Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

TİP ve halkçılık: Bağlam, kuram, strateji (Praksis Güncel Tartışmaları #1 2024 Yerel Seçimleri)

Bu içeriği paylaş:

Aralıksız bir seçim konjonktüründe olduğumuz son iki yılda TİP’in birçok tartışmanın merkezine oturduğunu söylemek yanlış olmaz. Elbette, TİP sosyalist harekette olduğu kadar ülke siyasetinde de bir “olay” ve bu ölçüde ilgi konusu olması normal diye düşünülebilir.

Yine de iki seçim döneminde mazhar olunan ilginin her örnekte geliştirici bir polemiğe benzediği söylenemez. Çoğu zaman bağlamsız, önü arkası bilinmeden veya araştırılmadan, TİP’in ürettiği temel metinler neredeyse hiç okunup incelenmeden, zaten esas olarak sosyal medyada yürütülen ve haliyle hem malzemesi hem çıktısı “tweet” niteliğinde olan sataşmalar, ancak klavye başından sarf edilebilecek hakaret ve küfürler, kimisi bilinçli kimisi vurdumduymaz çarpıtmalar, yanlış bilgiden hareketle edinilmiş daha da yanlış kanaatlerle karşı karşıya kalıyoruz.

Öte yandan, az sayıda olsa da yine TİP’i ve onun stratejik-taktiksel yaklaşımını belirli bağlamlarda inceleyip tartışan metinler de (bazıları TİP üyeleri tarafından olmak üzere) üretiliyor. Bu tür eleştiri ve değerlendirmelerin ise hem ülkemizin sosyalist düşünce dünyasına hem de özel olarak TİP’e ciddi katkıları olduğunu söyleyebilir ve çoğalmasını umut edebiliriz. Fakat burada niyetim bu metinlerle açık bir tartışma yürütmek değil. Hem bir TİP üyesi olarak hem de söz konusu metinlerde zaman zaman daha önceki yazılarına atıf yapılıp kulağı çınlatılmış biri olarak TİP hakkındaki tartışmaya bir bağlam önermeye ve buradan hareketle bazı temel noktalara açıklık getirmeye çalışacağım.

Bağlam ve dürtü

Sartre, bir yerde “öznellik, bir cevabın karakteridir” der. Biraz serbest bir düşünmeyle, öznenin karakterinin hangi sorulara, ne türden yanıtlar verdiğiyle görünür olduğunu anlayabiliriz bu sözden. TİP’i tartışmaya başlarken de en anlamlı ve en uygun yol onun kendi ailesi ve tarihi içindeki hangi sorulara, hangi yanıtları verdiğini incelemekten geçer.

Türkiye’de sosyalist hareketin soru(n)larını saymaya kalktığımızda listenin sonuna varılması hayli zaman alır. Bununla birlikte, 12 Eylül’le birlikte başlayan ve onun ardından geçen 40 küsur yılda da çözülemeyen esaslı bir sorun sosyalistler ile halk arasındaki bağın zayıflaya zayıflaya kopmasıdır. Aynı dönemin kapitalizmin egemenlik modelinde de köklü ve derin değişimlerin gerçekleştiği bir dönem olduğunu akılda tutmak gerekiyor. Neredeyse tüm siyasal ve toplumsal alana yayılan, sömürü ve tahakküm ilişkilerini derinleştirip emekçilerin tarihsel kazanımlarına el koyan ve onları siyaset başta olmak üzere tüm haklarından arındıran bir kapsama sahip olan neoliberal dönüşüm sosyalistlerin bu 40 yıllık hikayesinin arka planını oluşturmaktadır.

Neoliberal dönüşümün Türkiye toplumunda ve siyasetinde yarattığı değişiklikler arasında bu yazı için önem taşıyanı siyasetin tasfiyesi, giderek etkisizleşmesi, önemsizleşmesidir. Daha açık bir ifadeyle, emekçilerin ve onlarla ilgili hak ve taleplerin siyasal alandan sürülmesi, siyasete katılım kanallarının ideolojik ve teknokratik yollarla kapatılması, giderek siyasetin belirli simge ve ikonlar çevresinde dönen bir performansa dönüşmesi ve bu yolla da üretim ve bölüşüm ilişkileri gibi “tatsız konuların” siyaset alanından dışlanması. Dahası, siyasetin tasfiyesi ve önemsizleştirilmesi, doğrudan doğruya halkın özneleşmesinin imkanlarını yok etme girişimidir de. Ve en çok bu açıdan sosyalistlerin üzerine eğilmesi, durdurması ve nihayetinde halkın özneleşmesi için kanallar ve imkanlar yaratması gereken bir konudur. Çünkü sosyalistler ile halk arasındaki kopukluğun giderileceği, bu ikilinin yeniden birbiriyle ilişki kurabileceği biricik alan siyasettir.

Toplumla kurulan bağların yitirilmesinin, siyaset alanının bu biçimde kapatılmasının ve uzun on yıllar boyunca sosyalist hareketin toplumsallaşmış bir siyasal kulvar yaratamamasının çeşitli sonuçları olmuştur elbette.

Bunların başında, E. M. Wood’un bir tür “düşünsel ikamecilik” olarak adlandırdığı yer değiştirme geliyor. Wood’a göre geri çekilen sosyalist hareket kendisini yerleştireceği toplumsal bir alan bulamadığı ölçüde ideolojik bir mecraya yerleşmiş, giderek ideolojik mücadeleyi siyasal mücadelenin belirleyeni yaparak ona öncelik tanımış, bu önceliğin bir çıktısı olarak da “militan” kadroların devrimci mücadeledeki rolünü çarpıtmıştır. Sonuçta, sosyalistler bir sınıfsal ya da toplumsal hareketin öncüleri olmaktan çıkıp, kendilerini o hareketin bizzat kendisi olarak görmeye başlamışlardır. Adorno’nun “kendisini nesnellik sanan öznellik” deyişini hatırlatan bu yer değiştirme, esasında, kendisini bir başkası olarak tanıdıkça rahatlayan yalnızlaşmış ve yabancılaşmış özbilincin sancılarını (geçici süreliğine de olsa) dindirmekten başka bir iş görmemiştir maalesef.

Bir diğer sonuç ise, sosyalist harekette nesnellik ile özne arasındaki ilişkinin diyalektiğin tam zıttı bir yöne evrilmesi olmuştur.

Marksizm özne konumunun nesnelliğin dışında değil bizzat onun içinde ve onun imkanları dahilinde inşa edilebileceğini ileri sürer. Hegelci bir tabirle söylersek, gerçeklik sadece bir töz olarak değil, aynı zamanda bir özne olarak incelenmelidir. Haliyle, gerçekliğin çözümlenmesi onda yatan özneleşme imkanlarının da açığa çıkarılması anlamına gelir. Buna karşın, sosyalist harekette hakim hale gelen kanaat, böylesi bir diyalektikten ziyade Kantçı anlamda bir “kendinde-şey” yaklaşımına benzer. Sadece kendisi için var olan ve varlığını sadece kendisi duyumsayan, sadece kendisi üzerinde yarattığı etkiyle kendi varlığını kanıtlayan bu “kendinde-şey”, kaçınılmaz olarak, gerçekliğin içerisindeki imkanlarda inşa edilen değil de gerçekliğe dışardan dahil olan bir özne yaklaşımını üretmiştir.

Sosyalist hareket bu kapsamlı sorunlar karşısında kendi içsel gelişiminden hareketle bir çözüm üretememiştir, ne yazık ki. Ancak tarih, her zaman olduğu gibi, tıkalı damarları açmak üzere sahneye çıkmıştır. İşte Gezi Direnişi, başka pek çok açıdan ele alınabileceği gibi, sosyalist hareketin on yıllara yayılan dertlerinin yeni bir gözle görülmesini sağladığı için de önemlidir. Her şeyden önce, Gezi Direnişi ile açığa çıkmıştır ki, temel talepleri ve değerleri açısından sola açık durumdaki yığınların bilinci ile sosyalist hareketin bilinci arasında bir uyumsuzluk söz konusuydu. Burada, doğası gereği olması gereken ve genellikle sosyalistlerin lehine ölçülebilecek bir “açı”dan söz etmiyor, doğrudan doğruya bir uyumsuzluktan söz ediyorum. Bu uyumsuzluk, en fazla, 40 yıla damgasını vuran sorunların aşılamamasından kaynaklanmıştır elbette. Ancak onu daha da trajik kılan, yığınların bilincinin bir kazanım arayışıyla belirlenmiş olmasına karşılık, sosyalistlerin bilincinin bir korunma psikolojisi ile belirlenmiş olmasıdır.

Esasında sosyalist bilinçte büyük yer kaplayan “nesnel koşulların olgunlaşması” mitolojisi açısından son birkaç on yılın en elverişli günleri olan Gezi Direnişi’nde hiçbir sosyalist parti ya da örgütün büyümemesi, büyümek şöyle dursun Direniş’in ardından hızla küçülmesi, kitlelerle sosyalistler arasındaki zaten birkaç telden ibaret kalmış olan bağın da kopması bir yanıyla da bu uyumsuzluğun sadece sosyalistler arasında değil kitleler nezdinde de görünür olduğunu kanıtladı. Halk, aradığı ve beklediği zafere, en azından bir süre daha, sosyalistlerin hazır olmadığını fark etti ve AKP karşısındaki güçlü enerjisini (evcilleştirmek pahasına da olsa) düzen içi muhalefetin aktörlerine hediye etti.

Yine de Gezi Direnişi bir dürtünün beşiği oldu elbette. Bu dürtü, sosyalist hareketin 40 yıllık temel sorununu çözmek yönünde köklü adımlar atmanın artık ertelenemez olduğu kararında somutlaştı. İşte TİP’i tartışmaya başlayacağımız uğrak burasıdır ve bu uğrağı gözetmeden yürütülecek her TİP tartışması boşlukta sallanmaya mahkum kalacaktır.

Tarih ve hikaye

Diyalektiğin cilvelerinden biri, gelişiminin o an için en ileri evresinde olan olgunun, sorunun da en açık gözlenebildiği olgu olmasıdır. Bu anlamda, Gezi Direnişi ile onu takip eden günlerde Türkiye Komünist Partisi içerisinde, esasını yukarıda özetlediğim konuların oluşturduğu bir tartışma sürecinin başlamasında garip bir şey yok. Sosyalist hareketin o andaki en ileri mevzisi, doğal olarak ona içkin sorunların da en açık ve yakıcı biçimde görünür olduğu alan olmuştur.

Bu tartışmanın TKP içinde tüketilememesinin bir nedeni, elbette, o dönemde (aynı zamanda, önceki ve sonraki uzun yıllarda da) parti önderliğini sürdüren ekibin bir tasfiye girişimine yeltenmesidir. Ancak, aradan geçen on yıla bakıldığında, bu tartışmanın TKP içinde tüketilmesinin, hatta sadece TKP’ye münhasır olarak görülmesinin imkansız olduğu söylenebilir. Tartışmanın işaret ettiği sorunların, gerçekten de TKP’ye özgü ve TKP içinde tüketilebilir olmaktan çok uzak olduğu, bir bütün olarak sosyalist harekete, onun on yıllar içerisinde geliştirdiği yatkınlık ve tercihlere dair olduğu artık görülmektedir.

O halde, TİP’in özgünlüğü, en başta, tek bir siyasal/örgütsel geleneğin içsel evrimini aşmış, onun ötesine taşıp sosyalist hareketin tamamını ilgilendiren bir yola çıkmış olmasıdır. Bu yol, adlı adınca, sosyalist hareketin yeniden kuruluşuna dairdir. Elbette, sosyalist harekette böylesi yeniden kuruluş dönemleri daha önce de yaşanmıştır ve tarih yürüyüşüne devam ettikçe gelecekte de tekrarlanacaktır. TİP’in yolunu aralamaya çalıştığı yeniden kuruluş döneminin ayırt edici yanı ise, ilk olarak bir yenilgi döneminin kasvetiyle belirlenmemiş olması, ikinci olarak da içrek bir örgütsel inşa faaliyetiyle sınırlı kalmayıp toplumsallaşmış bir siyasal kulvarın yaratılmasıyla paralel yürümesindedir. Kuşkusuz, bu bir iddiadır; başarılı olup olmayacağını da sınıf mücadelesi tarihi gösterecektir. Ancak TİP’ten söz ederken bu iddiayı ve onu gerekçelendiren çözümleme ile ondan çıkan sonuçları göz ardı ettiğimizde yavan bir polemikten öteye geçmek imkansız olacaktır.

Peki, bu tür bir yeniden kuruluşun repertuarında hangi başlıklar öne çıkmaktadır?

Sadece sözünü ettiğim yeniden kuruluş dönemi için değil, sosyalist hareketin anlamlı bir toplumsal karşılık yaratabilmesi için de mutlaka sağlanması gereken koşulların başında siyasetin yeniden önem kazanması gelir. Siyasal alana girişi tıkayan engellerin aşılması, yerleşik statükonun dışladığı çatışma başlıklarının yeniden siyasete dahil edilmesi ve emekçi kitlelerin siyasete katılım yollarının açılması gerekir. Bu gerekliliğin karşılanması ise hem içinde yaşadığımız ülke ve döneme dair kapsamlı bir çözümlemenin yapılmış olmasını hem de geleceğe yönelik belirli bir stratejinin oluşturulmasını şart koşar. Bu açıdan, ilk bölümde kabaca özetlediğimiz neoliberal dönüşüm ve siyasal alanın kapatılması ile sosyalist hareketin toplumsal bağlarının kopukluğu ve içrek bir misyonun tekrarını ifade eden “düşünsel ikamecilik” verimli birer çıkış noktası olabilir.

Neoliberal dönüşümün siyaset alanını emekçilere ve sınıf mücadelesinin dolaysız yansıması olan gündemlere kapatma gayretinin sonuçlarından biri, sadece düzen dışı siyasal çizgileri ağır bir kuşatma altına almak değil, aynı zamanda düzen içi alternatifleri de keskin bir usturayla törpülemek olmuştur. Kapitalizmin önceki dönemlerinde düzen içi alternatifler olarak değerlendirilebilecek sosyal demokrasi, ulusal kalkınmacılık, liberal reformizm gibi akımlar bile hem programatik düzeyde tektipleştirilmiş hem de liderlikleri vasıtasıyla neoliberal ruhban sınıfının doğrudan güdümüne sokulmuştur. Kendi inisiyatifleriyle siyasete katılımı engellenmenin ötesinde, düzen içi aktörlerin alternatif politik çizgileriyle bile siyaset alanında yer edinmesine izin verilmeyen emekçiler açısından faşizan/popülist hareketlere yönelmek (ki, bu da siyasal alanın emekçilere/onların çıkarlarına kapatılmasının bir başka biçimidir) ya da devlet ile yurttaş arasındaki boş uzamda salınmak dışında bir seçenek bırakılmamıştır.

Siyaset alanının bu biçimde tasarlanmasının anlamı, kitlesel ölçekte bir temsil sorunudur. Buradaki “temsil sorunu” ifadesi, seçim sistemleriyle sağlanan katılım biçiminin çözemeyeceği derinliktedir ve doğrudan doğruya emekçi sınıfın temel hak ve taleplerinin görünmezleştirilmesi, fiziki ve ideolojik şiddet aracılığıyla yok edilmesi, giderek emekçinin “yurttaş” statüsünün de iptal edilmesi ve devlet ile siyaset alanının hiçbir gedik kalmamacasına sermaye sınıfı tarafından yutulmasını anlatır. Burada, artık, sadece emekçilerin ve onların sınıfsal çıkarlarının değil, daha da geniş bir ölçekte tarihsel olarak emekçilerin mücadelelerine de borçlu olduğumuz en temel demokratik hak ve özgürlükleri yansıtan taleplerin de temsil edilmemesinden söz etmemiz gerekiyor.

Zaman zaman dile getirdiğimiz, neoliberal dönüşüm koşullarında emek ve özgürlük mücadelesinin, birliği yaklaşımı, dayanaklarını yukarıdaki çözümlemede bulmaktadır.

Sosyalist harekette (Lenin’den yüz yıl sonra bile) yeniden ve yeniden nüksetmesine şaşırdığımız ekonomist/sendikalist sapmanın, sınıf mücadelesinin ve sosyalist hareketin gündeminin söz konusu demokratik hak ve özgürlüklere kapalı kalmasını, daha iyimser bir ifadeyle söylersek bu tür gündemlere ağırlık tanımaması gerektiğini ileri sürdüğü oluyor hala. Oysa, sınıf mücadelesinin gündemlerinin salt üretim süreci içinden çıkarılması, hem bildiğimiz ekonomizm/sendikalizm sapmasının ezber edilmiş tanımıdır hem de siyasal alanı burjuva-liberal reformizme teslim etme niyetinin incir yaprağıdır. Ancak, bunlardan daha önemlisi, söz konusu yaklaşımın doğrudan doğruya Marksist kuram ile uyumsuzluğudur. Çünkü, üretim süreci kadar, emek gücünün yeniden üretim süreci de sermayenin egemenlik sahasına dahildir ve proleterin iş yeri dışındaki varlığı bu yeniden üretim sürecini kuşatan dinamiklerce denetim altına alınır. Emek gücünün yeniden üretimi dendiğinde ise, yine salt bakım emeği gibi artık değerin gerçekleşmesiyle ilişkili pratikleri değil, aynı zamanda sermaye sınıfının ideolojik egemenliğinin tesis edilmesini de hesaba katmak gerekir.

Haliyle, üretim süreci içindeki çatışmaların sınıf mücadelesinin gündemi olarak kabul edildiği, buna karşılık demokratik hak ve özgürlüklere ilişkin çatışmaların tali ya da ikincil önemdeki başka bir mücadele sahasına ait olduğu biçimdeki yaklaşım, hem Marksist-Leninist kuramın klasik birikimi açısından hem de dünya sosyalist hareketinin güncel gelişim düzeyi açısından hayli ilkel kalmaktadır. Sınıf mücadelesi ve siyasal gündemler ilişkisini düşünürken sık sık başvurmak gereken eşitsiz gelişim ilkesi, tam da özü itibariyle düzen içi ya da burjuva olan taleplerin, sermaye egemenliğinin o anki biçimlenişi itibariyle karşılanmasının imkansız hale gelmesi olasılığını anlatır. Hiçbir açıdan “özel olarak sosyalist” sayamayacağımız “ekmek, toprak, barış” talebinin, Rus kapitalizminin o anki biçimlenişi içerisinde karşılanmasının imkansız hale gelmesi ve Bolşeviklerin (toprakla ilgili kısmı basbayağı burjuva da olan) bu taleplerin biriktirdiği enerjiden mevcut düzenin sınırlarını yıkacak bir devrimci sıçrama için yararlanması son derece öğretici bir örnektir. Eşitsiz gelişim, sadece bir parçanın az gelişmesini değil, aynı zamanda bazı parçaların da çok gelişmesini anlatır çünkü; karşılanması için düzen içi iyileştirmeleri değil düzenin kökten yıkımını şart koşacak kadar çok.

O halde, sosyalistlerin emek sorunlarıyla birlikte bu tür demokratik hak ve özgürlükler hakkındaki sorunları da gündemine alması, bu gündemlerin taşıdığı siyasal enerjiden kitleselleşmek ve düzen dışı bir seçenek oluşturmak için yararlanması hiç de garipsenecek ya da ayıplanacak bir şey değildir. Troçki’nin bir zamanlar “8 saatlik işgününü kazanamadık, ama 8 saatlik işgünü talebini kazandık” demesindeki gibi, siyasal mücadele kimi taleplerin kazanılmasıyla, sosyalizm idealiyle özdeşleştirilmesiyle, o talep düzenin sınırlarına sığmayıp radikalleştikçe de kitlelerin bilincinde sosyalizme geçişi şart koşan tarihsel basıncı artırmakla ilgilidir.

Bu geniş kavisi tamamlayıp konumuza dönersek, siyaset alanından hem dışlanmış hem de birçok temel talebi siyaset alanında görünmezleştirilmiş emekçi kitlelerle temas kurarak toplumsallaşmış bir mücadele kulvarı yaratmanın zaman zaman “radikal reel politik” dediğimiz bir yaklaşımı gerektirdiği açık hale gelir.

Radikal; yani Türkiye’nin halihazırdaki iktidar sisteminin o ya da bu yönde revize edilmesiyle, sivriliklerinin törpülenmesiyle veyahut daha ılımlı ve makul bir hale getirilmesiyle yetinmeyen; Türkiye’nin köklü, köktenci bir dönüşüme gereksinimi olduğunu savunan bir yaklaşım.

Reel; yani düzenin mevcut yapılanması içinde karşılanması imkansız hale gelen talepleri sırtlanan; sadece iktidar tarafından değil ana muhalefet tarafından da benimsenmesi “zındıklık” sayılan toplumsal ve siyasal hakları kitleselleştiren bir yaklaşım.

Politik; yani halk içinde yürüttüğü örgütlenme faaliyetinde sosyalizmi gelecekteki imgesinden hareketle değil de bugünün sorunlarını çözen bir direnç çizgisi olarak resmeden; emekçilerin elinde ne varsa (zamanı, yaşamı, oyu, emeği vb.) onu değersizleştirmeyip işe yarar hale getiren bir yaklaşım.

Bunun TİP’in lügatindeki karşılığı, düzen dışı muhalefeti emek ve özgürlük sorunlarını birlikte kucaklayan (ve bu kucaklaşmanın ifadesi olan) halkçı bir kulvarda inşa etmektir.

Siyaset ve halk

Türkiye’de halkçılık hakkında yürütülen tartışmanın bir yanıyla kuramsal bir yanıyla da stratejik kaygılardan beslendiği söylenebilir. Kuşkusuz, ideal olanı bu iki kaygının ortaklaştırılması ve ortaya tutunumu yüksek bir yaklaşımın çıkmasıdır. Ancak bu ortaklaşmada kuramın ve stratejinin aynı miktar ve yoğunlukta yer almasını, simetrik bir dengeye oturmasını beklemek doğru değildir. Zira, halkçılık, en azından benim burada yürüttüğüm tartışma açısından, esas olarak kuramsal değil, stratejik bir yaklaşımdır. Kuramdan üretilmemiş, ama elbette kuramdaki uygun yerlerle rabıtalandırılmış, esası ve hedefi öncelikle stratejik olan bir yaklaşımdan söz ediyoruz. Bu yaklaşım bizi yine en kısa yoldan siyasetin alanına götürecektir.

İşin garibi ise, Horkheimer’in “herkes zeki olduğunu düşünür ama zekanın ne olduğunu düşünmez” demesindeki gibi, siyasetin ne olduğu ve nasıl yapılacağı hakkında neredeyse hiç düşünülmemesidir. Oysa, siyasetin ne tür bir pratik olduğu ve hangi sorunları kendisine konu edindiği açıklığa kavuşturulmadığı sürece, onun kendi kendisini ifade eden bir performans etkinliğine dönüşmesi tehlikesi hep yanı başımızda olacaktır.

Bu sorulara verilebilecek en kısa yanıtların şunlar olduğunu ileri sürebiliriz:

Siyaset, verili durumdaki toplumsal ve siyasal koşullar içerisinde yürütülen bir pratiktir. Siyasetin bu koşulların dışında ya da ötesinde bir alanı ya da zemini yoktur.

Siyaset, verili durumdaki çelişki ve çatışmaların soyutlanmasından çok, soyut ilke ve değerlerin mevcut koşullardaki talep ve beklentilerle eklemlenmesiyle ilgilidir.

Siyaset, farklı işlevler üstlendikleri için belirli kadro topluluklarını ya da bir öncü iradeyi gerektirse de gerçek ve biricik öznesi kitleler olan bir etkinliktir. Siyasette başarının ölçüsü de savunulan ilke ve değerlerin güzelliği değil, onları kitleselleştirme ve harekete geçirme konusunda sergilenen yaratıcılıktır.

Siyaset, son olarak, kitleleri belirli ilke ve değerlerin dolaysız sahibi, sözcüsü, temsilcisi yapmak biçimindeki bir doktrinasyonu değil, kitlelerde ortaya çıkan somut talep ve beklentilerin ancak belirli ilke ve değerlerle bütünleştiği zaman karşılanabileceğini gösteren bir öncülüğü üstlenir.

Bütün bunlardan hareketle şunu ileri sürebiliriz: Eğer ortada siyaset diye bir pratik ve siyaset yapmaya istekli bir kadro topluluğu varsa, bu mesainin büyük bir kısmının kitlelerin talep ve beklentileri ile temas kurabilmeye, kendi öz ilke ve değerlerinin söz konusu talep ve beklentileri karşılamanın zorunlu koşulu olduğuna kitleleri ikna edebilmeye harcanması gerekir. Daha da basitleştirirsek, kitlelerle temas kurmayı ve onları ikna etmeyi önceliklendirmeden de yapılabilecek birçok etkinlik türü vardır elbette; ancak siyaset bunlardan biri değildir.

Halkçılık kavramına geri dönersek, bu tartışmanın özellikle sosyalistler arasında yürütülüş tarzında (haklı kaygılara işaret etmekle birlikte) akademinin liberal kanadının köpürttüğü bir algıya kapılma tehlikesi de söz konusu. İşte bu tehlike, siyasetin kitlelerle, kitlelere yönelik olarak ve kitlelerle temas arayarak yapılan bir etkinlik olduğunun unutulmasıdır. Elbette, sosyalistler açısından halkın talep ve beklentilerini başka hedeflere yönlendirmek anlamında bir popülist ayartı söz konusu değildir, olmamalıdır; ancak, bu böyle diye sosyalistlerin halkın talep ve beklentilerine mesafeli olması, siyasetin gündemini somut çelişki ve çatışmalardan çok soyut ilke ve değerler düzeyinde belirlemesi de olacak iş değildir.

“Popülizm” tartışmalarının yeni gözdeleri olan liderler de halkın talep ve beklentilerine kulak verdikleri, halkta oluşan tepki ve öfkeyi siyasette temsil ettikleri için değil, bunun tam tersini yaptıkları için, yani halkı büyük bir manipülasyon mekanizmasıyla kandırdıkları için eleştirilmelidir. Zaten bir “popülizm” eleştirisi yapılacaksa, bu eleştiri halkın talep ve beklentilerini, öfke ve tepkisini dikkate almayı değil, bunları sömüren ayartıyı işaret etmeli, bu ayartının biçim ve mekanizmalarını açığa çıkarmalıdır. Ancak, bunun ötesinde, siyasetin halkla temasını sorunsallaştıran örtük söylemin, halkı temsil etme çabasını lanetleyen gizli niyetin farkına varmamak ve tüm bunları bir sepete dönüştürülmüş “popülizm” kavramıyla bağlantılandırmak da sosyalistlere düşmemelidir. Dahası, neredeyse etimolojik kökenlerine kadar inerek halkçılık tartışmalarını ille de popülizm şemsiyesi altına sokmaktan vazgeçmek, bu ikisinin (en azından Türkiye’de) birbiriyle temelden farklı siyasal ve ideolojik içerimleri olabileceğini düşünmek en iyisidir.

Üstelik, sosyalistler açısından halk ve halkçılık gibi kavramlar hem tarihsel içerimleriyle hem de duygusal imalarıyla el altındadır ve bunları kullanmak değil, yeterince ve etkili biçimde kullanmamak bir sorun sayılmalıdır.

Bizim ülkemizin tarihi açısından baktığımızda, halkçılık kavramının Kemalist resmi tarih söyleminin önde gelen bileşenlerinden biri olduğunu görüyoruz. Hedeflenen ise, toplumun farklı sınıflardan oluşan ve bu sınıfların uzlaşmaz çıkarlarıyla bölünmüş yapısını gözlerden gizlemek, yoksul ile varsılı “halk” kavramında eriterek “imtiyazsız, kaynaşmış, sınıfsız” bir toplum söylemini benimsetmekti. Bu teze, en başta zamanın komünistleri ve devrimcileri karşı çıktı. Toplumun “halk” kavramı içinde eritilmesine karşı koymak için “sınıf” kavramını sivriltti, yükseltti. Haliyle, halkçılık kavramına konulan mesafede, dönemin sıcak karşıtlıklarının ve mücadelelerinin payı olduğu inkar edilemez.

Oysa, dünya ve ülke 1930’ların koşullarından nitelik olarak bambaşka bir noktadır artık. Bugünün siyaseti, geçmişin ağır gölgesinden kurtarılır ve verili topografyanın zemininde kavranırsa, artık, “halk” deyince şekilsiz bir bulamacın değil, basbayağı emekçi toplum kesimlerinin akla gelmesi kaçınılmaz olur. Dahası, eğer sınıf mücadelesi dil hakkında da bir mücadeleyse, “halk” kavramının böyle akıllara kazınması da sağlanmalıdır.

Kuram ve strateji

Peki, elimizde Marksist kuram ya da sistem varken, bu tür bir stratejik yaklaşım nasıl düşünebilir? Marksizm buna imkan veren bir açık kapıya sahip midir?

Bilindiği gibi, Marksistler kapitalist üretim tarzını soyutlama yoluyla çözümlerken, toplumun iki büyük sınıftan oluştuğunu söyleyip dururlar. Yine aynı Marksistler, toplumsal yapıya karakteristiğini veren çelişkinin emek ile sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişki olduğunu ifade ederler. Ancak hiçbir Marksistin, somut bir toplumsal formasyonun tek bir emekçi tipi ile tek bir sermayedar grubu arasında bölünmüş olduğunu, siyasetin artık değer ve sömürüden başka konusu bulunmadığını söylediği duyulmamıştır.

Denecektir ki, “peki, son tahlilde tüm toplumsal gruplar, tüm siyasal mücadeleler emek-sermaye çelişkisine bağlanmaz mı?” Elbette bağlanır ve bağlanmalıdır da. Ancak bu sorudaki yanıt “son tahlilde” sözlerinde gizlidir. Zira o “son tahlil” az önce işaret ettiğimiz soyutlamanın alanına aittir ve tartışma tam da o soyutlama düzleminden somut toplumsal formasyon düzlemine, yani kuramdan siyasal pratiğe geçişe ilişkindir. Zira, kuram ile siyaset arasında bir boşluk vardır ve bu boşluk tarihsellik tarafından (sürekli güncellenerek, elbette) doldurulmak zorundadır. Bir düzlemin sorununu, onu kapsayan bir başka düzleme atlayarak çözmeye çalışmak ise pek makul bir yol değildir.

İşte, halkçılık kavramına bakarken, Marksist kuram ile siyaset arasındaki bu özgül ilişkiyi bir kenara not etmekte fayda var.

Marksizmin son derece detaylı ve ince işlenmiş bir bütünlüğe sahip olduğu açık. Dahası, Marksizm sürekli yeniden üretilen bir siyasal mücadele kılavuzu olduğu için detayların ve işlemlerin yeri ve vurgusu da sık sık farklılık gösterip zenginleşebilmekte. Bu haliyle, Marksizmin kitlesel bir hareketin, bu bir saf sınıf hareketi de olsa, yaygın biçimde benimsenmiş, içselleştirilmiş, künhüne erilmiş “bilinci” olması imkansızdır. Kitlelerin, geniş yığınların, emekçi kesimlerin bir ilke ve hedef olarak benimseyip paylaşacakları, bu niteliğiyle Marksizm olmaktan çok, bir ideolojik ve siyasal program olarak, bir toplum ve yaşam biçimi olarak sosyalizmdir. Bu nedenle, Marx, o meşhur cümlesinde yığınların kuramı anlamasından değil, kuramın yığınları kavramasından söz etmiştir. Yani kuram, yığınlara uzanacak, ulaşacak ve onlarla birlikte devinerek gelişecektir.

Bu noktada iki sonuç ardı arkasına sökün eder. Birincisi, kuram yığınları kavradığı andan itibaren, yine aynı “kuram” olarak kalamaz; kaçınılmaz olarak yeni verilerle zenginleşir, sentezlenir, böylelikle gelişimini sürdürür. İkinci sonuç ise daha önemli: Kuram, yığınlara, hiçbir aracı ya da dolayım olmadan uzanamaz; yığınlara uzanan kuramın mutlaka bir aktarma halkasına, kendisini özgürleştirecek bir kanala, eski Yunan düşüncesinde denildiği gibi bir “tekhne”ye ihtiyacı vardır. Bütün bu süreçler bir “tabula rasa” üzerinde gerçekleşmeyecekse eğer, o zaman kuram ile yığınların buluşmasının kanalı somut bir ülkedeki somut bir dönemin somut siyasal mücadele başlıkları olmak durumundadır.

Anlaşılacağı gibi, burada, halkçılığı özel ve ayrı bir kuram olarak görmek söz konusu değildir. Halkçılık, kuram ışığında yürütülen mücadelenin kazanması gereken bir stratejik yaklaşımdır. Bu anlamda, halkçılığın tanımlanmasında da onun siyasal başlıklarda somutlanmasında da üst düzey kuramsal belirlenimlerin değil özgül bağlamlı konjonktürlerin dikkate alınması gerekiyor. Halihazırda bu özgül konjonktürü neoliberal sermaye birikim biçimi ve onun ekonomiden ekolojiye kadar tüm yerküreye hakim hale gelmiş egemenlik modeli oluşturuyor.

Daha önemli olan ise, kavramın Marksist bir siyasal programın içine nasıl yerleştirileceğidir. Bu yerleştirme biz öyle istiyoruz diye olmayacağına göre, bunun için uygun yeri açmak ve uygun bağlantıları kurmak zorunluluğu doğar. İşte bunun için en uygun yerin ve ilişkinin mülksüzleştirme olduğunu söylemekte bir sakınca olmasa gerek. Burada mülksüzleştirme kavramını iki anlamıyla da korumak mümkün: Bir yandan, kapitalist sömürünün vahşice yayıldığı bir dönemde işçi sınıfının giderek daha da yoksullaştırılması ve toplumun görece müreffeh kesimlerinin de işçi sınıfı saflarına doğru itilmesi, yani proleterleşme anlamında mülksüzleştirme. Öte yandan, kamusal mülkiyetin ve halkın ortak varlıklarının gerek özelleştirmeler gerekse yağma ve talan politikaları ile halktan koparılması anlamında bir mülksüzleştirme.

Üstelik, mülksüzleştirmenin bir kerede olup biten bir olay değil, kapitalist üretim tarzının devinimi içerisinde sürekli yeniden gerçekleşen/genişleyen bir süreç olduğunu hesaba kattığımızda, mülksüzleştirme üzerine bina edilen halkçı bir siyasetin süreklileşmiş bir mücadele kulvarı doğuracağını varsaymak gerekir. Mülksüzleştirmenin kapitalist sömürü ve egemenlik ile dolaysız bağları ise, bir halkçı siyasetin sınıfsal kimliğini ve perspektifini garanti altında tutacaktır. Bu açıdan, Marksist bir siyaset için halkçılık kavramının kullanımı, ancak mülksüzleştirme eksenine tutturulduğunda sonuç alıcı olacaktır.

Halkçılığın bir siyasal kulvar olarak inşa edilebilmesi için gereken bir adım da genel olarak demokrasi ile liberal düşünce arasındaki bağların koparılması, liberalizmin demokratik haklar ve talepler alanından dışlanmasıdır. Burada demokrasi ile kastettiğimiz, esasında sosyalizm-öncesi denebilecek talepleri (seçim güvenliği, yargıda adalet, temsil hakkı, basın özgürlüğü vb.) ifade etmektedir. Bu demokratik taleplerin liberal düşünce ile bağlarının koparılması ise, bunların bir burjuva rejiminin olağan unsurları olduğu ve ancak olağan bir burjuva rejiminde karşılanabileceği inancını yadsımaktır. Bu başarılabildiği, yani demokrasi ile liberal düşünce arasındaki bağlar koparılabildiği takdirde, bu tür demokratik haklar için mücadele ile sosyalizm mücadelesi de örtüştürülebilecektir. Troçki’ye atıfla söylediğimiz “talebi kazanma” örneği, tam da burada yerine oturmaktadır.

Velhasıl, TİP’in halkçılık kavramı ile başarmaya çalıştığı şey, hem proletaryanın iç birliğini kuracak hem de proletarya ile çeşitli toplum kesimlerinin ortaklığını sağlayacak siyasal stratejinin inşa edilmesi aslında. Bu açıdan, özel ve ayrı bir kuram olarak değil, sosyalist mücadelenin bu evrede kazanması gereken bir stratejik yaklaşımdan söz ediyoruz. Bu stratejinin, sömürü ve tahakküm olgularına hem bir arada hem de ayrı ayrı maruz kalan emekçi kesimlerinin ortaklığını, ortak bir kurtuluş ve gelecek vizyonunda buluşmalarını hedeflediği söylenebilir. Bunun için ise, bu ortaklığı yansıtan siyasal söylemin yaratılması gerekir. Kuşkusuz, böylesi bir söylemin, emek-sermaye çelişkisinden ve üretim araçlarının kamulaştırılmasından daha fazlasını söylemeyi gerektirdiği açık; ancak bu “fazlanın” bir kakafoniye dönüşmesinin önüne geçmek için ele aldığı bütün sorun ve çatışmalara sınıf mücadelesinin merceğinden bakmayı zorunlu kıldığı da öyle.

Son ve sonuç

Hayli uzayan bu yazıyı, artık, bir dizi açık sonuca vararak tamamlamam gerekiyor.

TİP tartışmaları, esasında, son iki yılda yoğunlaşmıştır ve tesadüf olmasa gerekir, Türkiye iki yıldır yoğun bir seçim konjonktüründedir. Türkiye’nin bir seçim konjonktüründe olduğu iki yılda TİP’in tartışmaların odağına yerleşmesi, başarılı ya da başarısız, TİP’in seçimlere dair strateji-taktiğinin belirli bir karşılık yarattığının da kabulüdür aslında. Ancak TİP, seçimler öncesinde kurulmamış, seçimler bitince de kapanmayacaktır. Baştan bu yana özetlemeye çalıştığım stratejik yaklaşımını, önümüzdeki seçimsiz konjonktürde yeni taktiklerle hayata geçirmeye devam edecektir. Bu nedenle, umudumuz, TİP tartışmalarının seçim konjonktüründen çıkması ve daha geniş bir alana yayılmasıdır.

Genellikle sol içi tartışmalardan uzak duran TİP’in tartışmaya hevesli olduğu arayış ise, Türkiye’de sosyalist hareketin yeniden kuruluşunun üzerinde gerçekleşeceği zemini kurmak ve buna kendisini de bir nesne olarak dahil etmektir. Bu, adlı adınca, devrimci bir kuruculuk misyonudur. Sosyalistler kuruculuk kavramına yabancı değildir. Fakat bu kavramı çoğunlukla iki anlamda kullanmaktadırlar. Birincisi, bir örgütsel varlığın yaratılması için sergilenen kuruculuk; ikincisi de sosyalist devrimin ertesindeki kuruculuk. Dikkat edilirse, bu iki kuruculuk uğrağı arasında koskocaman bir siyasal-toplumsal mücadeleler alanı uzanmaktadır. İşte, aslında bir bütün olarak kafa yorulması gereken de bu iki uğrak arasındaki boşluğu devrimci bir tarzda doldurmanın yoludur.

Şimdi, TİP’le birlikte eşiğinde olduğumuz sıçrama Türkiye’de sosyalizmin toplumsallaşmış bir mücadele gücüne kavuşması ile ilgilidir. Ve böylesi bir eşikte olmak o denli ciddi bir durumdur ki, beraberinde getirdiği iki koşulun kolektif olarak içselleştirilmesi gerekir.

Birincisi, sosyalistlerin gündemine girecek her türlü tartışma, önünde durduğumuz eşikten sıçrama ve sosyalizmi toplumsal bir güce dönüştürme bağlamına oturtulmalıdır. İkincisi, sosyalistlerin başlıca görevi, kuruculuğun iki uğrağı arasındaki geniş boşluğu bir başka tür kuruculuk pratiğiyle, toplumsal kuruculuk pratiğiyle doldurmaktır. Yani, artık sosyalistler, sadece parti/örgüt kurmayı değil, sermaye egemenliğine karşı toplumsal mücadele kulvarları kurmayı da başaracaklarını kanıtlamalıdır.

Günümüzde devrimciliğin nesnel biçimde ölçülebileceği başlıca kriter de budur. TİP, kendisini de başkalarını da bu terazide ölçmektedir.

Can Soyer

Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nden Sosyal Antropoloji bölümü mezunu olan Can Soyer, ODTÜ Medya ve Kültürel Çalışmalar bölümünde yüksek lisans eğitimi aldı. Sosyalist Politika, Gelenek, soL, Komünist, İleri Haber, Yön gibi yayınlarda yayınlanmış çok sayıda makalenin yazarı olan Soyer, çeşitli kitap çalışmalarında da editör ve yazar olarak yer aldı. Soyer’in ¨Marksizm ve Siyaset: Yöntem, Kuram, Eylem¨ isimli bir kitabı bulunmakta. Örgütlü sosyalist mücadeleye lise yıllarında katılan Soyer, kuruluş çalışmalarından bu yana TİP üyesidir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir.