Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

‘Toprağımızı vermiyoruz’: Otoriterleşme, ekstraktivizm ve kollektif direniş

Bu içeriği paylaş:

Kapitalizm, kendi yaşam kaynağını tüketen bir sistem olarak ekolojik krizi derinleştiriyor. Doğayı sermaye birikiminin sınırsız genişleme mantığına tabi kılan ekstraktivist faaliyetler, yalnızca ormanları, suları ve toprakları değil, aynı zamanda toplumların yeniden üretim koşullarını da tehdit ediyor. Eduardo Gudynas’ın ifade ettiği üzere, ekstraktivizm yalnızca bir ekonomik faaliyet değil; doğayı, toplulukları ve mekânları sermayenin buyruğu altına alan bir iktidar mantığıdır” (Gudynas 2015). Latin Amerika’daki neo-ekstraktivist deneyimlerden yola çıkarak geliştirilen bu kavram, bugün Türkiye’de otoriterleşmiş devlet biçiminin doğa üzerindeki tahakküm politikalarını anlamak için de güçlü bir anahtar sunuyor.

Türkiye’de sermaye birikiminin ekolojik boyutunu belirleyen yasal ve kurumsal dönüşümler, 2025 Temmuzunda kabul edilen Maden Yasası  ile kritik bir eşiğe gelmiştir. Bu yasa, zeytinliklerin, meraların ve orman alanlarının madencilik ve enerji projelerine açılmasına imkân tanımış; ÇED süreçlerinde “sessiz onay” gibi mekanizmalarla hukuki denetimi fiilen ortadan kaldırmıştır. Böylece doğa üzerindeki koruma rejimi zayıflamış, yerel toplulukların karar süreçlerindeki etkisi daralmış, sermaye fraksiyonlarının yatırım hızını belirleyen kurumsal düzenekler güçlendirilmiştir. Maden Yasası, teknik bir düzenlemeden çok daha fazlasıdır: geç kapitalizmin otoriterleşmiş biçiminin doğa ve toplum üzerinde kurduğu tahakkümün güncel bir aracıdır.

Bu siyasal zemin üzerinde, 28 Eylül 2025’te Muğla-Menteşe Atatürk Bulvarı’nda gerçekleşen “Toprağımızı Vermiyoruz” mitingi, toplumsal tepkinin görünür eşiğiydi: ülkenin dört yanındaki köylü hareketleri, ekoloji örgütleri, emek ve demokratik kitle örgütleri, torba yasaya ve ekstraktivist genişleme stratejilerine karşı ortak bir hatta buluştu. Mitingin çağrısı ve yeri-zamanı kamuoyuna açıkça ilan edildi; geniş katılımla gerçekleşti. Bu çıkış, yerel mücadelelerin bir araya gelerek toplumsal bir direniş hattına dönüşebileceğini gösterdi ve hegemonik düzenin rıza üretim mekanizmalarının artık eskisi kadar işlemediğini açığa çıkardı.

Bu yazıda amacım, yeni Maden Yasası’nı otoriterleşmiş kapitalist birikim rejiminin doğa ve toplum üzerindeki tahakküm stratejilerinden biri olarak çözümlemek ve buna karşı gelişen kolektif direnişi anti-ekstraktivist bir çerçevede incelemektir. “Toprağımızı Vermiyoruz” çıkışı, bir sembolün ötesinde, toplumsal hareketlerin hegemonik düzenin dayattığı sınırlara karşı ayağa kalkma potansiyelini sergilemektedir. James O’Connor’ın işaret ettiği üzere, kapitalizmin kendi toplumsal ve ekolojik yeniden üretim koşullarını tahrip etme eğilimi, toplumsal hareketlerin yükselişine zemin hazırlayan ikinci bir çelişkiyi barındırır (O’Connor, 1998[1988]). Türkiye’deki güncel deneyim, bu çelişkinin somut bir tezahürü olarak okunabilir; ancak asıl önemli olan, bu çatışmanın toplumsal muhalefet için yeni bir karşı-hegemonya imkânı yaratmasıdır.

Kapitalist Birikim, Otoriterlik ve Ekstraktivizm

Kapitalist birikim, yalnız üretim alanında değil, yaşamın örgütlenişinde de belirleyicidir: karar alma süreçlerinden mekânın kullanımına, kamusal hizmetlerden gündelik zamana kadar geniş bir alanda sürekli artmak zorunda olan sermaye birikimi  mantığı doğrultusunda yeniden düzenlemeler yapılır. Ekstraktivizm, bu bağlamda çıkarım pratiklerinin bizzat birikimin ana stratejisine dönüşmesi, doğanın ve toplumsal yeniden üretimin bu stratejiye göre kurulmasıdır. Bu model, hem yüksek kâr marjı hem de mekânsal genişleme kapasitesi nedeniyle kriz dönemlerinde sermaye için bir çıkış kapısı sunar. Ne var ki bu strateji, doğa ve toplum arasındaki metabolik ilişkileri tahrip ederek yeni çelişkiler yaratır (Chagnon vd. 2022).

Türkiye’de AKP iktidarı boyunca ekstraktivizm, neoliberal politikalarla birleşerek otoriter birikim rejiminin merkezine yerleşmiştir. 2000’lerden itibaren oluşan sermaye bloku, özellikle AKP iktidarının şekillendirdiği büyüme rejiminde inşaat, enerji ve madencilik sektörlerine dayalı birikim modelini stratejik bir eksen olarak belirlemiştir. Arsel, Adaman ve Saad-Filho (2021: 262), bu  tarz süreçleri “otoriter kalkınmacılık” olarak kavramsallaştırır: yürütmenin merkezileştirilmesi, olağanüstü hâl mantığının kurumsallaşması ve çevresel düzenlemelerin esnetilmesi yoluyla sermaye lehine birikim koşulları yaratılır. Bu, kapitalizmin kriz yönetiminin yeni bir evresidir; bir kopuştan ziyade neoliberal piyasa dostu düzenlemeler ile süreklilikler taşır; otoriter devlet biçimi iç içe geçerek sermayeye yeni değerlenme alanları açar.

Otoriterleşme, ekstraktivizmin genişlemesiyle iç içe geçen ve onu kolaylaştıran bir siyasal yönetim tarzıdır.Buradaki mesele yalnızca demokratik temsilin daraltılması değildir; karar alma süreçlerinin merkezileştirilmesi, denetim mekanizmalarının işlevsizleştirilmesi ve toplumsal itirazların kriminalize edilmesi, doğa üzerinde yoğunlaşan ekstraktivist projelerin hızını belirleyen kurumsal düzeneklere dönüşmektedir. Türkiye’de son dönemde Maden Yasası’nda yapılan değişiklikler bu sürecin açık göstergesidir: ÇED süreçlerinin işlevsizleştirilmesi, zeytinlik, mera ve ormanların madenciliğe açılması, kritik minerallerin “ulusal çıkar” ve “güvenlik” meselesi olarak tanımlanması, Cumhurbaşkanlığı’na kritik madenlerin belirlenmesi yetkisinin verilmesi ve maden bölgelerinin “Özel Güvenlik Bölgesi” ilan edilebilmesi, sermaye sınıfının çıkarlarının doğrudan devletin güvenlik söylemine tercüme edilmesi anlamına gelmektedir. Bu, güvenlikleştirme yoluyla doğa tahribatını meşrulaştıran otoriter ekstraktivizmin tipik bir örneğini oluşturur. Kapitalist devlet biçimlerinin çevre ve toprak savunucularına yönelttiği şiddet, madencilik, enerji ve agro-endüstri gibi doğa-yoğun sektörlerde yoğunlaşır; böylece doğa üzerindeki sermaye tahakkümü, zor aygıtının sistematik biçimde devreye sokulmasıyla tamamlanır. Bu dinamik, Marksist ekoloji literatüründe tartışıldığı üzere, sermaye birikiminin yalnızca emek sömürüsüne değil, aynı zamanda doğanın tahakkümünün bağımlı olduğunun ve otoriterleşmenin bu iki sömürü biçimini bütünleştiren bir devlet pratiği haline geldiğinin göstergesidir. Rıza üretiminin tıkandığı eşiklerde zorun devreye girmesi ise tesadüfi değil, sermayenin doğa üzerinde kurduğu tahakkümün siyasal ekonomisinin kurucu bir bileşenidir.

Bu bağlamda 7554 sayılı yasa, bu stratejinin somut hukuki ifadesidir. Yasa, maden ruhsatlandırma süreçlerini hızlandırır, ÇED sürecini biçimsel bir prosedüre indirger, rehabilitasyon yükümlülüklerini şirketlerin maliyet kısıtlarına tabi kılar. Bu düzenleme, kapitalist devletin yalnızca düzenleyici değil, aktif birikim öznesi olduğunu gösterir: devlet, doğrudan sermayenin mekânsal stratejisini kolaylaştıran bir aktöre dönüşmektedir. Dolayısıyla 7554 sayılı yasa sermaye fraksiyonlarının kriz koşullarında birikimi sürdürme stratejisinin hukuki ifadesidir. Bu yasa, ekolojik müştereklerin sermaye lehine tahsisinin önünü açarken, toplumsal direnişlerin radikalleşmesi için de maddi bir zemin yaratır.

 

Anti- Ekstraktivist Strateji, Direnişin Anlamı ve Praksis

Akbelen direnişi ve “Toprağımızı Vermiyoruz Mitingi”, sermaye birikim stratejilerinin yarattığı bu yeni momentte gelişen karşı-hegemonik pratiklerdir. 2021’den bu yana süren orman nöbeti, 2023’te yoğunlaşan kesimlere ve 2025’te yasa değişikliklerine karşı genişleyen bir toplumsal koalisyon üretmiştir. Köylüler, ekolojistler, meslek örgütleri, gençlik hareketleri ve akademisyenler bir araya gelerek müştereklerin savunusuna dayalı bir siyasal hat örmüştür.

Toplumsal hareketler  özü itibariyle kurucu bir niteliğe sahiptir;  tarihsel olarak kapitalizmin kriz anlarında yeni siyasal imkânlar yaratmıştır. Anti-ekstraktivist direnişler, yalnızca doğayı savunmakla kalmamakta; aynı zamanda emek, yaşam ve toplumsal yeniden üretim için alternatif bir siyasal tahayyül inşa etmektedir. Bu tahayyül, kapitalizmin otoriter ve ekstraktivist yönelimlerine karşı ekososyalist bir yolu inşa edebilme kapasitesine sahiptir. Zeytinliklerin, ormanların ve su havzalarının korunması talebi bu nedenle salt “çevre” başlığına indirgenemez; üretim araçlarının toplumsallaştırılması, toprağın kamusal niteliğinin ve köylü topluluklarının siyasal özerkliğinin tanınması gibi sınıfsal-mekânsal taleplerin düğümlendiği bir mücadele eksenidir.

Ekososyalist literatür (Foster vd., 2010; Kovel, 2002) bu tür mücadeleleri kapitalist üretim tarzının doğayla kurduğu metabolik yarığı onarma yönünde toplumsal bir gelişme  olarak değerlendirir.  Ekstraktivist projelere karşı toplumsal  direnişlerin küresel kapitalist ilişkiler ağını sorguladığını ve yalnızca yerel değil küresel ölçekte bir siyasal dönüşüm potansiyeli barındırdığını vurgular.

Böyle bakıldığında Akbelen/Muğla’da , ikinci çelişkinin yerli biçimlenişine verilen kolektif bir yanıttır: kömür-merkezli enerji zincirinin emek ve ekoloji üzerindeki yıkıcı etkilerini siyasal bir karşı-programa çevirir. Muğla mitingi, Türkiye’de ekolojik mücadelenin demokrasi mücadelesiyle kesiştiği bir alan açmaktadır. Devletin zor aygıtı sahaya sürüldüğünde, ekoloji mücadelesi  kaçınılmaz olarak siyasal özgürlükler ve toplumsal adalet talepleriyle birleşir. Böylece ekoloji mücadelesi, neoliberal otoriterliğin bütünlüklü bir eleştirisine dönüşür.

“Toprağımızı Vermiyoruz” mücadelesi tam da bu işlevi yerine getirmektedir: yerel karar alma mekanizmalarını savunarak, müştereklerin kamusal niteliğini yeniden talep ederek ve ekolojik adaleti merkeze koyan bir üretim-yeniden üretim rejimi önererek hegemonik “kalkınma”, “güvenlik” söylemlerine  alternatif bir toplumsal ufuk açmaktadır.

Bu bağlamda köylülerin “toprağına, suyuna” sahip çıkma iradesi ile işçilerin güvenceli geçim talebi aynı kürsüde buluşur; kadınların bakım emeği perspektifi ile gençlerin iklim adaleti talebi ortak bir dil kurar. Akbelen orman nöbeti ise, sermayenin mekânsal stratejisini ormanların ve zeytinliklerin “enerji arz güvenliği” adına metalaştırılmasını somut olarak durduran bir siyasal özneleşme deneyimi ürettir.  Bu deneyimler, otoriter-neoliberal blokun çatlaklarını büyüten ve “yeni birikim alanları”na mahkûm kılınmış “kalkınmacı” tahayyülün karşısına, müştereklerin kamusal niteliğine dayalı bir üretim-yeniden üretim rejimi yerleştiren ekososyalist stratejinin kurucu halkalarıdır.

Bu nedenle, Türkiye’de ekolojik mücadele ile demokrasi mücadelesi birbirinden ayrıştırılamaz. Akbelen’den İkizdere’ye, Kazdağları’ndan, Munzur’a ve Hatay’a uzanan direniş hattı, farklı toplumsal grupları ortak bir zeminde buluşturmuştur. Köylüler, işçiler, çevre hareketleri, kadın örgütleri ve kentli orta sınıflar arasında kurulan dayanışma, yeni bir toplumsal blokun nüvelerini taşır. Bu blok, hegemonik düzenin karşısına kolektif bir karşı-hegemonya çıkarma potansiyeline sahiptir. Toplumsal blokun genişletilmesi, müştereklerin savunusunun hukuki araçlarla desteklenmesi ve ekososyalist bir program etrafında birleşen kolektif bir ekolojik siyasal öznenin inşası, yalnızca mevcut yasa değişikliklerinin geri alınması için değil, kapitalist birikimin ekolojik sınırlarına karşı sürdürülebilir bir karşı-hegemonya yaratmak için de gereklidir.

Sonuç olarak, Türkiye’nin sosyo-ekolojik geleceği, bu karşı-hegemonik projenin genişleyip kurumsallaşmasına bağlıdır: köylüler, işçiler, kadınlar ve gençlerden oluşan ekolojik sınıfın ortak programı; müştereklerin kamusallaştırılması; finans-disiplini kıran toplumsal mülkiyet; emek-ekoloji eşgüdümünde adil dönüşüm. İkinci çelişkinin açtığı tarihsel aralık, “yeşil yıkımı telafi” eden değil, onu sonlandırıp toplumsal-ekolojik yeniden kuruluşu hedefleyen bir devrimci praksis çağrısıdır.

 

Kaynakça

Arsel, M., F. Adaman,, ve A. Saad-Filho, (2021). Authoritarian developmentalism: The latest stage of neoliberalism? Geoforum, 124:  261-266.

Chagnon, N., M. Cariño, Maricela, R. Delgado, C. Gian ; vd. (2022). “From extractivism to global extractivism: the evolution of an organizing concept” The Journal of Peasant Studies, 49(3): 760–786.

Foster, J. B., B. Clark ve R. York (2010)  The Ecological Rift: Capitalism’s War on the Earth. New York: Monthly Review Press.

Gudynas, E. (2015).  “Extractivisms: Tendencies and Consequences” M. Lang ve D. Mokrani (der.), Beyond Development: Alternative Visions from Latin America. Quito: Rosa Luxemburg Foundation:  61–86.

Kovel, J. (2002). The Enemy of Nature: The End of Capitalism or the End of the World? London: Zed Books.

O’Connor, J. (1998 [1988]). Natural Causes: Essays in Ecological Marxism. New York: Guilford Press.

 

Görsel Bilgisi: ANKA

Yelda Erçandırlı

Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesidir. Doktorasını 2017 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi SBE Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalında tamamlamıştır. Eleştirel teori, Marksist ekoloji, uluslararası politik ekonomi ve küresel çevre siyaseti çalışma alanlarını oluşturmaktadır.

Bu yazı için gösterilecek etiket bulunmamaktadır.