Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

Türk sinemasında “idealizm”

Bu içeriği paylaş:

2023 yılında üç önemli yerli yapım vizyona girdi: Nuri Bilge Ceylan-Kuru Otlar Üstüne, Özcan Alper-Karanlık Gece ve Emin Alper-Kurak Günler. Bu filmler entelektüel çevrelerce övgü ile karşılandı ve uluslararası festivallerden ödüller aldı. Bu filmlerin vizyona giriş tarihlerine denk gelen dönemde sinemamızın toplumcu gerçekçi yönetmenlerinden Yılmaz Güney’e yönelik bir linç ve değersizleştirme kampanyası yürütülmekteydi. Türkiye siyasetinde muktedir ama “muhalif” ana akımın temsil ettiği görüşün dışavurumu olarak niteleyebileceğimiz bu linç girişimi aslında sinemamızda uzun süredir devam eden idealist sapmanın bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu idealist cenahın toplumcu gerçekçi sinemanın temsilcileri olan Lütfi Akad, Halit Refiğ, Ertem Göreç, Metin Erksan, Atıf Yılmaz, Osman Seden, İhsan Yüce ve Yılmaz Güney gibi isimlerinin yerine namzet olmaları hasebiyle tartışılması gerekmektedir.

Bu yazıya konu olan üç film, idealizmin özcü, kültürel, ilerlemeci tarih anlayışının Türkiye toplumsal formasyonu üzerinden yeniden üretildiği yapımlar. Oryantalist bir dille yazılan Bernard Lewis’ın meşhur Ortadoğu kitabının girişindeki Ortadoğulu insan modeli bu üç filmde gerici, homofobik, cahil, dinci, milliyetçi, faşist ve kadın düşmanı Anadolulu ile yer değiştirmiştir. Adeta Şükrü Erbaş’ın ironik “Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?” şiirindeki köylüler bu filmlerin çeşitli yerlerine serpiştirilmiştir. Bu filmleri ortaya çıkaran akıl, oryantalizm kavramını geliştiren Edward Said ile benzer bir hataya düşmektedir. Said, oryantalizm kavramını din ve gelenek eksenine sıkıştırmış, emek ve sermaye arasındaki çelişkiyi faş edememiştir. Bu filmler de benzer şekilde çatışmanın taraflarını idealizmin etkisi altında kalarak kimliklere, cinsiyet ilişkilerine ya da bireysel tercihlere indirgemekte ve emek ve sermaye arasındaki esas çatışmanın maskelenmesinde oldukça mahirdir. Kısacası, bu filmlerin üçünde de tarihin tekerini tersine çevirmeye çalışan yönetmenlerimiz ve senaristlerimiz geri kalmışlığın, gericiliğin, cehaletin, yoksulluğun ve bilumum musibetlerin müsebbibi olarak en savunmasız düşmanı, “halk”ı seçiyor. Bu öyle bir halk ki, homojen, tekdüze, itaatkâr ve daima suçlu.

Tarih 2000’lerde başlasaydı…

Peki, bu sövgünün ve karamsarlığın yüceltilmesinin sebepleri nedir? Biri, idealizmin kalemi ile yazılan bu senaryolarda tarihin sıfırdan yüze doğru ivmelenen bir kaldıran gibi ilerlediğinin düşünülmesidir. Yani senaristler ilerlemeci tarih anlatısının esiri olmuşlardır. Tarihsel materyalist bir açıdan baktığımızda tarihin kimi anlarında gerilemeler, kırılmalar ya da ileri-geri sıçrayışlar mümkündür. O yüzden mevcut toplumsal formasyonda ve kimi bölgelerde hâkim olan dinci ya da milliyetçi ideolojilerin bu toprakların yazgısı gibi gösterilmesi en temel sorundur. Kısacası, bu filmler Türkiye siyasi hayatını bütünsel bir açıdan ele almamaktadır. Bir başka ifadeyle, bu filmlerin failleri tarihin 2000’lerde başladığını zannetmektedirler. Oysaki, bu toplumun mevcut çelişkileri ve aksaklıkları 1980 askeri darbesi ve sonrasında devletin işleyiş mekanizmasından, sermaye birikim modellerinden ve toplumun muhafazakarlaşmasından bağımsız değerlendirilemez.

Burjuvazi nerede?

Senaryo sahipleri, kültür ve kimlik merkezli anlatıları merkeze alırken mevcut ahvalin anlaşılabilmesi için birazcık kafalarını kaldırıp yukardan bakabilseler ya da bakmaya cesaret edebilselerdi, suçun asıl faillerini pekâlâ bulabilirdi; örneğin, Türkiye burjuvazisini… Bu filmlerin hiçbirinde Türkiye’de burjuvazinin gericilik ile kurduğu bağdan, iktidarla olan ilişkilerinden ya da Türkiye toplumunun önüne koyduğu barikatlardan bahsedilmiyor. Aynı şekilde bu filmlerde bir diğer fail olan cemaatler ve tarikatlardan bahis dahi açılmıyor. Nasıl ki Mısır toplumsal formasyonunu Müslüman Kardeşler’den, Filistin’i El-Fetih’ten ve Hamas’tan, Lübnan’ı Hizbullah’tan bahsetmeden anlayamazsak, Türkiye’yi de rıza üretme mekanizmalarını ele geçirmiş cemaat ve tarikatlardan bahsetmeden anlayamayız.

Toplumcu değil, bireyci-liberal-idealist öneriler

Bu toplumun sorunlarının çözümüne dair ortaya atılan önerilerin toplumcu değil, bireyci-liberal-idealist öneriler olması, bir başka neden. Kısaca bahsetmek gerekirse, Nuri Bilge Ceylan Kuru Otlar Üstüne filminde Doğu Anadolu’ya atanan idealist bir öğretmenin ağır yükünü merkeze koymuştur. Filmde resmedilen Anadolu’da iki mevsim vardır, insanlar katıdır, cahildir, yobazdır ve daha da önemlisi yalnızdır. Liberalizmin insan doğasına dair ortaya attığı savlarda geçen insanın karakteristik özelliklerinin hepsini haiz olan fertler içtimai hayatı kaplamaktadır. Nuri Bilge daha da ileriye giderek öğretmen Samet ve gar katliamında bir bacağını kaybetmiş öğretmen Nuray karakterleri arasında geçen toplumculuk ve bireycilik merkezli tartışmada toplumcu noktadan bakan öğretmenin tutumunu İŞİD militanlarının motivasyonu ile eşitlemektedir. Yine aynı filmde, eski bir solcu ile genç bir örgüt sempatizanı arasında geçen diyalogda herhangi bir mücadelenin anlamlı olmadığı ve kendisini kurtarmak için daha da bireyselleşmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Kısacası, Nuri Bilge idealizmin sadık bir müridi olarak arz-ı endam etmektedir.

Yakup Kadri’nin “Yaban”ı sahnede

Karanlık Gece filminde, Toroslarda bir yer olduğunu tahmin ettiğimiz bölgenin halkı idealist bir devlet memuru tarafından hizaya çekilmek istenir. Orman Genel Müdürlüğü’ne atanan memur karakteri topluma o kadar uzak ve o toplumdan o kadar soyuttur ki günümüzün moda ideolojisi “çevrecilik” ve “hayvan hakları” kavramları üzerinden bölge halkının geçim kaynaklarının tehdit edilmesini değersizleştirip şeytanlaştırmakta bir beis görmez. Hatta, bu irrasyonel eylemi için takdir dahi bekler. Lakin, Anadolu halkı bu inceliği anlayacak birikime sahip değildir ve karakterimizin beklediği takdir kendisine kötek olarak döner. Bu kötekle “nush eden” bölge insanı ellerinde silahlarla gerici, yobaz, hayvan düşmanı ve homofobik bir kitle olarak bize sunulur. Filmin anlatısı içerisinde umudu kovalayan, aydın, ilerici, solcu karakter ise gericiliğe, yobazlara, dincilere ve faşistlere karşı tedbirsiz, plansız, programsız ve bireysel bir savaşa girişmekle kalacaktır. Tek başına mücadele eden, güçsüz ve öngörüsüz ilerici karakterimiz yerel halktan suçlulukla baş edemeyen bir “meczup” dışında herhangi bir müttefik de bulamayacak ve cesedi yok edildiğinde babası dışında anısını izleyen kimse kalmayacaktır.

Kurak Günler’de ise İç Anadolu’da tarımın piyasalaşması ve neoliberal belediyeciliğin doğal sonucu olarak insanların yaşam alanlarını tehdit eden göçüklerin merkezde olduğu bir senaryo var. Bu filmde de beyaz adamın (Yaban’ın) ağır yükünü taşıyan taşraya atanan savcı karakteri, görev yerine ilk geldiği sahnede yabani bir toplum tasviri ile karşı karşıya kalıyor. Amerika kıtasının yerlilerini tasvir eden Avrupalı anlatılardan alıntı gibi duran bu giriş sahnesi filmin tamamı boyunca farklı şekillerde seyirciye yeniden hatırlatılıyor.

Bu üç filmin idealist anlatıları rahatsız oldukları sorunların çözümüne dair herhangi bir öneri sunmadan, karamsar tablolar ile biter. Kuru Otlar Üstüne filminde Samet karakteri yüksek bir noktadan “aşağılık” Anadolu halkına bakar ve umuda dair bir şey olmadığını sayıklar; Karanlık Gece filminde İshak mağaranın dibinde gericilere kaybetmiş ve umudu bir hayvanın gözünde kovalamaktadır; Kurak Günler’de ise linç kültürünün etkisi toplumun bütün hücrelerine yayılmış ve karakterlerimiz bu linçten şans eseri kurtulabilmiştir. Cemal Süreya’nın Üvercinka şiirinde bahsettiği gibi bu filmlerde hepimiz sabahtan akşama kadar kurşuna diziliyoruz, “bütün kara parçalarında, Anadolu dahil…”

“Kuyucaklı Yusuf” da “Bozkırdaki Çekirdek” de “umut” da var…

Sonuç olarak, bu filmler Anadolu’yu bizi öldürmek isteyen insanların diyarı olarak resmeden ve Anadolu’ya dair umudu katleden yapımlardır. Kuru, karanlık ve kurak olarak resmedilen Anadolu’da umut, kimi zaman Kuyucaklı Yusuf çaresizliği kimi zaman Bozkırdaki Çekirdek zorluğu içinde kalsa da her zaman vardır. Toplum bilimcilerin görevi, tarihsel gelişmeyi anlamak, toplumun çelişki ve çatışmalarını açığa çıkarmak ve daha da önemlisi bu sorunların çözümüne dair sorunun içsel ilişkilerini göstermektir. Toplumun çelişkili yapısı bir bütün halinde ele alınmalıdır. Bu çelişkileri daha doğru noktadan kavramaya çalışan kimi zaman Kuyucaklı Yusuf çaresizliğini kimi zaman Bozkırdaki Çekirdek zorluğunu görünür kılan toplumcu gerçekçi akım, Anadolu’nun gerçekliğini yadsımadan Anadolu’yu bu hale getiren nedeni, toplumsal ilişkileri tartışmaya açmıştır. Toplumcu gerçekçiliği küçümseyen ve kendisine sinemada muazzam alanlar açılan bu yönetmen ve senaristler, toplumun çelişkilerini ortaya çıkaramadığı gibi egemen anlatıyı yeniden üretmeye devam ediyor. Halbuki, toplumcu gerçekçiliğin sergilediği üzere, suçlu yalnızca yanlış partilere oy veren, namus bekçiliği yapan, gerici, dinci, faşist, çıkarcı halk değil; ayrıca ve esas olarak, halkın yazgısını “değişmeyecek bu oryantalist senaryo” zanneden aydınlar, köşe başlarını tutan sermaye sahipleri ve düzenin muhafızı olan bürokrasidir.

Akif Avcı

Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde çalışmaktadır. Doktora öğrenimini University of Nottingham’da 2019 yılında Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde tamamlamıştır. Çalıştığı kurumda Uluslararası Siyasal İktisat, Türkiye Ekonomisi, Ortadoğu, Uluslararası Finans, Türk Siyasal Hayatı gibi dersler vermektedir.