Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

Lenin’in tarihsel mirası ve devrimci Marksizmi

Bu içeriği paylaş:

Aklı hep ateşliydi, ama hiç kül olmadı.

Ve ölüm alev almış kalbini hiç soğutamadı.

Pablo Neruda

Lenin’in mirasından bahsetmek çoğu zaman onun belirleyici rol oynadığı Ekim Devrimi’nden söz etmek anlamına gelir. Ölümünün üzerinden 101 yıl geçtikten sonra Lenin’den ve Ekim Devrimi’nden günümüze neler kaldığını sorgulamak sınıfsız-sömürüsüz bir dünya isteyenler için gereklilik değil, zorunluluktur.

Çin Devrimi’nin önemli liderlerinden Çu En Lay’ın, kendisine Fransız Devrimi’ni nasıl değerlendirdiği sorulduğunda; “Henüz bir şey söylemek için çok erken” dediği rivayet olunur. Bu söz bir “galat-ı meşhur” olsa bile, dünyayı sarsan devrimlerin etkisini ortaya çıkardığı bazı olguların varlığını sürdürüp, sürdürmemesinden bağımsız değerlendirmek gerekir. Bolşeviklerin iktidarı geçici hükümetten koparıp alması ve devrimin iç savaştan zaferle çıkması süreçlerinin ardından, devrimci dalganın geriye çekiliş sürecinde şekillenen Parti-Devletin (SSCB) yıkılmasının akabinde, kapitalizmin zaferiyle, alternatifsizliğiyle, tarihin sonuyla ilgili çok şey söylendi. Bu olayla birlikte, komünistlerin insanlığın „kapitalizmden sosyalizme geçiş çağında“ olduğu iddiası da ciddi bir darbe aldı.

SSCB’yi ve ona bağlı partileri eleştiren sosyalist parti ve hareketler de kısa süre içinde tarihsel bir bozgunun ortasına düştüklerini fark ettiler. Fakat şu tespit yine de zevahiri belli ölçüde kurtarıyor gibiydi: Sosyalizmin tarihöncesi sayılabilecek bir tarihsel dönem kapanmıştı. Yeni dönemin insanlığı sınıflı toplumdan, kapitalizmden kurtuluşa götürüp götüremeyeceğinin cevabıysa, eskisine göre daha az umutvar. Bunun yanında, Ekim Devrimi’nin muhasebesinin, Reformasyon’un yol açtığı 30 Yıl Savaşları’ndan veyahut Fransız Devrimi’den daha geniş bir tarihsel perspektifi gerektirdiği konusunda Leon Trotsky’le aynı fikirde olduğumu belirtmek isterim.

Ekim Devrimine Geniş Tarihsel Perspektiften Bakmak

İstanbul Büyükada’daki ilk sürgün yılında kaleme aldığı otobiyografisinde Trotsky, “Ekim Devrimi‘ne 12 yılda bütün işleri düzeltmedi, herkesi mutluluğa eriştirmedi” diye çıkışmanın yalnızca umutsuz ahmakların işi olduğunu söyleyerek şöyle devam eder:

“Alman Reformu ve Fransız Devrimi burjuva toplumunun evriminde, aşağı yukarı üç yüzyıl aralıklı iki aşamayı temsil eder. (…) Ekim Devrimi, yeni bir toplumsal rejime ulaşma yolunda bir denemedir. Bu deney birçok değişikliğe uğrayacak ve muhtemelen temellerinden yeniden inşa edilecektir. En yeni teknik başarılar temelinde tamamen farklı bir karaktere bürünecektir. Fakat birkaç on yıl ve yüzyıl sonra, yeni toplumsal düzen Ekim Devrimi’ne, burjuva düzeninin Alman Reformu’na veya Fransız Devrimi’ne baktığı gibi bakacaktır. Bu o kadar açıktır, o kadar tartışılmazdır ki, bunu tarih profesörleri bile anlayacaktır, elbette ancak yıllar sonra… (Trotsky, 2000: 458)”

Böylesi bir tarih perspektifinden baktığımızda, Ekim Devrimi’nin açtığı çağ/çığırın, düzen tarihçileri, ideologları ve aydınlarının paranteze aldığı üzere 20. Yüzyılda yalnızca sosyalist iktidarların kurulduğu ve sürdüğü yıllarda kalmadığını görmek gerekir. Doğusundan batısına, kuzeyinden güneyine bütün dünyayı derinden etkilemiş, işçi haklarından, kadın haklarına, emeklilik, sosyal güvenlik ve pek çok alanda emekçi sınıflar ve ezilenlerin çıkarına düzenlemeleri 1920’lerden itibaren peşisıra getirmiş bir olaydan söz ediyoruz. Nitekim, reel sosyalist blokun yıkılmasının üzerinden otuz yıl geçtikten sonra, SSCB’siz dünyanın olumsuz etkilerinin eski reel sosyalist ülkelerle sınırlı olmadığı, reformist solun eski sosyal refah devletlerinde ve sömürgecilikten kurtuluş sonrası kalkınma arayışlarının coğrafyalarında da benzer bir sosyal ve ekolojik yıkım yaşandığını görüyoruz. Neoliberal kapitalizmle insanlık tarihinin sosyal refah ve özgürlükler açısından olası en iyi haline ulaşmak üzere olduğumuza ilişkin pembe globalleşme hikayeleri 1991-2011 arasında çokça dillendirildiyse de tekelci-finansal sermaye temcilcileri ve elitlerinin biraraya geldiği Davos toplantılarından dünyaya her yıl artan krizlerin çözümsüzlüğüyle birlikte, umutsuzluk ve daha kötüye gidişin normalleştirilmesine dönük söylemler yayılıyor.

Sürekli uçuruma bakarak uçurumu içine sindirmesi istenenler, ne kadar bölünseler, birbirlerine düşürülmeye çalışılsalar da sosyal patlama ve halk isyanlarının küreselleşme ve neoliberalizm karşıtı hareketlerin yükseldiği 1999’dan bu yana sıklığı ve yaygınlığı sınıf mücadeleleriyle kaim tarihin sürdüğünü gösteren olaylardır. Halk isyanlarının hükümetler deviren sürekliliğiyle, isyan hareketlerinin sosyo-ekonomik taleplerin proleterleşen sınıfların mücadelelerinin dile gelişidir. Bu açıdan bakıldığında, son sınıflı toplum biçimi kapitalizmle sınıfsız, sömürüsüz, genelleşmiş bolluk ve barış toplumu ideası komünizm çatışmasının yeni biçimler kazanarak sürdüğü açıktır. Bu çerçevede, geleceğin radikal eşitlikçi mücadelelerinin 1848 Devrimlerinden beri süren modern komünizmi kurmaya yönelmiş tarihsel hadiselerin tam orta yerinde duran Ekim Devrimi’ni kerteriz alıp, onu yeni temeller üzerinde yeniden inşa edeceklerini düşünmek gerekir. Bu anlamda, Ekim Devrimi’nin insanlık tarihine kazınmış mirası gelecekte daha iyi anlaşılacaktır.

Marksizmin Devrimci Yorumu Olarak Nisan Tezleri

Lenin‘in, Zırhlı Tren’den inip, Petersburg’daki Finlandiya İstasyonu’nda kendisini bekleyen, çoğunluğu Bolşevik kalabalığa, „Bütün İktidar Sovyetlere“ diyerek, burjuva demokratik devrimci Geçici Hükümete karşı sosyalist devrim bayrağını açması yalnızca Rusya değil, dünya tarihinde de yeni bir sayfa açtı. Bu İkinci Enternasyonal’in o dönem sosyal demokrat işçi partileri içinde Marksizmin  neredeyse resmileşmiş, aşamacı-evrimci yorumundan devrimci bir kopuştu. Söz konusu kopuşu mümkün kılan, Lenin’in emperyalist savaş sürecinde sosyal demokrasinin büyük ölçüde örgütlemiş olduğu işçi sınıfını kendi burjuvazisinin çıkarları uğruna cepheye sürecek düzeye varan ihanetini anlamaya çalışırken, Kautsky’den Adler ve Plehanov’a evrimci-aşamacı Ortodoks Marksist[1] çizginin yerine, Marx’ın diyalektiğini Hegel üzerinden yeniden anlamlandırmaya dönük, kopuşçu-devrimci bir siyaset çerçevesi oluşturmuştur. Evrimciliğin başlıca nedeni, işçi sendikalarında 19. Yüzyılın sonlarından beri güçlenmeye başlayan, siyasal mücadeleyi işçi sınıfının sosyo-ekonomik mücadelesinin ve kazanımlarının doğrusal büyümesine indirgeyen ekonomizm anlayışıydı. Lenin bu anlayışı 1902‘deki Ne Yapmalı’dan beri eleştiriyordu ama Nisan Tezleri’nde Şubat Devrimi sonrası aşamacılığa dönüşmüş daha zorlu bir versiyonuna karşı hamle yapmış oluyordu.

Lenin I. Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında Avusturya, Almanya, İtalya, Fransa (hatta İngiltere) başta olmak üzere Avrupa ölçeğinde proleter devrimi beklediği ülkelerde, II. Enternasyonal partilerinin işçileri ayrı kamplarda emperyalist güçler arası bir savaşa sürmeyi hızlıca kabul etmesini, buna karşı çıkanların marjinalleştirilmesinin dinamiklerini anlamaya çalıştı. Bu dönemdeki çalışmalarının ürünlerinden biri, somut durumun analizini Rusya hatta Avrupa ölçeğinin ötesine taşıyarak yaptığı, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması broşürü oldu. Bu sürecin bir diğer ürünüyse, demokratik devrim ve ittifakları proleter devrimin bir aşaması değil bir konusu olarak gören, Rusya’daki sosyalist devrimi Avrupa devriminin ateşleyicisi ve ancak kıtanın proleter devrimcileri tarafından sürdürülebildiğinde tamamlanacak bir şekilde tarif eden „Nisan Tezleri“ydi.

Finlandiya İstasyonu’na iner inmez, henüz kurulalı iki ay olmamış, işçi ve köylü sovyetlerinin büyük desteğini arkasına almış Sosyalist Devrimciler (SR) ve Menşeviklerin ağırlıkta olduğu ve önüne büyük ölçüde demokratik görevleri koymuş Geçici Hükümete destek vermeyeceğini ilan edip, bir “İşçi, Tarımsal Emekçi ve Köylü Sovyetleri Cumhuriyeti” çağrısı yapan Lenin dost düşman herkesi şok etmişti. Teorik anlamda II. Enternasyonal Ortodoks Marksizminin aşamacılığına bir meydan okuma olan bu çıkış, Rus Devrimi sürecinde stratejik bir sıçrayış anlamına geliyordu. Bu radikal kopuşu Nisan Tezleri adı altında sistematize ettiğinde, Lenin‘e Bolşevik Parti Merkez Komitesi (MK) içinde Aleksandra Kolontay dışında destek veren kimse olmadı (Anderson, 2014: 279).

Lenin bu iradeci müdahalesine karşı ayak direyen MK üyelerini, bir makalesinde şöyle eleştirir: “Halen kendilerini ‘eski Bolşevikler’ diye adlandırmakta olan insanlardan gelen feryat ve protestoları işitiyoruz… Benim cevabım şudur: Bolşevik sloganlar ve fikirler, bir bütün olarak tarih tarafından doğrulanmıştır; ama somut olarak bakıldığında işler biraz daha farklıdır; herhangi birinin bekleyebileceğinden daha orijinal, daha tuhaf ve daha renklidir” (aktaran Anderson, 2014: 280).

Sosyalist siyasetin temel hedefi devlet iktidarını ele geçirmek olsa da özellikle Avrupa tarihinde sosyalist öznelerin “şimdi sırası değil” dediği pek çok anı işaretlemek mümkündür. Nisan Tezleri’nin ortaya atıldığı “an” da böylesi anlardan biridir. Lenin bu “an”da devlet iktidarını yeni bir parlamenter cumhuriyete terk etmek yerine, proletaryanın sovyetleri eliyle alma konusundaki müdahalesiyle, üç ay içinde savaşı sonlandırma ve toprak reformu konusunda verdiği sözleri tut(a)mayarak sokağın öfkesiyle yıkılmanın eşiğine gelmiş bulunan Geçici Hükümet’in iki alternatifinin, Bolşevikler ve Sovyetlerin Eylül sonrasından itibaren her dönemeçte birbirine yakınlaşan biçimde etkileşimli ve sıçramalı yükselişini sağlamıştı.

Aynı irade, 4 Ekim-24 Ekim (1917) arasında düzenli olarak iktidarı şimdi almamanın ölümcül bir hata olacağını söyleyerek, Bolşevik Parti MK‘sını hamle yapmaya çağırmıştır. Bu iki vektörün birlikte yöneldiği iktidar değişikliğinin, Petersburg‘da çok kan dökülmeden gerçekleşmesi, Lenin’in ısrarla gecikmesinin ihanetle eş değer olduğunu söylediği devrimde zamanlamanın önemini göstermiştir. Petersburg’da zorlanmadan gerçekleşen iktidarı ele geçirme hamlesinin Rus İmparatorluğu çapında bir siyasal ve sosyal devrime dönüşmesinin de Lenin’in stratejik vizyonuyla ilgili olduğunu Daniel Bensaid’in satırlarından aktarabiliriz.

„Sıçrayışlar, Sıçrayışlar, Sıçrayışlar!: Lenin ve Siyaset“ başlıklı makalesinde Bensaid (2006), Lenin’in siyasal stratejisinin başlangıç noktasının, düzenin oldubittileriyle kapatılamayacak, bu olup bitmemişliğin yırtığını büyütmenin koşullarını yaratmaya hazırlıklı olmak olduğunu söyler. Ona göre, Lenin’in rehber edinmiş bir sosyalist siyaset, yitip giden anları havada yakalayacak şekilde; beklenmedik gelişmeler karşısında tetikte olmayı, kısa sürede harekete geçecek mücadele grupları oluşturmayı, mümkün olan tüm direniş zeminlerini işlemeyi, tüm mücadele olanaklarıyla, propaganda silahlarını almayı bilecek bir seferberlik ruhunu gerektirir.

25 Ekim’de iktidarın Geçici Hükümet’ten Bolşevikler, müttefikleri (sol SR’ler ve Martovcu Menşevikler) ve Sovyetlerin eline geçmesi ardından devrim güçleri, askeri, sosyal, ekonomik, kültürel bütün zeminlere az çok yerleştikleri, bütün propaganda silahlarını ellerine aldıkları momentumda, siyasal devrim Moskova’ya ve ülkeye pıtrak gibi sıçrayıp geriye döndürülemez bir aşamaya varmıştı. Bu devrimi Bolşevikler yönlendiriyor olsa da onun asıl taşıyıcısı, kendisini işçi-köylü-asker Sovyetlerinde örgütleyerek halk/ulusun epistemolojik ve ontolojik anlamda en kapsayıcı temsilcisi haline gelmiş emekçi sınıflardı. Siyasal devrimin çıkarlarını kendi sosyo-ekonomik, sektörel veyahut fraksiyonel çıkarlarının önüne geçirmiş bulunan bu sınıfların Şubat 1917‘den başlatmamız gereken, en başta da sovyet/konseyleşmeyle kendini gösteren özneleşmesi Ekim günlerinde perçinlenmiştir. Bu noktadan sonra, kırdan kente ayakların baş olduğu, mülkiyetin toplumsallaştığı, yerel konseylerin iktidar yetkileriyle güçlendiği sosyal devrim sürecinin ivmesi de belirgin biçimde yükselmiştir.

Siyasal ve sosyal devrimin hızlanarak-güçlenerek iç içe geçip, birbirini dokuduğu bir sürecin şekillenmesi sosyalist iktidarın pek çok büyük badireyi başarıyla atlatmasını ve iktisadi anlamda olmasa bile siyasal anlamda bir dünya gücü haline gelmesini sağlamıştır. Bu sürecin arka planında yaşanan, 4 yıl süren ve eski rejim güçlerinin yanında, pek çok burjuva kapitalist devletin doğrudan veya dolaylı dahil olduğu iç savaş, Almanya, Avusturya, Macaristan, İtalya (Kuzey İtalya), İspanya (Barcelona) gibi pek çok ülkede proletarya devrimcilerinin sovyet/konsey iktidarı kurma girişimleri, Komünist Enternasyonal‘in kuruluşu (1919), sömürgecilik karşıtı ulusal kurtuluş mücadelelerinin anti-emperyalist ve sosyal kurtuluşçu bir karakter kazanması gibi dünya tarihinin gidişatını değiştirme potansiyeli taşıyan gelişmeleri anarsak ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır.

Krizler, İsyanlar ve Neofaşizmler Çağında Lenin’in Mirası ve Geleceğe Dersler

Ekim Devrimi sonrası, tekelci kapitalizm-emperyalizmin diyalektik zıttı olarak şekillenen ve Lenin’in tabiriyle proleter devrimler ve ezilen halkların ulusal kurtuluş devrimleri çağı da Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla kapanmış gibi gözüküyor. Buna karşın, 21. Yüzyılın ikinci on yılında iki dalga halinde dünyanın dört bir yanına sıçrayan sosyal patlama-isyan kıvılcımları tarihin bitmediğinin de göstergesi. Bu iyimser tespiti uzun uzun gerekçelendirmek yerine, Frank Deppe’nin geçtiğimiz ay Praksis Güncel’de iki bölüm halinde yayımlanan makalesindeki aktarımlarını yeniden aktarmanın yeterli olduğunu düşünüyorum:

Batı dünyasının önde gelen ekonomi gazetesi The Economist, 14 Şubat 2019 tarihli sayısında, eski kapitalizmin merkezlerinde sosyalizmin yeniden doğuşuna dikkat çekerek “Bin Yılın Sosyalizmi” (Millennial Socialism) başlığı altında bu dönüşümü analiz ediyordu. Yazıda şu ifadeler yer alıyor:

“Sovyetler Birliği’nin 1991’de çöküşünden sonra, 20. yüzyılın büyük ideolojik mücadelesinin sona erdiği düşünülüyordu. Kapitalizm kazanmıştı – sosyalizm ise ekonomik başarısızlık ve siyasi baskı ile eş anlamlı hale gelmişti. Ancak bugün, 30 yıl sonra sosyalizm yeniden gündeme geldi. Çünkü sosyalizm, Batı toplumlarında yanlış giden şeylere dair keskin ve doğru eleştirileri formüle ediyor. Zira sağcı siyasetçiler çoğu zaman fikir mücadelesini terk ederek şovenizm ve nostaljiye yönelirken, sol, toplumsal eşitsizliğe, çevre sorunlarına ve elitlerden halk lehine iktidarı geri kazanma hedefine odaklanıyor (Deppe, 2024).”

Deppe, neoliberal küreselleşmenin 2008 krizi ardından yaşadığı meşruiyet kaybının, Marksizme ve radikal sosyalist fikirlere bir miktar itibar kazandırdığını çeşitli referanslarla ortaya koyduktan sonra, Panitch ve Gindin’e atıfla, 2000’lerin ilk 20 yılındaki protesto hareketlerinin halk isyanları boyutuna ulaşsa da devrimci sonuçlar doğuramamasının altını çizer. Bunu da devlet iktidarını ele geçirme konusunda bir stratejik açıklığa ve buna uygun bir örgütlenmeye sahip olmamasına bağlar. Ulaştığı iki temel sonuç vardır: Birinci ve yalın olanı, çeşitli versiyonlarıyla sosyalizmin, kapitalist üretim tarzına sahip bir toplumda her zaman “temel muhalefet” rolünü oynamasıdır. Sosyalistler temel muhalefet rolünü anti-faşist ittifak, konjonktürel zayıflıklar, anti-komünist terör vb nedenlerle düzen içi sol/demokrat/liberal aktörlere devretmiş gibi bir görüntü vermemelidir. Deppe’nin ulaştığı ikinci sonuç, sosyalist politika aktörlerinin teorik eleştiri ile sosyal ve siyasi pratik arasındaki çelişkilerin farkında olarak, onların ortadan kaldırılması hedefini her daim menzilinde tuttuğunu samimiyetle göstermesi gerektiğidir. Ona göre, 20. Yüzyıldaki sosyalizm deneyimlerinin değerlendirilmesi, çelişkilerin a) devlet iktidarının ele geçirilmesi, b) “devlet otoritesinin topluma geri verilmesi” alanlarında yoğunlaştığını gösteriyor.[2]

Deppe’nin koyduğu çelişki en genel anlamda doğru gözükse bile, Ekim Devrimi örneğinde, siyasal ve sosyal devrimin karşı devrimci güçleri Rusya ve tarihsel hinterlandı ölçeğinde yendikten sonra ivmesini kaybedip, kendi çocuklarını yemeye başladığı Termidoryan dinamiğin[3] SSCB sınırlarına sıkışmayla ilişkili olduğu gerçeğini göz ardı ettiği de söylenebilir. Bu sıkışma objektif bir durum olsa da bunu veri alan “Tek ülkede sosyalizm” tezinin kabul edilmesinin bir zorunluluk olup olmadığı tartışmaya açıktır. Bu tez üzerine inşa edilen ve kısa süre içinde “devlet otoritesinin topluma geri verilmesi” ideali ve araçlarını geri dönüşsüz biçimde zayıflatan, kalkınmacı-bürokratik-otoriter devletin de bir sebep mi yoksa, sonuç mu olduğu tartışmalıdır. Burada Lenin ve devrimci yoldaşlarının hatalarından ziyade, bazılarını öngöremedikleri, bazılarını çözmeye güçlerinin-olanaklarının yetmediği çelişkilerden söz etmek en doğrusudur.

Lenin’in parti içinde demokratik merkeziyetçiliğin demokratik kısmına titizlikle sadık kaldığı, tasfiyecilikten kaçındığı çokça söylenir. Fakat Kolontay’la Alexander Şlyapnikov’un başını çektiği “İşçi Muhalefeti” oluşumunun ortaya çıkmasına yanıt olarak Lenin ve Trotsky’nin sağlıkları yerindeyken katıldıkları 1921’deki Parti Kongresi’nde parti içi fraksiyonların yasaklanmasının Devlet ve Devrim‘in ufkuna koyduğu demokratik hedeflerden uzaklaşmanın köşe taşlarından biri olduğunu belirtmek gerekir. Lenin’in hastalığı 1923’te ilerleyip, Bolşevik Parti MKsındaki bazı isimlerin örgütçülük yetenekleriyle Parti Kongrelerinde ellerinde topladıkları güçle, parti içinde oluşan muhalefet gruplarını 1925’ten itibaren tasfiye edilmeye başlaması bugünden geçmişe bakıldığında çözülmesi gereken bir parti-içi ve toplumsal düzlemlerde çözülmesi gereken demokrasi sorunlarına işaret eder.

Parti yönetimini bir şekilde elinde bulunduranların, üyelerin kolektif iradesinin temsilcisi, “gerçeğin” bilgisine sahip tek özne kabul edildiği anlayışın yanlışlığı, ancak muhalefetin bozgunculuktan, devlet düşmanlığına, oradan düşmanların objektif işbirlikçiliğine doğru damgalanıp, tasfiye edilmesi sürecinin ortalarında anlaşılmıştır. Tasfiye olanlar bile bunu ancak yıllar sonra anlayıp, sosyalist demokrasi nosyonunu geliştirmiştir. Monolitik parti ve tek partili bir siyasal rejim yerine emekçi sınıfların parçalı yapısı nedeniyle, parti içinde ve siyasal yaşamda sosyalist muhalefete alan açan bir sosyalist demokrasinin nasıl inşa edilebileceği konusu, devlet iktidarının toplumsallaştırılmasının önemli bir boyutudur.

Parti yönetiminin sosyal gerçekliğin bilgisine sahip tek özne olduğu iddiasıysa Marksist diyalektikten ziyade “hakikat” iddiasındaki mistik-dini düşünce sahiplerine ait idealist bir varsayımdır. Marksist diyalektiğin başlıca önkabullerinden birinin sosyal gerçekliğin her zaman içinde çelişkiler barındırdığı bilgisi olduğunu kabul ettiğimizde, yetkisini hangi sosyal kolektiften alırsa alsın, iktidarın gerçekliğin mutlak ve sorgulanamaz, “doğru” bilgisine sahip olmadığını da anlamamız gerekir. Gerçekliğe ilişkin tek bir mutlak ve pürüzsüz bilgi yoksa, alınan kararların doğruluğunu da mutlaklaştırmamak gerekir. Bu anlamda burjuva devrimciliğinden, Jakobenizm’den miras gerçekliği tüm boyutlarıyla kavrayacak modern bir akıl olacağına ilişkin, monolitik/tekçi nosyondan farklı, diyalektiği ve sosyo-politik öznelerin hata yapma olasılıklarının da olduğunu, sosyalizm ve proleterya adına muhalefete ve çoksesliliğe de alan açan yeni bir sosyalist demokrasi kavrayışını da konuşmak gereklidir. Lenin’in kendisi iç savaş yıllarında hata yaptıklarını ve bunların çok yıkıcı sonuçlar yarattığını itiraf ettiğini Promise Li şöyle aktarır (2024): “Lenin, Ekim 1921’de yüzlerce parti kadrosunun bulunduğu bir odada “Yanılmışız” dedi. Lenin’in bahsettiği hata, Bolşeviklerin iç savaş çabalarına yardımcı olmak için karşılığında çok az şey alarak köylülerden fazla tahıla el koymaya yönelik büyük çabaydı. Bu hata nihayetinde daha sonraki gıda kıtlığına katkıda bulundu. Lenin, Bolşeviklerin “kapitalist toplumdan kitlelere sosyalist muhasebe ve kontrol yoluyla uzun süreli, karmaşık bir geçişin gerekliliğini” anladıklarını söyledi.” Benzer itiraflara Trotsky’nin Hayatım kitabının İç Savaş yılları ve sonrasını anlattığı kısımlarda da rastlanır. Lenin’in de dediği üzere, “Sınıf partisinin hatalardan korkmasına gerek yoktur. Korkması gereken şey hatada ısrar etmek, yanlış bir utanç duygusuyla hatayı kabul etmeyi ve düzeltmeyi reddetmektir (aktaran, Li, 2024).” Sorun daha sonraki yıllarda bu gerçekçi ve  özeleştirel tutumun bir yana bırakılmış olmasıdır.

Aslında 1921’deki 10. Parti Kongresi’nden itibaren başlayan fraksiyonlar/muhalefetin yasaklanması süreci, Lenin sonrası yapılan ilk Kongrede (1924) Stalin’in ve “tek ülkede sosyalizm” tezinin benimsenmesi ardından hızlanmış, 1936-1938 arasında yapılan Moskova Duruşmaları’ndaki gülünç suçlamalarla, devrimi yapan Merkez Komite’den hayatta kalan neredeyse tüm isimlerin idamıyla fiziksel bir tasfiyeye dönüştü. Devrimin kendi çocuklarını yiyen ve siyasal sistemin bir tek adam diktatörlüğüne dönüşmesini getiren bu tasfiyenin son noktası Trotsky’nin Meksika’daki evinde öldürülmesi oldu.

Deppe’nin  Engels’e atıfla altını çizdiği “devlet iktidarının topluma devri” bahsinde, daha yapısal ve yaygın araçları, halkın kendi çalışma ve yaşam alanlarında kararlara katılım iradesini ortaya koyacağı özyönetim organlarının işçi konseyleri, halk/mahalle meclislerinin korunarak geliştirilmesinin yollarını da konuşmak gerekir. Bu özyönetimci özneleşme konusu, reel sosyalizm deneylerinde başaşağı çevrilmiş halde Parti’nin, liderliğin aklına ve iradesine bırakılmış bulunan, aslında Lenin’in sosyalist devlete ilişkin teorik mirasının önemli bir boyutunu oluşturan proletarya diktatörlüğünün demokratik içeriğine kavuşması için bir zorunluluktur.

Lenin’in somut durumun somut analizine göre dün acil çağrı yaptığı bir şeyi (şiarı, aracı, ittifakı vb.), devrimin akışı içinde 5 ay sonra gereksiz görüp başka bir şeyle değiştirdiğini “Bütün iktidar Sovyetlere sloganından” gayet iyi biliyoruz. Fakat Ekim Devrimi’nden iki ay önce kaçakken ve ölüm tehlikesiyle burun burunayken kaleme aldığı ve başına bir şey gelirse diye korunması için yoldaşlarına verdiği Devlet ve Devrim’deki ideal sosyalist devlete ve onun Marx’ın işaret ettiği üzere, kendi kendini sönümleyen bir proletarya dikatörlüğü aygıtı olacağına ilişkin yazdıklarına, Lenin’in İdeası olarak, kendisinden geriye kalmasını istediği bir mihenk taşı diye yaklaşmak gerekir.

Kitabın 5. Bölümündeki  şu satırlar proletarya devrimcilerinin kulağına küpe olmalıdır: “Toplumun tüm üyeleri veya en azından büyük çoğunluğu devleti kendileri yönetmeyi öğrendikleri, bu işi kendi ellerine aldıkları, önemsiz kapitalist azınlık, kapitalist alışkanlıklarını korumak isteyen soylular ve kapitalizm tarafından tamamen yozlaştırılmış işçiler üzerinde denetim kurdukları andan itibaren – her türlü hükümete duyulan ihtiyaç tamamen ortadan kalkmaya başlar. Demokrasi ne denli eksiksiz hale gelirse, onun gereksiz olma anı da o denli yaklaşır. Silahlı işçilerden oluşan ve “artık kelimenin gerçek anlamıyla bir devlet olmayan” “devlet” ne kadar demokratik olursa, her türlü devlet o kadar hızlı bir şekilde yok olmaya başlar.

“Çünkü herkes yönetmeyi öğrendiğinde ve toplumsal üretimi gerçekten bağımsız olarak yönettiğinde, bağımsız olarak hesap tuttuğunda ve asalakların, zenginlerin oğullarının, dolandırıcıların ve diğer “kapitalist geleneklerin koruyucularının” üzerinde kontrol uyguladığında, bu popüler muhasebe ve kontrolden kaçmak kaçınılmaz olarak inanılmaz derecede zor olacak, çok nadir bir istisna olacak ve muhtemelen öyle hızlı ve sert bir cezayla birlikte olacak (çünkü silahlı işçiler pratik insanlardır ve duygusal entelektüeller değillerdir ve kimsenin kendileriyle oynamasına izin vermezler), toplumun basit, temel kurallarına uyma zorunluluğu çok yakında bir alışkanlık haline gelecektir (Lenin, 1999).

Günümüz dünyasında, sıklaşan aralıklarla gerçekleşen sosyal adalet ve özgürlük talepli halk isyanlarıyla kendini ortaya koyan sosyal patlamalar, siyasal iktidar perspektifiyle hareket eden sosyalist öncülerin de etkisiyle işçi-emekçi proleter sınıfların omurgasını oluşturduğu sosyal kurtuluş mücadelelerine dönüşüp kendini asıl muhalefet olarak örgütledikçe Lenin’in mirası (ve hayaleti) da yeniden yükselecektir. Bu hayaletin gösterdiği başlıca görev, ABD-NATO liderliğindeki Batı menşeili tekelci-finansallaşmış-dijital sermayenin neoliberalizm dediğimiz, emek ve doğanın sınırsızca sömürüsüne dayalı birikim modelini daha vahşi biçimlerde yaşama geçirmesine dönük yeni emperyalist saldırganlık dalgasına karşı mücadelenin asıl muhalif aktörü olmaktır.

Daha fazla sömürü, yoksullaşma, ekolojik felaketin çığırından çıkması ve kolektif Batı emperyalist bloku dışında kalan her coğrafya ve halkın yok edilmesini normalleştiren savaşlar ve soykırımlar Corona pandemisi (2020-21) sonrası insanlığı varoluşsal tehditlerle karşı karşıya getiriyor. Batıdan, emekçi sınıflardan başlayarak toplumsal tepkileri maniple etmek, sosyalistlere göz açtırmamak ve üretim ve hizmet sektörünün birçok alanında çalışanların büyük kısmını oluşturan göçmen kökenli emekçileri kölelik koşullarında zapturapt altına almayı vaat eden neofaşist siyasetlerin düzen siyasetinin en güçlü aktörlerine dönüşmesi de bu varoluşsal tehditi pekiştiriyor. Bu anlamda emperyalist savaşlara, saldırılara ve neoliberal faşistlere karşı öfkeyi güçlendirip, sosyalist iktidar mücadelesinin yollarını bulmak, devrimci Marksist sınıf politikasından sapmadan, kendi içine de büzüşmeden ulusal ve uluslararası ölçeklerde tekelci-finans kapitale-emperyalist Batı blokuna vuran yeni mücadele ittifakları geliştirmek, ittifak siyaseti yürütmek adına ilerlemeci neoliberallerin peşinden sürüklenmemek, bugünün dünyasında Lenin’in mirasına çıkmanın sacayaklarıdır.

Kaynakça:

Anderson, Kevin B. (2014) Lenin, Hegel ve Batı Marksizmi, çev. Ertan Günçiner, İstanbul: Yordam.

Bensaid, Daniel (2006) Köstebek ve Lokomotif, çev. Uraz Aydın, İstanbul: Yazın Yayıncılık.

Deppe, Frank (2024) “Sosyalizm-Geçmişe ve Geleceğe Bakış-2”, çev. Kemal İşbilir ve Reyhan Akar,  Praksis Güncel, https://praksisguncel.org/sosyalizm-gecmise-ve-gelecege-bakis-2/, yüklenme tarihi: 07.12.202.

Li, Promise (2024) “Felaket ve Devrim” (Paul Le Blanc’la Söyleşi), çev. Yener Çıracı, Praksis Güncel, https://praksisguncel.org/lenin-felaket-ve-devrim/, güncelleme tarihi 30.01.2024.

Lenin, Vladimir İlyiç (1999) State and Revolution, Marxsists.org, https://www.marxists.org/archive/lenin/works/1917/staterev/, ziyaret tarihi 21.01.2025.

Leon Trotsky (2000) My Life, Marxists Internet Archive için yayına hazırlayan Chris Russell, https://www.marxists.org/archive/trotsky/1930/mylife/1930-lif.pdf, indirilme tarihi, 18.01.2025.

Yıldırım, Kansu (2020) “Lenin’den Gramsci’ye: Kapital İçin “Kapital’e Karşı Devrim”, https://www.siyasaliktisat.com/post/lenin-gramsci-kapital-yildirim, güncelleme tarihi 18.07.2020.

[1] Lenin ve Rus devrimcilerinin “Kapital‘e karşı devrimi”ni selamlayan Gramsci, Kapital‘i şabloncu biçimde anlayan, ekonomik indirgemeci İkinci Enternasyonal çizgisinin Ortodoks Marksizmine karşı bu meydan okumanın tarafında yer alır (aktaran Kansu Yıldırım, 2020). Buradaki devrimci siyasi iradenin praksisinin Kapital’in mantığına içkin olduğunu söyleyen Gramsci’nin II. Enternasyonal partilerine dönük Ortodoks Marksizm eleştirisi daha sonra sol liberallerin devrimci Marksistleri eleştirirken kullandığı pejoratif bir sıfata dönüşmüştür.

[2] Deppe’nin yazısı şu satırlarla bitiyor: “Bu çelişkilerin ortadan kaldırılması için geliştirilecek yanıtlar ayrıca gelecekte “sınıf-parti-devlet” yolunun tarihsel bir çıkmazla mı sonuçlanacağını, yoksa bunun demokratik hak ve özgürlüklerin bir yanda sosyal adalet, diğer yanda çevrenin korunmasıyla doğa ve gelişmiş özyönetim biçimlerinin birleştiği koşullara mı katkıda bulunacağını belirleyecektir.” Deppe’nin, “sınıf-parti-devlet” yolunun sosyalizm deneyimlerinin teorik bir buluşu olmaktan ziyade, nesnel olarak kapitalist toplumun yapısıyla siyasi sistemi tarafından belirlenmiş bir olgu olduğunu söyleyerek, bu yolun kendi başına bir sorun teşkil etmediğini ima ettiğini de belirtmemiz gerekir.

[3] Fransız Devrimi’nde devrim karşıtı merkezci siyasetin karşı saldırı dönemine verilen Termidoryan dinamik, Sovyetler Birliği’nde güvenlik ve refah vaadiyle daha otoriter, bürokratik-teknokratik ve sosyal-kültürel açıdan avangarttan muhafazakarlığa kayma denebilecek politikaların güçlenmesi biçiminde işlemiştir.

Ali Ekber Doğan

ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü mezunu olan Ali Ekber Doğan, Ankara Üniversitesi SBF Kentleşme kürsüsünde doktorasını yaptı. “Eğreti Kamusallık”, “Birikimin Hamalları" ve "Tarih Sınıflar ve Kent: Sevilay Kaygalak'a Armağan” (Derleme) başlıklı kitapları bulunmaktadır. Mersin Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü'nde öğretim üyesiyken, ”Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriye imza attığı gerekçesiyle Aralık 2016’da sözleşmesi yenilenmeyerek işten çıkarılan Doğan, Nisan 2017'de çıkartılan KHK'yle de kamu görevinden ihraç edildi. Praksis Dergisi Yayın Kurulu üyesi ve Praksis Güncel editörlerinden Doğan, yazarlık faaliyetleriyle uğraşıyor.