Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

Şeyh Said: Cumhuriyet düşmanı bir gerici mi, özgürlük savaşçısı mı?

Bu içeriği paylaş:

Türkiye yakın tarihinin en önemli olaylarından biri olan Şeyh Said Ayaklanması, Diyarbakır’da yapılan yeni yola Şeyh Sait Bulvarı adının verileceğinin açıklanmasıyla yeniden tartışmaya açıldı. TKP Diyarbakır İl Örgütü tartışmaya ‘Diyarbakır’ı Cumhuriyet düşmanlarına bırakmayacağız’ açıklamasıyla müdahil olurken, bu açıklama Kürt siyasi temsilcilerinden ve çeşitli sosyal medya platformlarından yoğun bir tepki aldı. AKP’nin kayyım belediyeleri aracılığıyla Şeyh Said gibi tarihsel figürleri nasıl pragmatik bir biçimde kullandığı tartışmamızın temel noktası olması gerekirken, konu daha önceki yıllarda olduğu gibi sol bir içi bir tartışmaya dönüştü. Bir görüşe göre Şeyh Said Ayaklanması ‘dinci gericiliği, kapitalist ilerlemeye inatçı bir şekilde direnen feodalizmi, Ankara’yı zayıf düşürmeyi amaçlayan Britanya emperyalizmini’ temsil ederken, diğer bir görüş ise ‘Şeyh Said’i Kürt direniş hareketinin bir parçası olarak’ görme eğilimindedir. Ben bu yazıda, birbirinin tam karşısında konumlanan ve uzlaşması mümkün gözükmeyen bu iki açıklamanın 1925’te yaşananları karikatürize etmekten ileri gidemediğini; her iki yaklaşımın da ayaklanmanın yaşandığı tarihsel bağlamı anlamaya çalışmaktan çok, bugünkü siyasi ajandaları üzerinden bir değerlendirme yaptıklarını; her iki değerlendirmenin de gerçekte var olmayan bir Şeyh Said figürü inşa ettiğini iddia edeceğim.

Ulusal sorunu görmezden gelen yaklaşım

Cumhuriyet’in 100. yılında Cumhuriyet’in yaptıkları ve yapamadıklarına ilişkin soğukkanlı bir muhasebe yapma olanağına sahipken, Türkiye solunun bir bölümünün kurucu unsurlara neredeyse koşulsuz ve şartsız bir şekilde sahip çıkması tartışmaya sol ile başlamamızı gerektiriyor. Bu bakış açısının ardında teorik bir çerçeve bulunmaktadır ve ilk olarak bu teorik çerçevenin açıklanması gerekmektedir. Solun bir bölümünde Şeyh Said ayaklanmasının ‘feodal ve gerici’, buna karşılık Cumhuriyet’in ‘ileri’ bir adım olarak görülmesinin arkasında Stalinizmin savunduğu aşamalı devrim modeli bulunmaktadır. Bu modele göre ‘geri kalmış’, yani sanayileşmemiş, kırsal nüfusun ağırlık olduğu bir toplumda sosyalist bir devrimin gerçekleşme olasılığı yoktur. Sosyalist bir topluma geçiş üretim ilişkilerinin gelişmesine bağlıdır ve bu durum feodalizm gibi arkaik üretim biçimlerinin tasfiyesini gerekmektedir. Sanayileşme ve modern bir proletarya olmaksızın sosyalist bir devrimden bahsedilemez. Bu hikâyenin içinde Kemalizm ve Cumhuriyet, Osmanlı geçmişinden dolayı ‘geri kalmış’ bir ülke olan Türkiye’de, üretim ilişkilerini burjuvazi öncülüğünde dönüştürecek ve böylece Türkiye’yi bir sonraki aşamaya, yani sosyalizme geçişe uygun hale getirecektir. Üretim ilişkileri üzerinden yapılan bu okuma Cumhuriyet’in ‘tarihsel bir atılım’ olarak görülmesinin önünü açmakta, Leninizmin en temel unsurlarından biri olan ‘ulusal sorun’ meselesini ise görmezden gelmektedir.

Bu yaklaşımın bir adım ötesine geçip Şeyh Said ayaklanmasının gerçekleştiği tarihsel bağlamı göz önüne aldığımızda yukarıda kısaca özetlediğim perspektifin eksik tarafları kolaylıkla ortaya çıkacaktır. Bu tarihsel bağlamın anlaşılması Osmanlı İmparatorluğu’nun dağıldığı yıl olan 1918’den Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu yıl olan 1923’e kadar uzanan süreçteki siyasi iklimin analiz edilmesini gerektirir. Zira bu süreçte göreceğimiz Mustafa Kemal, 1920’lerin ikinci yarısında ve 1930’larda göreceğimiz Mustafa Kemal’den oldukça farklıdır. Hatta bir adım daha ileri gidelim: Kürt meselesi söz konusu olduğunda, 1920’lerin başlarındaki Mustafa Kemal ve 1920’lerin ikinci yarısındaki Mustafa Kemal birbirleriyle taban tabana zıttır. 1920’lerin başlarında Mustafa Kemal, Kürtler ve Türklerin ayrı iki etnik unsur olduğunu, ancak ülkenin içinde bulunduğu işgal koşulları ve ortak İslami kimliğin bu iki grubu bir araya getirdiğini defalarca ifade etmiştir. Dahası, Ocak 1923 ayında gazetecilerle yapılan toplantıda Mustafa Kemal, ‘Kürtlerin ağırlıklı olduğu bölgelerde Kürtlerin özerk bir biçimde kendilerini yöneteceğini’ belirtmiştir. (Mango, s.15) Bu özerk yönetimin hakları ve sınırları muğlak olsa da Mustafa Kemal, Kürt halkını cumhuriyetin asli unsurlarından biri olarak görmüş ve Kürtlerin belli politik haklara sahip olması gerektiğini çeşitli platformlarda ifade etmişti.

Cumhuriyetin kuruluşuyla bu fikirlerin rafa kaldırılması ve Kürt meselesinin yok sayılması dönemin Kürt önde gelenleri arasında ciddi bir rahatsızlığa sebep olmuştur. Bu gerçek güncel tartışmalarda sıklıkla görmezden gelinmekte, ayaklanma ise bir avuç feodal beyin hilafet özlemine indirgenmektedir. Halbuki hilafeti geri getirme arzusu Şeyh Said ve arkadaşlarının talepleri arasında yer alsa da isyancıların tek talebi bu değildir. Bu ayaklanma Kürtlerin ulusal mücadelesinin sekteye uğradığı, Kürt ulusal mücadelesinin bu duruma baş kaldırdığı bir dönemde ortaya çıkmıştır. Bu dönemde Kürt Teali Cemiyeti ve Azadi olarak bilinen bir dizi örgüt Kürtçe kullanımının yasaklanması, Kürdistan isminin kitaplardan silinmesi, Kürtlerin devlet bürokrasisinden peyderpey dışlanması gibi gelişmelere karşı aktif bir biçimde mücadele etmekteydi (Olson, s.44). Şeyh Said ayaklanmasının bu siyasi bağlamdan koparılarak değerlendirilmesi, Türkiye solunun bir bölümünü yalnızca politik pozisyon olarak değil, tarihi olayları anlama ve analiz etme noktasında da oldukça hatalı bir yere savurmaktadır.

‘Emperyalizmle iş birliği’ vurgusu

Cumhuriyetin kurulmasını takip eden süreçte Kürtlerin haklarının tanınması bir yana, Kürtlerin varlığını dahi inkâr eden bir pozisyona kayılması ise Türkiye’nin ‘Batılı’ solunda yeterince tartışılmamaktadır.  Buna karşılık sürekli olarak tekrarlanan ‘emperyalizmle iş birliği’ vurgusu, Kürtlerin Osmanlı’dan sonra kurulan siyasi sistemin içinde konumlandırıldıkları ikinci sınıf pozisyonun üstünü örtme işlevi görmekte, ulusal haklar için verilen mücadele İngiliz emperyalizmiyle özdeşleştirilmektedir. Bu itirazımı dile getirirken elbette ‘Kürt milliyetçileri emperyalizmle asla temas etmemiştir’ gibi bir fikri savunmuyorum. Yapılan çalışmalar Kürt milliyetçi örgütlerinin İngiliz istihbarat birimleriyle irtibat halinde olduğunu göstermektedir. Bununla beraber yukarıda kısaca açıkladığım bakış açısı Kürt hareketinin emperyalizmle kurduğu temastan yalnızca Kürt milliyetçilerini sorumlu tutmakta, bu duruma ortam hazırlayan faktörleri ise tamamen ihmal etmektedir. Kürtlerin yeni kurulan politik düzene Türklerle eşit biçimde eklemlenme talebini reddederek dayatmacı bir asimilasyon politikası takip eden Cumhuriyet her nasılsa ‘tarihsel olarak ilerici’ şeklinde tanımlanabiliyorken, ‘emperyalizmle iş birliği’ vurgusu Kürt hareketinin meşru taleplerini yok saymak eğilimindedir. Sol basının bir bölümünde birkaç anahtar kelime (gerici, feodal, hilafet vs.) kullanılarak verilen bu bilgiler, okuyucuya Şeyh Said ayaklanmasına dair tamamen devlet merkezci bir anlatıyı aktarmaktadır.

Ayaklanmanın ‘hilafetçi ve dinci’ karakterini görmeyen yaklaşım

Buna karşılık Kürt hareketinin Şeyh Said ayaklanmasını okuma ve yorumlama biçimi de oldukça problemlidir. Bu bakış açısını temel argümanlarıyla yansıttığı için önemli gördüğüm ve 2020’de HDP’nin internet sitesinde yayınlanan ‘‘Şeyh Said ve 47 arkadaşını saygıyla anıyoruz: Mezar yerleri açıklanmalıdır’ başlıklı yazıyı kriter alarak değerlendireceğim. Dönemin Halklar ve İnançlar Komisyonundan Sorumlu Eş Başkanı Tülay Hatimoğulları tarafından yapılan bu açıklamada haklı bir şekilde Şeyh Said ayaklanmasının arkasındaki temel sebebin ‘etnik kimliğe dayalı bir ulus tahayyülünün’ olduğu vurgulanıyor. Bununla beraber metindeki temel problem şu alıntılanan bölümde ortaya çıkıyor: “Şeyh Said ve arkadaşları idam edildikleri günden bu yana resmi tarih kitaplarında ve siyasi söylemlerde topluma olduğundan çok farklı anlatılmakta, Kürt halkı için giriştikleri hak ve adalet mücadelesi şeriat talebiyle başlatılan isyan olarak lanse edilmektedir.

Tarih yazımının tamamen ‘objektif’ olabilmesi olanaksızdır; ancak bu durum tarih yazan kimselere, tarihi karakterlerin ve olayların istediği taraflarını alma, istemediği taraflarını görmezden gelme hakkı vermez. Bunun ihlali, araştırılan dönemi yeterince bilmemekten kaynaklanabileceği gibi tarihi manipüle etme arzusundan da kaynaklanabilir. Hatimoğulları’nın durumunda söz konusu olan gerekçe hangisidir bilinmez. Ancak Şeyh Said, sadece devlet arşivlerindeki belgelerde değil, İngiliz arşivlerindeki belgelerde de görüldüğü üzere ‘din’ mefhumunu ayaklanmayı başlatmak ve sürdürmek için yoğun bir biçimde kullanmıştır. 8 Şubat 1925’te başlayan ayaklanmadan yaklaşık bir ay önce Said ‘mücahid’ unvanını almış, Alevi aşiretler de dahil olmak üzere bütün aşiretlere dinlerini ellerinden almaya çalışan hükümete karşı birlikte savaşmaları yönünde çağrı yapmıştı (Olson, s.94-6). Hükümet ayaklanmanın itibarını zayıflatmak için Said’in ‘hilafet’ isteyen bir lider olduğu propagandasına başvurmuş olsa da bu hareketin dini bir arka planı olduğunu inkâr etmek elimizdeki tarihsel gerçeklikle uyuşmamaktadır. İsyan sırasında, 2. Abdülhamid’in o dönemde Beyrut’ta bulunan oğlu adına halife sıfatıyla hutbe okutulması, Şeyh Said ayaklanmasının yalnızca ulusal nitelikli olmadığının, halifeye bağlılığın ve dini vurgunun da güçlü olduğunun en açık kanıtıdır.

Şeyh Said Ayaklanmasında dini motivasyonlar kadar yerel Kürt beyleri ve Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında kurdukları ilişkinin Cumhuriyet ile birlikte paramparça olması da önemli bir rol oynamıştır. Kürtlerin bir bölümü için hilafet kurumu ortak düşman olarak görülen Ermenilere karşı yapılan iş birliği ile özdeşleşmişti. Bu ittifak Ermeni (ve Kürt) köylülerin elinde bulunan toprakların hatırı sayılır bir bölümünün Hamidiye Alayları’nın da faaliyetleriyle Kürt beylerinin eline geçmesine yol açmıştı (Klein, s.146-47). Hilafetin kaldırılması, özellikle bir kısım aşiret lideri ve toprak sahipleri için devletle on yıllar boyu süren devlet ile (çalkantılı da olsa) iş birliğinin son erdiği anlamına geliyordu. Cumhuriyetle beraber kurulan politik düzen ise yeni ve belirsiz bir geleceği simgeliyordu. Dolayısıyla, hilafete yüklenen anlam yansıtıldığı gibi sadece dini bir içerikten ibaret değildi. Dahası, Şeyh Said ayaklanmasındaki baskın unsurun, köylüler değil, daha önce Hamidiye alaylarında da görev almış Sünni aşiretleri olduğu düşünülürse, ayaklanmaya tutarlı bir ideolojik anlam atfetmek iyiden iyiye zorlaşır. Hatırlamak gerekir ki bu aşiret reislerinin bir bölümü II. Abdülhamid döneminin katı merkeziyetçi politikalarının Doğu’daki taşeronlarıydı. Öyleyse Şeyh Said ve arkadaşlarını harekete geçiren faktör katı merkeziyetçi politikalar değil, Kürt liderlerin cumhuriyetle beraber ‘katı merkeziyetçiliğin’ bir parçası olma şansını kaybettiklerini düşünmeleridir.

Şeyh Said’i ait olduğu tarihsel bağlamla beraber incelemek gerekir

Sonuç itibariyle, Şeyh Said Ayaklanması ne ‘gerici bir Cumhuriyet düşmanlığıyla’ ne de Şeyh Said’in basit bir ‘özgürlük savaşçısı’ olduğu iması taşıyan bir metinle anlaşılabilir. Sağlıklı bir değerlendirmenin yapılabilmesi için, Şeyh Said’i ait olduğu tarihsel bağlamla beraber incelemek gerekir. Tıpkı Mustafa Kemal gibi, Şeyh Said’de Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasına, yüzyıllardır Osmanlı kontrolü altında olan Suriye’nin, Filistin’in, Irak’ın Osmanlı’dan kopuşuna tanıklık etmişti. Hemen yanı başında, SSCB’de, birçok ulusun politik haklarını kazandığını görmüş, yaşadığı dönemde ‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’ tartışmalarına büyük ihtimal yakından tanıklık etmişti. Bununla beraber Şeyh Said komünist değildi ve laikliği de savunmuyordu. Şeyh Said’in halifeliğin kaldırılmasından esef duyduğu su götürmez bir gerçektir. Şeyh Said halifeliğin olmadığı bu yeni düzende Kürtlerin politik alanının çok daha sınırlı olacağını sezmişti. Politik ve ekonomik gücü kaybetme endişesinin Şeyh Said’in siyasi eylemlerinde rol oynadığı açıktır. Yaşamı sürecinde kendisini motive eden unsur veya unsurlar her neyse, Şeyh Said’in hayatı 1925’te son buldu. Biz Said’in eylemlerini; idam edilmesinden bu yana geçen 98 sene içinde yaşanan siyasi gerilimler, Türkiye’nin geldiği nokta, Kürt sorununa dair bir türlü kaydedilemeyen ilerleme ve siyasal İslam’ın yükselişi, son olarak bir yandan belediyelere seçilmiş belediye başkanları yerine kayyım atanması politikaları devam ederken öte yandan Diyarbakır’da yapılan yeni yola Şeyh Sait Bulvarı adının verileceği açıklanarak tarihi şahsiyetlerin kültür savaşları cephesine çekilmesi yoluyla seçimlere dönük bir hamlenin parçası haline getirilmesi vb. güncel siyasi bağlamlar içinde değerlendirme lüksüne sahipken Şeyh Said, hep 1925’te kalacak. Zaten, tarihçiler olarak, belki de yapmamız gereken bundan ibarettir: Şeyh Said’i her zaman 1925’te kalacak ve o tarihsel sürece ait bir figür olarak anlamaya çalışmak.

Burak Başaranlar

Kadir Has Üniversitesi'nde Dr. Öğretim Üyesi. Tarihçi. Doktora derecesini Binghamton Üniversitesi (State University of New York) Tarih Bölümü’nden 2020 yılında aldı. Doktora tezinde 1923-1950 yılları arasını kapsayan döneme odaklanan Başaranlar, milliyetçi politikaların Doğu Trakya ve İç Doğu Anadolu bölgelerinde devlet inşa süreçlerini nasıl şekillendirdiğini araştırmıştır. Cumhuriyet ve geç dönem Osmanlı İmparatorluğu üzerine yoğunlaşan çalışmalarının yanı sıra, doktora eğitimi süresince Tarihsel Sosyoloji ve Sovyetler Birliği tarihi alanlarında da yan dal yapmıştır. Çalışmaları Türk Tarih Kurumu, Fulbright ve Binghamton Üniversitesi tarafından verilen araştırma burslarıyla desteklenen Başaranlar, 2019 yılında ise Binghamton Üniversitesi’nin vermiş olduğu “Research in Excellence” ödülünü almaya hak kazanmıştır. Araştırmalarını ulusal ve uluslararası düzeyde gerçekleştirilen çeşitli çalıştay ve konferanslarda sunan Başaranlar’ın çalışmaları Middle Eastern Studies ve Nationalities Papers gibi akademik dergilerde yayınlanmıştır. Daha önce Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve Binghamton Üniversitesi’nde araştırma ve öğretim görevlisi olarak dersler vermiş ve Journal of Ottoman and Turkish Studies (JOTSA) dergisinde iki yıl süreyle yardımcı editör olarak görev almıştır. Başaranlar, çalışmalarına madun gruplar, azınlıklara karşı izlenen politikalar ve tek partili rejimlerde devlet-toplum ilişkileri gibi konularda devam etmektedir.