Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

Kapitalizmde çalış(ma)!

Bu içeriği paylaş:

Voltaire bahçeyi ekip biçmeye çağırırken insanlığı, yaşadığı Ferney Bahçelerinde onun için çalışan onlarca insan vardı… Bu insanlar başkalarının bahçesinde başkaları için…

Böyle yazmıştım ikinci yazıyı bitirmeden hemen önce (1)… Derslerde yeri geldiğinde sorarım öğrencilerime… İktisat biliminin emek gücü piyasasını doğallaştıran, kabaca “Emekçiler emek arz eder, firmalar emek talep eder ve emek piyasası oluşur” şeklindeki dilini deşifre etmek amacıyla: “Yaşamınızı ortalama bir düzeyde idame ettirecek kadar bir geliriniz olsa emek gücünüzü başka bir kişi ya da firmaya satar mısınız” diye…  Yanıt büyük oranda hayır olur her seferinde… O halde emek (gücü) piyasasından bahsedebilmek için yaşamını idame ettirecek bir geliri olmayan insanların tarih sahnesine çıkması ve emek güçlerini başkalarına satmak zorunda kalması gerekir. Doğallık illüzyonunu bozan tarihsellik de işte bu gerçekliktir: İşçileşme. İşçileşmenin “canlı kanlı” bir tarihi vardır kelimenin tam anlamıyla… Gerçekten de insanlık tarihinde çalışmanın ücretli işle bir tutulması ya da emek gücünün yaygın bir şekilde alınıp satılır bir şey olması işte bu “canlı kanlı” tarihsel süreçle mümkün olmuştur. Mülk sahipleri mülksüzleştirilmişlerdir.

Cennetten kovulan insanın çilesi olduğunu doğrular şekilde çalışma, istenir bir şey gibi görünmüyor… “Yaşam boyu emek vermeden yiyecek bulamayacaksın” demedi mi Rab Adem’i cezalandırırken… Çalışmak bir günahın cezası… Uygun şekilde Antik Yunan’da da başkaları için çalışanlar temelde köle olarak görülürdü. Onlara göre çalışmak bedeni ve zihni geriletir, insanların bayağı aktivitelere zaman ayırmasına neden olur, onları yozlaştırır ve erdem arayışını engellerdi.

Halbuki Hesiodos’un ölümlü insanların ilk soyu dediği, altın soylu insanın böyle bir derdi yoktu:

Dünyanın varı yoğu onlarındı,

Toprak kendiliğinden bereket saçıyordu.

Sayısız nimetler ortasında rahat, memnun

Yaşayıp gidiyordu insanoğlu tarlalarında.

Sonra işler çetin bir hal aldı ve kavga toprağın özüne karıştı. Hayatta kalmanın ön koşulu oldu çalışmak. İlk günahın kefareti olan çalışma bir yükümlülük olmakla birlikte saygı duyulması gereken bir eyleme dönüştü. Aylaklık, miskinlik, tembellik en büyük günahlar olarak öne çıkarıldı. Artık buradan M. Weber’in “Protestan Ahlâkı”na uzun bir yol kalmamıştı. Çalışma böylece teolojik açıdan tanrıya, seküler açıdan devlete hizmet, liberal bireyci çerçeveden bir tür özgürleşme aracı olarak görülmeye başlandı. İronik olan faşizmin de aynı fikirde olmasıydı: Auschwitz’in girişinde “Arbeit macht frei” yazmıyor muydu, yani “Çalışmak insanı özgürleştirir”?

Uygar insanın ölünceye kadar çalışmak zorunda olduğunu söyleyen J. J. Rousseau, bu özgürlük meselesini bir daha düşünmeye itiyor insanı. Ne de olsa I. Kant’ın ifadeleriyle -ve rahmetli Uluğ Nutku Hoca’nın çevirisiyle- “… Doğa insana ne öküzün boynuzlarını ne aslanın pençesini ne de köpeğin dişlerini vermiştir; doğa ona yalnızca ellerini vermiştir.” İnsan bu noktadan özgürlüğe nasıl gidecektir?

Bu çerçevede örneğin B. Russel’da çalışmanın olumlu anlamının ihtiyatlı da olsa sorgulandığını görüyoruz: “Çalışmanın erdem olduğuna inanma yüzünden çok büyük zararlar doğmaktadır ve mutluluğa giden yol, refaha giden yol, çalışmanın örgütlü bir düzen içinde azaltılmasından geçer” diye yazıyor Russel. Daha yakın zamanda A. Gorz’un ve daha erken dönemde de P. Lafargue’ın yazılarında, çalışma açıkça insanı köleleştiren ve yabancılaştıran bir edim olarak görülüyor. Lafargue kapitalist toplumda çalışmanın, her türlü düşünsel yozlaşmanın, her türlü bedensel bozukluğun nedeni olduğunu vurgularken, tüm bireysel ve toplumsal yoksulluğun çalışmadan kaynaklandığını vurgulamaktadır. Zenginlik yaratması beklenen çalışmanın kapitalizm altında ortaya çıkardığı sonuçlar… “Ters yüz edilmiş dünya” demiyor boşuna geçtiğimiz pazar günü 206. doğum günü kutlanan Karl Marx.

Bu nokta bizim için önemli görünüyor. Çalışma, toplumsal ve doğal düzen arasındaki ilişkilere aracılık etmesi ve insanın teorik ve pratik etkinliğini birleştirmesi bağlamında düşünülebilir. Ancak bu tarih aşırı bir kavrayış olur. Halbuki kavramlar, içinde gerçeklik kazandığı tarihsellik bağlamında daralan, genişleyen, yeniden yaratılan bir özelliğe sahiptir. Dolayısıyla çalışma derken Lafargue’ın altını çizdiği, Marx’ın hatırlattığı bu durumu göz önünde tutmak gerekir: Çalışmanın içinde gerçekleştiği üretim tarzı, çalışmanın da içeriğini belirler. Bu anlamda kapitalizmde çalışma başat olarak, işçilerin yabancılaşması ve ücretli emek kurumu dolayısıyla sermaye tarafından artık emeğe el konulması ile karakterize edilir. Bunun için Marx’ın ifadeleriyle “… Çalışma, işçinin özsel varlığına ait değildir… Onun için çalışırken kendini olumlamaz, yok sayar (inkar eder), mutlu değil mutsuzdur, fiziksel ve zihni enerjisini serbestçe geliştiremez, bedenini harcar ve zihnini yok eder… Onun için çalışması gönüllü değil, zorlamadır, zorla çalıştırılır. Dolayısıyla bir gereksinmenin doyurulması değil, sadece çalışmanın dışındaki bazı gereksinimleri doyurmak için bir araçtır…”

Hiç kimsenin ihtiyaçlarını karşılamak adına başkaları için çalışmak zorunda kalmadığı, çalışmanın ihtiyaçları gidermek için değil, kendisi bir ihtiyaç olduğu için gerçekleştirildiği, bahçelerimizde boy boy fidanların rengarenk çiçekler açtığı, daha özgür günlerde kutlanacak nice 1 Mayıslara diyelim…

(1) Koray R. Yılmaz’ın yazılarının ilki “Bunlar güzel sözler, ama bahçemizi de yetiştirmek gerek“, ikincisi “Ne “yoksul” bir “zenginlik” ” ve bu üçüncü yazı evrensel gazetesinde yayınlamış olup, gazeteye verdiği iktibas izni için teşekkür ederiz.

Koray R. Yılmaz

Prof. Dr. Koray R. Yılmaz, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi, İktisat Bölümü’nden 1999 yılında mezun olmuş, yüksek lisans (2003) ve doktora derecelerini (2009) Marmara Üniversitesi Kalkınma İktisadı programından almıştır. Yılmaz “Mahalle Bakkalından Küresel Aktöre Arçelik: İşletme Tarihine Marksist Yaklaşım” ismiyle kitaplaştırılan doktora çalışması ile 2011 yılında Türk Sosyal Bilimler Derneği tarafından Genç Sosyal Bilimci Mansiyon ödülüne layık görülmüştür. 2012-2013 yılları arasında SOAS, Londra Üniversitesi Kalkınma Çalışmaları Departmanında misafir akademisyen olarak bulunan Yılmaz halen Ondokuz Mayıs Üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Eleştirel Politik Ekonomi, İktisat Kuramı, Kalkınma Çalışmaları, Düşünce Tarihi ve Türkiye başlıca çalışma ve ilgi alanlarıdır. Yayımlanmış kitap, kitap editörlükleri, İngilizce ve Türkçe çok sayıda makalesi bulunan Yılmaz, 2016 yılında M. Heinrich’in “An Introduction to Three Volumes of Karl Marx’s Capital” başlıklı eserini de Türkçeye kazandırmıştır. Yılmaz aynı zamanda Praksis Dergisinin Yayın Kurulu Üyesidir.