdi.

İki kardeş göz, kulak kesilmişler, Tekel’cilerin binasını izliyor ve adlarının okunmasını bekliyorlardı. Önde olan bir sürü kişi sıralarını savmışlardı. Nerede ise onları da çağıracaklardı. Artık paralar cepte sayılırdı. Birer sigara daha yaktılar. Çoluk çocuğa alacakları öteberiyi bir kez daha anımsamaya daldılar.

Denizli ilinde en iyi içimli tütün Tavas ilçesi dolaylarında yetişir. Ora halkının deyişiyle “Davaz tütünü” ünlüdür. Tütün kampanyası süresince ilçe, en coşkulu günlerini yaşar. Alım-satım işleri birden kızışır. İlçeye para akar. Gezer-satar’ların ve esnafın yüzü güler. Tekel’ciler gelmeden günlerce önce, tütün emekçileri, ürünlerini ilçeye taşımaya başlarlar. Yüzlerce taşıt aracı yollara dizilir. Ürününü erken kaldırıp ilçeye tez varan ön almış olur. Köşe, bucak tütün balyaları ve taşıt araçları ile dolar. Yer kapma yüzünden kavgalar bile olur. İlçe birden kalabalıklaşır. Görünümü değişir. Dükkânlar çeşit çeşit göz alıcı mallarla bezenir. İncik boncuktan transistörlü radyolara varıncaya değin ne aranırsa bulunur. Soğuk havalarda kahveler dolar taşar. İğne atılsa yere düşmez. Oturacak yer kalmaz. Tüm iskemleler kiraya verilir. Tütün emekçileri günlerce bu iskemlelerde pinekleyerek Tekel’cilerin alım işlemlerine başlamalarını beklerler. Erken geldikleri için çizelgede ön almış olanlar ya da Tekel’cilerin gönlünü yaparak baş taraflara adlarını yazdırmış bulunanlar, o gün işlerini bitirebilirler. Geri kalanlar, daha günlerce yağmurda, soğukta nice uykusuz geceler geçirerek sıralarını beklemek zorunluluğunda kalırlar. İşler bu kadarla da bitmez. Kimi zaman çizelgenin baş taraflarında olduklarını gözleriyle gördüklerini söyleyenlerin adları, gerilerde okunabilir. Kimi zaman da bunun tersi olabilir. Kayıt sıralarını kim değiştirmiştir, ne için değiştirmiştir, bilinmez. Bu Ali-Cengiz oyununa kimse ses çıkaramaz. Sıkı ise çıkarsın. Devletin Tekel’i O’nu hemen bir kenara kakıverir. Devletin öteki eli de, görevli memurun işine engel olmak, karışıklık çıkarmak gibi suçlamalarla, anasından emdiği sütü burnundan getirir. Tütün emekçileri, bunun pek çok örneklerine tanık olmuşlardır. Tekel’ci oranın kralıdır. Kral ne derse o olur. En doğru davranış, etliye, sütlüye karışmamak, Tekel’cinin işine burnunu sokmadan koyun gibi beklemektir. Ne zamana değin, kaç gün, kaç gece beklenecektir? Bunun yanıtı yoktur. Bu süreyi, Tekel’cilerin tutum ve davranışları belirler. Çok çalıştıkları (!) için sık sık yorulurlar. Çaylar, kahveler, gazozlar, ayranlar gelir. Sigaralar tüttürülür. Keyiflerini buluncaya değin söyleşilerini sürdürürler. Derken öğle vakti yaklaşır. Eh, artık yemeği de hak etmişlerdir. Yemeğin ardından çaylar, kahveler, sigaralar yinelenir. Bir süre daha söyleşiye dalınır. Uzun sözün kısası, bu işler oldum olası hep böyle yürür. Öte yanda, kimi uykusuz, kimi aç, kimi yorgun, kimi de hastalanmış tütün emekçileri, canlarını dişlerine takarak bekleşirler dururlar.

Ancak ikinci gün akşama doğru Ali’nin adı okundu. Gün boyu kulağı kirişte bekliyordu. Ok gibi yerinden fırlaması ile Tekel’cilerin odasına dalması bir oldu. Veli de olduğu yerde dikeldi. Sırıtarak ağasını izliyordu. Hemen ardından O’nu da çağıracaklardı. Ne demişler: “Tekkeyi bekleyen çorbayı içermiş.” Şükür, artık O’nun da sırası gelmişti. Kapıya biraz daha yaklaştı. Kurulu bir yay gibi bekliyordu. Ağası kapıda görünürken fırladı. Ama hayret! Tekel’ciler başka bir ad okuyorlardı. Yüzde yüz yanlışlık yaparak O’nu atlamış olacaklardı. Adı okunan da kapıya seğirtiyordu. “Dur hele hemşerim, sıra bende, bir yanlışlık var” diyerek içeri dalmak üzere iken, ağası tarafından göğüslendi: “Zorlanma Veli, yanlışlık, manlışlık yok. Çizelgeyi imzalarken üç, dört kez benim adımın altında seninkini aradımsa da bulamadım. Tekel’ciye birlikte kaydolduğumuzu söyledim. Benden sonra kardeşimin adını yazmıştınız, aha şuracıkta idi dedim. O çizelgenin çoktan değiştiğini, alım kurallarına uygun yeni çizelge yapıldığını söylediler. Beklesin hele O’na da sıra gelir diyerek sertleştiler ve beni savdılar. Onun için boş yere içeri girmeye kalkışma. Sonra işler hepten kötüye gider. Mevlâ ne yazdıysa o olur. Ama biliyorsun, burada Tekel’cinin dediği olur.”

Veli taş kesilmişti. Bir şeyler söylemek istedi, söyleyemedi. Önce yüzü, gözü seğirmeye başladı, sonra ileri davranmak istedi. Ağası kolundan tuttu. Sarsarak iteledi ve eski yerlerine çökertti. Yatıştırıcı sözler söyledi. Öğütlerde bulundu. Artık olan olmuştu. En iyisi beklemekti.

Ad okumalar sürerken Veli’nin ağzını bıçak açmıyordu. O’nunki de ha okundu, ha okunacak diye kazık gibi yere çakılı kalmıştı. Su dökmeye bile gidemiyordu. Ne kadar beklediğini de düşünemez oldu artık… Derken hava kararmaya başladı. Bir süre sonra da Tekel’ciler, bu günlük alım işlemlerini durdurduklarını, ertesi sabah erkenden çalışmalarını sürdüreceklerini duyurdular. Emekçiler yavaş yavaş bulundukları yerlerden ayrılmaya başladılar. Ertesi günün umuduyla dolu bir gece daha geçireceklerdi.

Tekel’ciler isteseler rahatlıkla birkaç saat daha çalışabilirlerdi. Devlet daireleri çoktan paydos olmuştu ama, burası özel bir yerdi. En azından on emekçinin işini görerek onları bu perişanlıktan kurtarabilirlerdi. Hatta gece yarısına değin çalışsalar neleri eksilirdi? Yüzlerce tütün üreticisi ailenin, köylerde kocalarını, babalarını, oğullarını beklediklerini de biliyorlardı.

Aileler nice uykusuz geceler geçiriyorlardı. İşlerini çabuk bitirip köylerine dönen kimi tütün emekçileri, şimdilik iyi haberler getiriyorlardı. Ne var ki geçmiş yıllar, kötü anılarla dolu idi. Aile ocaklarının bir yıllık yaşantısı, ürünlerinin uygun fiyatlardan satışına bağlıydı. Kaç kez tefecilere, vurgunculara çarpılmışlardı. Bunların adamları yine köylerde kol geziyordu. Tekel’in saptadığı fiyattan ürünlerini satamazlarsa, yine bu adamların kucağına düşeceklerdi. Artık devlet babaya güvenleri kalmamıştı. Bu nedenlerle gece-gündüz gözleri yolda bekleşip duruyorlardı. Geceleri bir araba sesi, bir insan sesi duysalar, çoluk, çocuk soluğu dışarda alıyordu. Aile babası dönen evlerde bayram yapılıyordu. Ötekiler, boyunları bükük, kara kara düşüncelere dalıyorlardı.

Ali ile Veli Tekel’cilerin oradan ayrıldıktan sonra, ilçenin çarşı kesimine doğru ilerlediler. Ali: “Hele birer sıcak çay içelim Veli, sonra Hasan’ın oraya varırız” demişti. Kahvelerde ayakta duracak yer bile kalmamıştı. Çarşıyı boydan boya geçerek geri dönüyorlardı. Kalabalık arasında çevreyi seyrede ede yürüyorlardı. Veli birden bağırdı: “Ağa, hele şuraya bak, Tekel’ciler kafayı çekmeye oturmuşlar bile… Vay anasını be, alım işlerini erken kapatmalarını nedeni buymuş demek… Zıkkımlanmaya geç kalmışlar meğer” dedi. Ardından da ana avrat sövmeye başladı. Tekelcilerin masasında tütün tüccarlarının adamları ve o yörenin tütün ağaları vardı. Güle, söyleşe kadeh kaldırıyorlar, sesleri meyhaneden dışarıya taşıyordu. Ali: “Yedikleri, içtikleri irin olur, kan işerler” diyerek, Onları seyre dalan Veli’yi kolundan çekerek uzaklaştırdı.

Hasan dört gözle beklemekte idi. Çok geçmeden durumu anladı. Sonra azıkları açtılar. Yaşamak için yemek gerekiyordu. Bir süre olayları tartıştılar. Günlerin yorgunluğunu taşıyorlardı. Sabah ola, hayır ola diyerek arabaların içine kıvrıldılar. Gecenin ayazından korunmak için çul, çuval, pılı pırtı ne varsa üzerlerine örtmüşlerdi. Çok geçmeden uyuya kaldılar. Veli karma karışık düşler görüyordu. Arabasını yüklemiş ilçeye doğru yürüyordu. Hayvanlar bir türlü yol alamıyorlardı. Öteki arabalar yanından geçip uzaklaşıyor, gözden kayboluyorlardı. Tekel’cilere varıp ön alacaklar, kendisi gerilerde kalacaktı. Var gücüyle kırbacını sallıyor, hayvanlar bana mısın demiyorlardı. Güç bela köprüye gelebilmişti. Bu kez de köprüden geçmek istemiyorlardı. Kırbacı yedikçe şaha kalkıyorlar, bir adım bile atmadan direniyorlardı. Gavurun malları sanki oldukları yere çakılmışlardı. Derken arkadan öteki arabalar yanaştı. Köprü tıkanmıştı, geçemiyorlardı. Yolu açmak için Veli’nin başına üşüştüler. Kimileri tütün balyalarını arabadan yere fırlatıyor, kimileri de yakasından çekiştiriyorlardı. Üç beş kişi üstüne çullanmışken ter-kan içinde uyandı. Çevresine bakındı. Balyalar olduğu yerde duruyordu. “Hayırdır inşallah” diyerek yeniden uykuya daldı.

Ertesi sabah yine Tekel’cilerin orada idiler. Tütün emekçileri binanın çevresine üşüşmüşlerdi. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Saat 8.30 olmuştu, ama Tekel’ciler ortada yoktu. Dokuza doğru göründüler. Veli: “Bak ağa, bak, akşamdan kaldıkları nasıl da belli oluyor. Bunlardan hesap soran bir Allahın kulu yok mu?” diye yakındı. Ali parmağıyla sus işareti yaptı. O’nu bir kenara çekti. Yüksek sesle konuştuğunu duyanlar olabilirdi.

Bir süre sonra adlar okunmaya başladı. Herkes sus-pus olmuştu. Artık hiç kimse sırasını kestiremiyordu. Adı okunan büyük ikramiye çarpmış gibi, ağzı kulaklarına vararak Tekel’cilere doğru koşuyordu. Veli için zaman kavramı da yok olmuştu artık. Yazgısına boyun eğerek öylecek bekledi durdu.

Öğleye doğru Tekel’cilerden biri kapıya çıkarak konuşmaya başladı: “Tekel’in alacağı tütün miktarı tamamlanmıştır. Bundan sonra bir kilo bile fazla almaya yetkimiz yok. Bakanlık böyle emir verdi. Alım işlemlerinin kapanmış olduğunu duyururuz” diyerek içeri girdi, kapıyı kapattı.

Sıra bekleyenler kulaklarına inanamamışlardı. Yanlış bir anlam olmasın diye birbirlerine soruşturuyorlardı. Kapıya yakın bulunan birkaç kişi, durumu iyice anlamak için içeri daldılar. Oysa değişen bir şey yoktu. Tekel’ciler öteberilerini toparlamışlar, binadan ayrılmak üzere idiler. Bir kez daha açıkladılar: “Türkçe konuştuk. Kayıtlar kapandı artık. Anlamıyor musunuz?” diye çıkıştılar. Dışarı çıkarak basıp gittiler.

Umutlarını yitiren emekçiler arasında önce bir kaynaşma oldu. Anlamsız konuşmalar birbirine karıştı. Sonra uğultuya dönüştü. Birden sağa, sola koşuşmalar başladı. Çil yavrusu gibi dağıldılar. Ayak sesleri giderek uzaklaştı. Ortalık dinginleşti. Bir süre önce kalabalıktan geçilmeyen bu yerde, şimdi in-cin top oynuyordu.

İlçenin göze çarpan çeşitli yerlerine yerleşmiş olan tütün tüccarlarının adamları, tezgahlarını çoktan kurmuş, pusuda bekliyorlardı. Tekel’in alabileceği tütün miktarını önceden öğrenmişlerdi. Emekçilerin ellerinde kalacak miktarı da hesaplamışlardı. Kilo başına kaç para vereceklerini aralarında kararlaştırıp söz birliğine varmışlardı. Her tüccara yetecek kadar mal vardı. Artık tuzaklarına düşecek avları kolluyorlardı. Tekel’cilerin umut kapısı, emekçilerin yüzüne kapanmıştı. Son umut kapısını şimdi tüccarlar açacaktı. Nerede ise kapının önünde toplanacaklardı. İşte, yaklaşan ayak sesleri ve uğultular başlamıştı bile… Sıra kapmak için yarışıyorlardı. Gürültüden ürken ilçenin köpekleri, birlikte havlayıp uluyarak yanıt veriyorlardı.

Emekçiler bile bile kendileri için kurulmuş tuzaklara yaklaşıyorlardı. Çünkü, her yıl eş oyunlar oynanıyordu. Bu oyunlara artık kanıksamışlardı. Ne var ki, umut her zaman yoksulun ekmeği olmuştur. Onlar da son umutlarını henüz yitirmemişlerdi. Bu yıl tütün tüccarlarının namuslu davranma olasılığı vardı. Tekel’in verdiği fiyatlardan işlem yapmak için hükümetten emir almış oldukları söyleniyordu.

Gerçekten de, seçim öncesi günlerde, köyleri dolaşan millet vekilleri, bundan böyle üreticinin elinde tütün kalmayacağını, tümünün en yüksek fiyatlardan satın alınacağını söylemişlerdi. Verimli ürünler yetiştirmelerini salık vererek, ellerine bol para geçeceğini muştulamışlardı. Bir önceki iktidarın köylüyü, üreticiyi ezen tarım politikasını değiştirdiklerini anlatmışlardı. Baş bakan bir köylü çocuğu idi. Yıllarca çobanlık yapmış, köylünün aşından yemiş, suyundan içmiş, onlarla birlikte nice kara günler geçirerek aralarından büyümüştü. Köylülerin derdini herkesten iyi biliyordu. O’nun kurduğu hükümet de elbette köylüden, üreticiden yana olacaktı. Atatürk, “Köylü milletin efendisidir” dememiş miydi? İşte başlarında gerçekten Atatürk’ün yolunda, köylünün yanında bir hükümet ve O’nun başkanı vardı. Tüm güçleriyle köylüyü kalkındırmak için geceyi gündüze katarak çalışıyorlardı. Kahve söyleşilerinde kaç kez nasıl çalıştıklarını köylüye anlatmamışlar mıydı?

Gerçekte tütün emekçilerinin bu palavralara karınları toktu. Yıllar boyu tüm partilerin millet vekillerinden hep eş sözleri dinlemiş durmuşlardı. Mübareklerin tümü de Atatürkçü olduklarını söylüyorlardı. Seçim önceleri bülbül kesiliyorlar, ondan sonra yüzlerini gören cennetlik oluyordu. Hiçbirisi verdiği sözü tutmamış, düpedüz yalan söyleyerek onları aldatmıştı. Hiçbirine inanmıyorlardı. Ama ne yapsınlar? Emeklerinden gayri satarak yaşayabilecekleri bir şeyleri yoktu ki… Belki bu yıl söylenenler gerçek olur, umuduyla bu günleri beklemişlerdi. Ne var ki, bu yıl da Tekel’ciler, ne miktar tütün alacaklarını önden duyurmamışlar, gizli tutmuşlardı. Üreticiler bundan kuşkuya düşmüşlerdi. Tütün kampanyasının tezelden açılmış olması ve peşi peşine ad okunarak alım işlemlerinin yürütülmesi, onları umutlandırmıştı. Biraz olsun kuşkuları dağılmıştı. Sonra birden zınk diye alım işlemlerini durdurmuş ve meydanı kapkaççı tüccarlara bırakıvermişlerdi.

Şimdi artık devlet içinde devlet kurulmuştu. Tüccarların devleti… Bundan böyle onların borusu ötecekti. Bunda şaşacak bir şey de yoktu. Bu devlet gerçekte onların devletiydi. Başbakanından kıçbakanına değin hep sermaye çevrelerinin adamları idiler. Para babalarının milyonlarıyla seçim propagandası yürütmüşler, köylüleri, işçileri aldatarak iktidara gelmişlerdi. Şimdi kendi sınıflarının çıkarına işleyen bir yönetim biçimi uyguluyorlardı. Sömürülen sınıflar bilinçlenene değin oyunlarını sürdüreceklerdi.

Anayasa’da sosyal adalet, özgürlük ve kişinin vazgeçilmez hakları vardı. Bu haklardan birisi de serbest ticaret değil mi idi? Karma ekonomi ne için kabul edilmişti? Devlet de kazanacaktı, tüccarlar da… Tekel, devlet adına dilediğince tütün almıştı. Şimdi sıra tüccarlara gelmişti. Onlar da alabileceklerdi. İsteyen malını satmazdı. Hiç kimsenin gırtlağını sıkarak malını zorla elinden almıyorlardı ki…

Tavas ilçesinde artık sermaye sınıfının yararına işleyen soygun düzeninin sömürü çarkları dönmeye başlamıştı. Bunun gizli kapaklı bir yanı da yoktu.

Veli, allak bullak olmuş, şaşkına dönmüştü. Ağası tütünlerini olumlu fiyattan Tekel’e devretmiş, elden çıkarmıştı. Oysa, kendi ürünleri de eş tarladan toplanmış, tıpatıp eş değerdeki tütünlerden oluşuyordu. Birlikte ekmiş, birlikte toplamışlar, birlikte taşımışlar ve birlikte Tekel’e yazılmışlardı. O’nun adını okumamışlar, tütünleri elinde kalmıştı. Gece gördüğü düşü anımsadı. Mallarını bir türlü ilçeye iletememişti. Bir sürü engel çıkmıştı önüne… Demek ki bu işte bir uğursuzluk vardı. Şimdi tüccarların bu tütünleri düşük fiyattan satın almak isteyeceklerini, geçmiş yıllardan edindiği deneyimlerden biliyordu. Satmadan geri götüremezdi. Bir yıl bekletip ertesi yıl satamazdı. Kaçak olarak da elden çıkaramazdı. Tütün uzmanlarında kaydı vardı. Buna karşın, kimi üreticilerin kaçak satışlar yaptıklarını duymuştu. Ama bu çok belâlı bir işti. Sıkı kovuşturma yapılıyordu. Sonra adı hem kaçakçıya çıkar, hem de yıllarca mahpusluk çeker ve çoluk çocuğu perişan olurdu. Öte yandan elde avuçta metelik kalmamıştı. Aile ocağının bir yıllık geçim gereksinmeleri ortada duruyordu. Birden çoluk çocuğu gözlerinin önüne geldi. Her biri bir şeyler ısmarlamıştı. Yıl boyunca birlikte gece, gündüz tarlada çalışmışlardı. Bunca alın teri ve emeklerine karşılık, onlara birer armağan da mı alamayacaktı… Bunları usundan geçirirken ağlamaklı oluyor, sonra birden bedeni kasılıyor, vurup kırmak, bir şeyleri parçalamak istiyordu. Ama neyi? İşte bunu bilemiyordu henüz… Sonra bin bir sövgü ile karışık lânetler yağdırıyordu, bu işlerin böyle gidişine. Ağası kolundan çekip uyarmasaydı, avazı çıktığınca sövgülerini sürdürecek, belki de başı belaya girecekti.

Çok geçmeden tüccarların duyuruları çevreye yayıldı. Ancak iki saatlik zamanları vardı. Sonra çekip gideceklerdi. Malını satmak isteyen varsa tezelden belgelerini gösterip kayıt işlemlerini yaptırmalı ve sıraya girmeliydi.

Tütün emekçileri için bile bile kendilerini sömürü çarklarına teslim etmekten gayri bir çıkar yol kalmamıştı. Sıraya girmeye başladılar.

Veli’nin artık kafası çalışmıyordu. Ağasının güdümüne girmişti. Ali, O’nu en yakın kayıt yerine doğru iteledi ve sıraya soktu. Buradaki tüccarın adamı, Tekel’in kilo başına verdiği fiyattan dört buçuk lira eksiğine ödeme yapıyordu. Öteki alım yerlerindeki fiyatların da böyle olması gerekirdi. Ama Ali, yine de çevreyi kolaçan etmekten kendisini alamadı. Kişi yaşadıkça umut ölmez. Binde bir olasılıkla da olsa, belki bir namuslu tüccar vardır diye düşünüyordu. Kısa sürede tüccarların bulundukları yerleri dolaştı. Tümü de eş ağızdan konuşuyorlardı. Kilo başına verdikleri fiyatlar, bir sürü giderlerini ancak karşılayabilecekti. Taşıma, ayıklama, paketleme, depolama ve bakım işleri gibi birçok parasal dertleri vardı. Hele dışsatımlar umdukları gibi olmazsa, zarar bile edebilirlerdi.

Ali geri döndüğünde, Veli’nin önünde dört, beş kişi kalmış olduğunu gördü. Tüccarların adamları, emekçileri bekletmeden peşi peşine tütünleri kapatıyorlardı. Bunları İzmir’deki dışsatımcı büyük tüccarlara tezelden iletebilmek için makina gibi çalışıyorlardı.

Köylü Başbakanın Ankara’dan yönettiği soygun düzeninin karma ekonomi çarkları, durmadan işliyordu. Sıra Veli’ye gelmişti. Kurbanlık koyun gibi ilerledi. Çarklar O’nu da kaptı.

Devlet babadan milyonlarca lira kredi alarak tütün piyasasına giren İzmir’deki büyük tütün tüccarları, oturdukları yerlerde, kıçlarını bile kıpırdatmadan milyonlar vuruyorlardı. Ucuza kapattıkları bu malların dış satımını yaptıktan sonra da yeniden milyon üstüne milyonlar vuracaklardı. Bu milyonlar şimdiden ceplerinde sayılırdı. Çünkü, dünya tütün piyasasını ellerinde tutan tekellerin adamları, aylar önce tütün üreten ülkeleri denetleyerek yerli işbirlikçi tüccarlarla anlaşmaya varmışlardı. Türk tütünlerinin fiyatlarını dolar olarak saptamışlardı bile. Tavas’ta işleyen sömürü çarkları, gerçekte, emperyalizmin oraya değin uzanmış kollarıydı. Tütün emekçileri, yerli işbirlikçi tüccarlar aracılığıyla Amerikan emperyalizmi tarafından sömürülüyorlardı. Bir yıllık emek değerlerini yabancıya satmaya zorlanıyorlardı. Bu işlemin adına da, utanmadan, sosyal adalet içinde “serbest ticaret” deniyordu.

Devlet baba istese tütünlerin tümünü kendisi satın alamaz mıydı? Karma ekonomi uyarınca, tütünlerin bir kesimini tüccarlara bıraksa bile, bunların belirli bir fiyattan daha aşağıya satılmalarını yasaklayamaz mıydı? Satışları denetleyemez miydi?

Milyonlarca Ali’ler, Veli’ler, yıllar boyu halkın sırtından geçinen bir avuç asalağın çıkarları uğruna, emeklerini boğaz tokluğuna satmak zorunluğunda bırakılıyorlardı. Geçmiş yüzyılların kölelik düzeni, özgürlük, eşitlik ve sosyal adalet yutturmacaları altında, bir başka biçimde sürdürülüyordu.

Tavas yöresinin tütün emekçileri, köylerine dönerken bunları düşünüyorlardı. Çünki, hep kendileri çalışıyor, efendileri yiyordu. “Köylü milletin efendisidir” diyorlardı, ama bu düpedüz yalandı. Efendi olsalar, günlerce buralarda aç, uykusuz sürünürler miydi? Koyun sürüsü gibi oradan oraya itilir, kakılırlar mıydı hiç… İlçeden ayrılan emekçiler, bu soygun düzeninden kurtulma yollarını araştırıyorlar, sömürü çarklarını nasıl parçalayabileceklerini tartışıyorlardı. Yumrukları sıkılmıştı. Gözlerinden kin ve tiksinti okunuyordu. Ve emekçiler yürüyordu saf saf… “Adımları gök gürültüsü… Kıldan ince, kılıçtan keskin köprüler geçerek…” Kendi iktidarlarına giden yol boyunca yürüyorlardı.

(*) Muzaffer Karan’ın notu: Bu öykü gerçekleri olduğu gibi yansıtmaktadır. 1965 milletvekili seçimlerinde Tavas ilçesinde olayların içinde bulundum.

Muzaffer Karan

Mehmet Muzaffer Karan (1916, Akhisar - 10 Ocak 2006), asker ve siyasetçidir.  27 Mayıs askeri cuntasını oluşturan İhtilal Komitesine Binbaşı olarak fiilen katıldı. 13 Kasım 1960 tarihinde İhtilal Komitesinin parçalanması üzerine 14'lerden biri olarak Oslo'ya sürgüne gönderildi. 1963-1964 arasında Sakarya Kocaali kazasının Bağımsız Belediye Başkanı oldu. 1965 yılında Türkiye İşçi Partisi'ne girdi. Daha sonra 2. (XIII). Dönem Türkiye İşçi Partisi (I. TİP)  Denizli milletvekilliği yaptı. Kısa bir süre sonra partiden istifa etti. 1966'da Cumhuriyet Halk Partisi'ne (bağımsız milletvekilliğinden) geçti.

Bu yazı için gösterilecek etiket bulunmamaktadır.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir.