Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

Lenin’in alternatifi – 1

Bu içeriği paylaş:

Bu metin, yazarın 25 Mayıs 2024’te, Vladimir I. Lenin’in ölümünün yüzüncü yılı anısına düzenlenen uluslararası etkinlik serisi Leninist Günler‘in (27 Ocak – 25 Mayıs 2024) kapanış konuşmasının gözden geçirilmiş ve genişletilmiş bir versiyonudur. Communis internet portalında 28.01.2025 tarihinde yayımlanan metni Türkçe’ye Ali Ekber Doğan kazandırdı. Uzunluğunu dikkate alarak iki parça halinde yayımlayacağımız yazıdaki alt başlıklar çeviri sırasında eklenmiştir.

İkili iktidar ve başka tür bir politika

Bu kırk bir “Leninist Gün” boyunca sunulan birbirinden farklı ve çelişkili Lenin imgelerinin oluşturduğu şaşırtıcı galeri, pek çok Lenin olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Lenin’in artık kesinlikle “klasik” statüsüne ulaştığının en önemli işaretlerinden biri, onun düşüncesi ve faaliyeti içinde birçok farklı okuyucunun hem tarihsel hem de güncel meselelere yaklaşmanın çeşitli yollarını, ve özellikle de tarihsel ile güncel olanın tutarlı bir şekilde iç içe geçtiğini kavramanın bir yolunu bulabilmiş olmasıdır. Lenin, bu kesin anlamda bir “klasik”tir; yani geçmişten çıkarılıp getirilmiş sabit bir anıt değil, bugünün kendi kendisiyle olan ilişkisine yeni perspektifler kazanmaya çalışabileceği bir kırılma prizmasıdır [1].

Bu şekilde “klasik” olarak anlaşıldığında, örneğin, parti örgütçüsü ve örgütsel disiplinin katı teorisyeni Lenin ile mevcut güç ilişkilerine yapılan siyasi müdahalenin zamansal özgüllüğünün neredeyse anarşist taktikçisi Lenin arasında; ya da (Dadaist mi demeli?) zamanlaması kusursuz sloganların şiirsel uygulayıcısı Lenin ile Yeni Ekonomi Politikası ve Kültürel Devrim’in pragmatik politika savunucusu Lenin arasında, yani tüm bu Leninler arasında bir seçim yapmak asla söz konusu olamaz [2]. Devrimci politikanın geçmişi, bugünü ve geleceğine canlı bir gelenek olarak otantik bir şekilde bakabilmek için tüm bu Leninlere, tüm bu farklı görsel açılara ihtiyacımız var. Son 20 yıl boyunca ve bu gerçekten küresel seminer serisi süresince, bu Leninlerin çatışmalarını ve yaratıcılıklarını miras alma kapasitesi, yeni nesil bir sosyalist kültürün olgunlaşmasının bir göstergesi olarak alınabilir [3].

Bu metinde, yalnızca bu Leninlerden birine, ve hatta Lenin’in genel evrimindeki çok kısa, neredeyse gelip geçici ve hatta marjinal bir ana odaklanmayı öneriyorum; ancak bu anın, çelişkili Marksist akımlar tarafından sonradan miras alınması ve etkisi, onu Lenin’in düşünce ve pratiğinin bütünü içinde tarihsel ya da metinsel olarak olduğundan çok daha merkezi bir konuma yerleştirmiştir. Burada, 1917’nin ortalarında “ikili iktidar” kavramının yaratıcısı olan Lenin’den bahsediyorum. Tezim, bu Lenin’in siyasi iktidara alternatif bir kavrayış ortaya koyduğu ve daha kesin olarak, modern siyasi düşünce ve pratiğin ana akımlarına alternatif bir politika türünün taslağını çizdiği yönündedir.

Modern siyasi düşünce ve pratikte egemenlik

Modern siyasi düşüncenin bu ana akımlarının merkezi özellikleri nelerdir ve Lenin bunlardan hangi anlamda ayrılır? Çok şematik bir şekilde, bu ana akımlar, Bodin, Hobbes ve Rousseau’dan Weber, Schmitt, Rawls ve ötesine uzanan, siyaseti bir şekilde otorite ve emir ilişkisi yoluyla birliğin üretimi olarak düşünen bir hat olarak karakterize edilebilir. Bu (açıkça içsel olarak çelişkili ve çatışmalı) gelenek için siyaset, modern toplumsal oluşumlarda onları tam anlamıyla “zorlayan”, düzenleme, karar verme ve sonuç olarak (her türlü) düzeni, öncelikli olarak düzensiz olduğu varsayılan siyasi öncesi ve siyasi olmayan alana (ister toplumsal, ister ekonomik, ister etik, ister ahlaki ya da başka herhangi bir varyant olarak tasavvur edilsin) dayatan bir örnektir [4]. Siyaset, bu nedenle, bu geleneğin “egemenlik” olarak nitelendirdiği şeyin, yani kendini onaylayan ve yapısal ya da zamansal olarak üzerinde ya da ötesinde etkili bir itirazın mümkün olmadığı nihai siyasi gücün onaylanması mekanizması olarak düşünülür. Bodin’in kurucu terimleriyle, gerçekten egemen olabilmek için egemenlik mutlak, sürekli ve, en önemlisi, bölünemez olmalıdır; yani egemen ile tabi olanlar arasında paylaşılamaz ya da bölünemez bir güç olmalıdır [5]. Egemenlik, yani yöneten ile yönetilen örnekleri arasında, ya da başka terimlerle ifade edersek, örgütsel güç ile birlikte hareket eden pratik arasında kalıcı ve yapısal bir ayrımın gerekliliğini ortaya koyar. Bu temelde, araçlar (siyaset) ile amaçlar (egemenlik) arasında, ikincisinin birincisini geri beslediği dairesel bir ilişki kurulabilir; bu da egemen olmayan siyaset kavramını bir çelişki haline getirir.

Bu tartışılmaz, bölünemez ve kalıcı siyasi birlik vurgusu, kaçınılmaz olarak siyasetin “temsil” ilke ve pratiği olarak somutlaşmasıyla sonuçlanır: Bu, (mantıksal ve zamansal olarak) yok edilmiş olanın “yeniden temsil edilmesi”dir; bu yok etme, tam da yeniden temsil etmeyi mümkün kılmak için gerçekleştirilir [6]. Bu özel anlamda temsil, yalnızca parlamenter gelenekle ilişkilendirilen dar bir kurumsal anlamda, Temsilci’nin sorumlu ve sağduyulu bilincinin Delege’nin kaprisine karşı değer kazanması olarak anlaşılmamalıdır. Daha ziyade, temsil burada, bir toplumsal oluşumdaki ezici çoğunluğun (yani en geniş anlamıyla işçi sınıflarının ya da Gramsci’nin terimleriyle alt sınıf toplumsal grupların) enerjilerinin ve perspektiflerinin yok edilmesi ve bunların yerine – yeniden temsil edilmesi – çeşitli türdeki seçkinlerin, dar ve katı kurumsal terimlerle tanımlanan siyasi süreçlere dahil edilmesi pratiklerinin bir formalizasyonu olarak kavranır [7].

Bu genişletilmiş bakış açısında yalnızca Hobbes’un Leviathan’ını, yani kaotik çoklukları içeren ve düzene sokan birleşik bir bedeni temsil eden figürünü değil, aynı zamanda temsil ilkesinin açık bir eleştirmeni olan Rousseau’nun da “Genel İrade” kavramının merkezinde yer alan bu ‘temsili yok etme’ mantığını nasıl yeniden ürettiğini düşünmeliyiz [8]. Nitekim Rousseau’nun (çekişmeli) “tümün iradesi”nden (birleşik) “Genel İrade”ye geçişi önerme hızı, bu yok etme-temsil etme sürecinin Hobbesçu öncülünden daha paradigmatik bir örneği olarak görülebilir. Çünkü genel irade, tam da çıkarımsal bir mantık yoluyla düzenin aşkınsal bir şekilde dayatılmasının bir örneği olarak işlev görür. Genel irade, tüm ampirik olarak var olan özel iddialar koşullu olarak yeniden sınıflandırıldıktan sonra evrensel bir biçimsel örnek olarak geriye kalandır. Rousseau’nun ünlü bir şekilde ifade ettiği gibi, “tümün iradesi ile genel irade arasında önemli bir fark vardır: ikincisi yalnızca ortak çıkara bakar, birincisi özel çıkara bakar ve yalnızca özel iradelerin toplamıdır; ancak bu aynı iradelerden birbirini dengeleyen artıları ve eksileri çıkarırsanız, farkların toplamı olarak geriye kalan genel iradedir” [9].

Rousseau’nun argümanı, tarihsel olarak ‘halk egemenliği’ kavramının öne çıkmasında merkezi bir rol oynamıştır. Bu kavram, genellikle ve yanlış bir şekilde Bodin’in egemenlik teorisinin temelinde yatan (araçsal) mutlakiyetçi iddialara demokratik olarak daha kabul edilebilir bir alternatif olarak görülmüştür. Bu anlayışta, olumlu bir şekilde değerlendirilen sıfat, yalnızca (artık şüpheli olan) özneyi nitelendirmek veya değiştirmekle kalmaz, hatta bir şekilde onu olumsuzlar. Ancak Bodin’in teorisinin ardındaki itici güç – yani, siyasi topluluğun yönetici ve yönetilenler hiyerarşisi olarak kuruluşunun doğasından en üst siyasi güç ilkesini türetme girişimi – aslında tam da halk egemenliği kavramında, yani ‘Halk’ın egemenliğinde mantıksal sonucuna ulaşır. Burada, bir teklik-çokluk soyutlaması, iç muhalifler veya bölünmeler (Rousseau’nun özel çıkarların isyancı fraksiyonları) olmadan veya – en önemli nokta – bir dışsız (tam ve bütünleştirici siyasi birlik anlamında, halk kesinlikle sayılamaz ve tam da bu anlamda tekil egemenin yerini alabilir) olarak nihai siyasi karar kaynağı olarak onaylanır [10]. Temsil yoluyla oluşturulmuş bir soyutlama olarak halk, bu nedenle hem özne (egemen gücü elinde bulunduran) hem de aynı zamanda kendi nesnesi (‘kendisi’ tarafından yönetilen) olarak işlev görür; Bodin’in egemenliği, yöneten ve yönetilen örneklerin dışsız kalıcı bir siyasi toplulukta istikrarlı bir şekilde birleşmesi olarak hayali, tam da böyle bir halk egemenliği biçiminde nihayet gerçekleşir.

Burjuva ve kapitalist siyaset bu anlamda yapısal olarak temsili ve egemendir ve siyasi modernitenin karakterize ettiği daha genel madunlaştırma (egemenliğine tabi kılma, ç.n.) süreçlerinin yoğunlaşmasının kilit bir anını oluşturur [11]. Böyle bir ikamecilik, açıkça, burjuva temsili demokrasisinin özgül alt sınıflaştırma biçimleriyle sınırlı değildir, hatta özellikle muhalif siyasi güçlerin tarihinde de dinamik bir unsur olmuştur. Tarihsel olarak değişken bu alt sınıflaştırma süreçlerinin ortak özelliği, örgütlenmenin birlikte hareket etmeye karşı değer kazanması ve bu nedenle siyasi güç ile siyasi bilgiler (çoklukları içinde) arasında aşılamaz (biçimsel) bir mesafenin oluşmasıdır. Sözde ‘halk’ rejimlerinde bile, tekil bir örgütsel anın karar verme kapasitesi ile mutlaka çoklu ve örtüşen birlikte hareket pratikleri arasında bir ayrımın korunması, yönetenler ile yönetilenler arasında bir uçurum yaratır. Bu anlamda, egemenlik kaçınılmaz olarak alt sınıflaştırır, çünkü yapısal olarak diğer, egemen olmayan örneklere kalıcı bir şekilde tabi bir konum atar; hatta egemenlik, başarılı bir şekilde egemenlik iddialarını ortaya koyabilmek için bu genelleşmiş boyun eğmeye, kendisini nihai bir temyiz mercii olarak tanımasına bağlıdır.

Lenin’in ayrıksılığı ve ikili iktidar

O halde, Lenin’in egemenlik olarak siyaset teorisyenlerinden nasıl ayrıldığını ve özellikle ikili iktidar kavramının burjuva egemen düzen partisinin temsili ana akımına nasıl teorik bir alternatif sunduğunu nasıl savunuyorum? İkili iktidar, sonuçta, daha sık olarak Lenin’in somut bir durumun somut analizine (Althusser’in terimlerini kullanırsak) örnek bir örnek olarak anlaşılmıştır, yani öncelikle tarihsel veya ampirik bir öneme sahip olarak, 1917 Rus Devrimi’nin evrimindeki belirli ve geçici koşulların bir tanımı olarak görülmüştür, kendi başına teorik bir katkı olarak değil. İkili iktidar kavramının teorik önemini anlamak için bu nedenle öncelikle geleneksel olarak anlaşıldığı bazı etkili yolları bir kenara bırakmamız gerekiyor.

İlk olarak, Lenin için ikili iktidar durumu, siyasi iradenin uygulanmasıyla üretilmedi (en azından ‘irade’ öznel yönelim açısından, yani Kantçı ayrımı kullanırsak Willkür yerine Wille olarak anlaşılıyorsa). 1917’nin iki devrimi arasındaki boşlukta bu zor kavramı ilk kez ortaya attığında, ikili iktidar bir seçim meselesi değildi: belirsiz bir zamanda belirli bir siyasi aktörün bir stratejik öneriyi diğerine tercih etmesi. Bunun yerine, nesnel olarak verilmiş bir durumdu, ya da daha kesin olarak, belirli bir kriz durumunun yapısına yazılmış bir güç ilişkisiydi. Altta yatan yapısal bir çelişkinin yoğunlaşma anıydı, tekil ve bu nedenle tekrarlanamaz bir şekilde yapılandırılmış ve ifade edilmişti. Bu açıdan, 1917 devrimci durum krizi keyfi değildi, yalnızca Lenin’in ya da genel olarak Bolşeviklerin Machiavellici entrikalarının sonucu değildi, bazı genelleştirilmiş ‘şeytani’ okumaların varsaydığı gibi [12]. Aksine, özellikle de tekilliği içinde, siyasi modernitenin kendisinin yapısal krizinin semptomatik ve ifade edici bir örneğiydi.

İkinci olarak, tam da belirli bir kriz durumunun yapısına yazılmış bir güç ilişkisi olduğu için, ikili iktidar durumunun varlığı, mevcut siyasetten bir ‘çıkarma’ ya da öznel olarak belirlenmiş bir ‘çıkış’ anlamına gelmiyordu [13]. Lenin, ikili iktidar durumunun, mevcut devlet aygıtıyla etkileşimi reddederek, sivil toplumda ya da başka bir sözde özgürleştirilmiş alanda bulunan ‘daha saf’ bir güç lehine üretilebileceğini önermedi. Lenin aslında her zaman, mevcut devletle, parlamenter demokrasi mekanizmaları da dahil olmak üzere, etkileşimin devrimci hareket için taktiksel olarak yararlı olabileceğini, belirli durumlarda ve kesin siyasi koşullar altında savundu [14]. İkili iktidar kavramının yeniliğinin bir kısmı, tam da devrimci bir krizin ortasında bu gerçekçi perspektifi harekete geçirmesidir. 1917’de Rusya’daki ikili iktidar durumu, Lenin için hem ‘içinde hem de karşısında’ ve mevcut devlet içinde gerçekleşti; Mario Tronti’nin daha sonra sıklıkla benimsediği neredeyse Augustinusçu formülasyonu kullanırsak, işçi isyanlarının kaynaklarını karakterize etmek için.

Üçüncü olarak, Lenin’de ikili iktidar, tam gelişmiş bir teoriden ziyade kavramsal bir netlik ve yoğunluk anıdır. Poulantzas’a saygılarımızla, “Lenin’in tüm analizleri ve eylemleri ‘ikili iktidar’ın ‘leitmotif’i tarafından ‘kat edilmiş’ değildir” [15]. Aslında, ‘ikili iktidar’ [dvoevlastie] terimi, Lenin’in 1917 Rus Devrimi öncesi ve sonrasındaki kapsamlı yazılarında hiç de öne çıkmaz [16]. Bu tür metinsel izlerin eksikliği, ikili iktidarın daha sonraki birçok ‘Lenin imgesi’nin oluşumundaki etkisi göz önüne alındığında şaşırtıcı görünebilir, ancak bu terminolojik eksikliğin basit bir nedeni vardır: onun tanımlanması için formüle edildiği gerçeklik 1917’den önce yoktu. İkili iktidar durumunun varlığı tezi, Lenin’in siyasi sözlüğünde yalnızca Şubat ve Ekim 1917 devrimleri arasındaki çok özel ‘ara dönem’ anında açıkça ortaya çıkar. Bu nedenle, Lenin’in kavramsal önerisinin özgüllüğünü ve hatta tuhaflığını netleştirmek için bu anın tekilliğini düşünmemiz gerekiyor.

Fikirler tarihine belirli bir yaklaşım, ikili iktidar ‘kavramının’ (kelimenin kendisinden ayrı olarak) Lenin’in Finlandiya İstasyonu’na yaptığı yolculuk sırasında yazılan Nisan Tezleri’nde zaten ‘pratik bir durumda’ mevcut olduğunu savunabilir, ancak aslında bu kavram Lenin tarafından açıkça ilk kez 9 Nisan 1917’de Pravda’da yayımlanan bir makalede formüle edilmiş ve en ünlü şekilde “Proletaryanın Devrimimizdeki Görevi” (10 Nisan’da yazılmış ancak Eylül’e kadar yayımlanmamış) adlı eserde sunulmuştur. Dahası, ‘ikili iktidar’ kelimesi aslında Lenin’in icadı değildi; Şubat Devrimi’nden sonra Sovyetlerin tam hükümet sorumluluğunu üstlenmeyi reddetmesi ve bunun sonucunda etkisiz Geçici Hükümet’in ortaya çıkmasından bu yana, çeşitli siyasi perspektiflere sahip birçok yazar zaten ikili iktidarın anormal bir durumundan bahsediyordu [17].

Bu örneklerde, ikili iktidar tezi, Geçici Hükümet’e karşı konumlanan Sovyetlerin oluşturduğu tamamen beklenmedik “iki diktatörlüğün iç içe geçmesi”ni kavrama girişimiydi. Lenin, Pravda’daki makalesinde açıkça şunu belirtir: “Daha önce kimse ikili bir iktidar düşünmemişti ya da düşünemezdi” [18]. Sovyetlerde somutlaşan siyasi iktidar türü, mevcut devlet aygıtının dışında ancak onunla yan yana ortaya çıkmıştı; bu aygıt, büyük bir toplumsal ve siyasi kriz nedeniyle hem meşruiyet hem de işlevsellik açısından ciddi şekilde zayıflamıştı (ve tam da bu zayıflama, Sovyetlerin belirli bir dayanıklılığa sahip bir siyasi kurum olarak ortaya çıkabileceği Machiavellian bir fırsatı temsil ediyordu). Ancak Lenin, ikili iktidarı saf ile saf olmayan güçler arasındaki Maniheist bir çatışma olarak nitelendirmedi. Daha ziyade, Gramsci’nin terimleriyle, ‘siyasi toplum’un (örgütsel pratikler) ve ‘sivil toplum’un (birlikte hareket örnekleri) rekabet eden iddialarının normal hiyerarşilerinin istikrarsızlaştığı bir anda ortaya çıkan ‘karışık bir hükümet’ türünü temsil ediyordu [19].

Ancak bu iki ‘hükümet’ veya ‘diktatörlük’ün toplumsal temelleri ve siyasi sonuçları tamamen farklıydı. Geçici Hükümet, ne kadar geçici ve kırılgan olursa olsun, biçimsel anlamda ‘terimin gerçek anlamıyla bir Devlet’ olma veya haline gelme iddiasındaydı; yani, ‘hukuk’a (siyasi seçkinler tarafından yönetilen) ve nihayetinde özel mülkiyetin ‘hakları’na dayanan bir devlet aygıtı. Egemenlik ve temsil paradigmalarına katılımı nedeniyle, kaçınılmaz olarak baskıcı ve alt sınıflaştırıcı bir hükümet biçimiydi. Bodin’in ve ondan önce Machiavelli’nin siyasetin ‘ilksel’ gerçeği olarak gözlemlediği şeyi (yani, herhangi bir türden siyasetin başlangıçta ortaya çıktığı ampirik olarak verili durum anlamında), yani gerçekten yönetenler ve yönetilenler olduğu gözlemini onaylamayı ve sürdürmeyi amaçlıyordu – tam da devrimci krizi tetikleyen güçlerin yapılandırması [20]. Bu anlamda Geçici Hükümet, krize bir çözüm değil, onun devamı hatta biçimsel bir tekrarıydı.

Öte yandan Sovyetler, Lenin için Paris Komünü’nün belirleyici özelliklerini hatırlatan ‘özel bir devlet türü’nü temsil ediyordu. Hem Komün hem de Sovyetler, halk inisiyatifine dayanıyor ve bu şekilde işlev görüyordu (özellikle, polis ve ordunun yerini halkın silahlanmasının alması ve delegelik ve geri çağırma süreçleriyle bürokrasi üzerinde doğrudan halk kontrolü). Marx’ın Paris Komünü’nün siyasi önemi üzerine analizinin terimlerini kullanırsak, bunlar emeğin kurtuluşunu gerçekleştirmeye başlamak için genişletici bir hükümet biçimiydi [21]. Bu iki hükümet, en katı anlamda, birbiriyle bağdaşmaz siyasi güçlerdi; siyasi kurumların ve siyasetin doğası ve işleyişine ilişkin tamamen farklı varsayımlara dayanıyorlardı. Antagonizmaları, birinin ya da diğerinin ortadan kalkmasıyla sonuçlanmak zorundaydı. Lenin, bu durumun istisnai ve zorunlu olarak geçici doğasında ısrar etti: “Böyle bir ‘iç içe geçme’nin uzun süre dayanamayacağından en ufak bir şüphe yoktur. Bir devlette iki iktidar var olamaz” diye savundu. “İkili iktidar, yalnızca devrimin gelişimindeki geçici bir aşamayı ifade eder” [22].

İkili iktidar kavramı, Lenin’in 1917’de ortaya çıkan benzeri görülmemiş yapılandırmaları kavrama çabasında olduğu gibi, onun düşüncesinde de geçici bir aşamayı temsil eder. Bu aşama, 1917 yazının yükseliş ve düşüşlerini kateder ve Lenin’in Paris Komünü üzerine Marx’ın yazılarına Devlet ve Devrim’de yeniden yaptığı yansımalarla programatik sonucuna ulaşır. Nitekim, 1917’de ikili iktidar durumunun patlak vermesi, Lenin’i uzun süredir üzerine düşündüğü temalara geri dönmeye sevk etti, tıpkı savaşın patlak vermesinin onu 1914’te Hegel’e geri dönmeye yönlendirdiği gibi [23]. Devlet ve Devrim, materyalist geleneğin büyük ‘tamamlanmamış eserleri’ arasında meşru bir şekilde sayılabilecek bir çalışmadır, çünkü bu gelenek bize tamamlanmamışlığı bir eksiklik olarak değil, durum tarafından ve durum içinde belirlenmiş olarak anlama olanağı sunar [24]. Lenin’in bir saman yığınında kanun kaçağı olarak geçirdiği zamanın neredeyse Machiavellian yalnızlığı sırasında başlanan bu eser, devrimci dalganın erken sonbaharda geri dönmesiyle Lenin tarafından memnuniyetle ‘terk edildi’ (Valéry’nin anlamında). Tıpkı Spinoza’nın Politik İnceleme’sinin demokrasinin doğası üzerine tartışma başladığı anda kesintiye uğraması gibi, Lenin’in devrim üzerine incelemesi de 1905 ve 1917 Rus devrimlerinin tarihini karşılaştırmalı bir perspektifle anlatmaya başladığı anda kendini ‘kesintiye uğratır’. Ekim ayaklanmasından sonra sarfettiği ünlü ve kuru sözünde işaret ettiği üzere, Lenin için: “Devrim ‘deneyimini’ yaşamak, onun hakkında yazmaktan daha keyifli ve faydalıdır.”

İkili iktidarın teorileştirilmesi de 1917 sonbaharındaki olaylar tarafından kesintiye uğradı. 1917’nin Olağanüstü hali Kışlık Saray’ın ele geçirilmesiyle çözüldükçe ve yeni devrimci hükümet çok farklı siyasi bağlamlarla yüzleşmek zorunda kaldıkça, bu tema da Lenin’in yazılarından büyük ölçüde kayboldu. Önce iç savaş ve ardından, karşı-devrimci dalga görünüşte durdurulduktan sonra, NEP altında sosyalist bir düzenin tereddütlü inşası, Bolşeviklerin ‘yönetim otoritesinin komuta zirvelerini’ işgal etme zorluklarıyla boğuşmasına ve nihayetinde aşağıdan gelen güçlü bir toplumsal hareketin yokluğunda yenilgiye uğramasına tanık oldu. Lenin’in yazılarında ikili iktidarın potansiyellerine ve tuzaklarına yapılan atıflar, bu nedenle bir anlamda ne öncülleri ne de halefleri olan bir anomali haline geldi. Bu anlamda, tamamlanmış bir kavramdan ziyade, potansiyel olarak üretken belirsizliklerle işaretlenmiş dahiyane bir sezgiydi. Ortaya çıktığı anda tam olarak geliştirilmemiş bir içgörüydü ve bu nedenle sonraki Marksist gelenekler tarafından sonsuz yeniden ziyaretlere ve yeniden yorumlamalara özellikle açık kaldı [25].

Künye: Thomas, Peter D. (2025) “Lenin’s Alternative”, https://communispress.com/lenins-alternative-a-politics-of-another-type/, communis, Yayınlanma Tarihi: 25.01.2025.

Peter D. Thomas
Marksist Kuramcı

Dipnot Kitabevi tarafından İlker Akçay ve Ekrem Ekici çevirisiyle yayımlanan "Gramsci Çağı" kitabının yazarıdır.