Böyle bir yazıyı hazırlama fikri, ilk olarak, 2023 yerel seçimleri öncesinde Metin Cihan’ın Türkiye’nin soykırımcı İsrail’le sürdürdüğü ticaret skandalını ortaya çıkaran sosyal medyadaki haberleriyle gelişmeye başladı. Cihan, kamuya açık kaynaklardan, devletin resmi istatistiklerinden ve şirket verilerinden yola çıkarak – seküler ya da muhafazakâr fark etmeksizin – çeşitli büyük sermaye gruplarının İsrail’le yürüttüğü ticaretin niteliğini ve hacmini gözler önüne sermişti.[1] İsrail’in Gazze’deki soykırımına karşı sokaklarda öfke büyürken, içerideki iktidar destekçileri başta olmak üzere geniş bir sermaye çevresinin bu vahşeti ekonomik ranta tahvil etmesi, Cihan’ın ifşalarıyla görünür hale geldi. Siyasal muhalefetin Saray tarafından dizayn edildiği, rejiminin mutlak kontrolünde bir medya ortamı ve çoğu zaman zarların baştan hileli atıldığı bir ortamda, Metin Cihan’ın ortaya koyduğu belgeler – AKP seçmeni arasında dahi – büyük bir rahatsızlık yaratmayı başardı. Bunu, kendim de dâhil olmak üzere, kendilerini eleştirel olarak tanımlayan siyasal iktisatçıların değil sürgündeki bir gazetecinin bütün olanaksızlıklara ve güçlüklere rağmen başarmış olması etkileyici olduğu kadar düşündürücüydü, ancak dilerseniz bu başka bir yazının konusu olsun.
Ardından bu sorgulamaya, Türkiye’nin önde gelen bir grup muhalif gazetecisinin, çalıştıkları TV kanalından “ayrıldıktan” sonra[2] açtıkları YouTube kanalının daha ilk günlerinde 600 bin aboneye yaklaşması ve ilk video yayınlarının bir milyonun üzerinde izlenmesi eklendi. Bu olağanüstü ilgi, bize, toplumda hakikate, hesap sormaya ve “pisliğin eşelenmesine” duyulan ihtiyacın ne denli derin olduğunu bir defa daha gösterdi. Tam da bu satırların yazıldığı bir sırada, gazeteci Timur Soykan ve Murat Ağırel’in uydurma gerekçelerle gözaltına alınmaları, sürecin nasıl bir atmosferde ilerlediğini bir kez daha yüzümüze çarptı. Elinizdeki bu metin, böyle bir siyasal-toplumsal iklimde – aşağıda kısaca değineceğim – Amerikan “muckraker” geleneğiyle bugünün Türkiye’si arasında köprü kurma çabasının bir ürünü olarak ortaya çıktı.
“Muckrakers” (Pisliği Eşeleyenler): Kısa bir tarihsel arka plan
Mark Twain’in 1873’teki aynı adlı romanından miras kalan “Yaldızlı Çağ” (Gilded Age) terimi, Amerikan tarihinin en ilginç dönemlerinden birini simgeler. Dönemin hızlı bir sanayileşmeyle gelen görkemli ekonomik büyüme verileri ve yükselen ortalama ücretler, gösterişli bir tablo sunarken, gerçekte bu parıltılı yüzeyin altı derin çatlaklarla doluydu. Hızlı sanayileşme, üretkenlik artışı ve teknolojik gelişmeler bu ücretlerdeki yükselişi desteklemiş; ancak bu artış eşit dağılmamıştır. Beyaz, erkek ve vasıflı işçiler sanayileşmeden daha fazla fayda sağlarken; kadınlar, göçmenler, siyahlar ve vasıfsız işçiler düşük ücretler, güvencesiz koşullar ve sistematik ayrımcılıkla karşı karşıya kalmıştır. Özellikle siyah Amerikalılar, köleliğin resmen kaldırılmasından sonra da borç esareti, ırkçı yasalar ve ayrımcı işgücü politikaları nedeniyle büyük ölçüde dışlanmış, fiilen özgürlükten mahrum bırakılmışlardır. Dönüşümün hızına ayak uyduramayan sosyal düzen, tekelci sermayenin devlet mekanizmalarını ele geçirişi, önlenemeyen yolsuzluk ve rüşvet düzeni, her mahallede mantar gibi biten sonradan görme gösterişçi zenginler, kentlerde patlayan sefalet, büyüyen eşitsizlikler, vb. bir yığın olgu bu ışıltılı tablonun saklamaya çalıştığı tatsız gerçekliklerdi. Bunlar, İç Savaş sonrası Amerikan kapitalizminin geçirdiği büyük dönüşümün – üzerinde hala fazlaca durulmak istenmeyen – toplumsal maliyetlerini oluşturmuştu.
19. yüzyılın son çeyreğinde ABD’nin dünya sahnesine endüstriyel bir büyük güç olarak çıkışı, kapitalizmin örgütlenme biçimlerinde görülen köklü bir dönüşümle el ele gitti. Rockefeller’ın petrol imparatorluğu, Carnegie’nin çelik tekeli ve J.P. Morgan’ın finansal hegemonyası, “soyguncu baronlar” olarak nitelendirilen yeni bir kapitalist sınıfın doğuşunun habercisiydi.[3] Bu dönemde 5.000’den fazla firmanın 300 küsur dev şirket altında birleşmesi, yalnızca ekonomik değil, toplumsal ve siyasal yapıları da dönüştüren bir oligarşik düzenin temellerini attı. Bu yeni dönemde, kapitalist mülkiyet yapısındaki dönüşüm yalnızca işletmelerin ölçeğini değil, mülkiyetin niteliğini de değiştirdi. Thorstein Veblen, bu süreci “işinin başında bulunmayan mülk sahipliği” (absentee ownership) kavramıyla açıklıyordu.[4] Veblen’e göre, üretim süreci ile sermaye sahipliği arasındaki bağ kopmuş, kontrol büyük ölçüde üretimden uzak duran, sadece kârla ilgilenen finansal elitlerin ellerine geçmişti. Bu durum, kapitalizmin daha önceki dönemlerine kıyasla yeni ve daha soyut bir egemenlik biçimini temsil ediyordu. Aynı dönemde, Bolşevik lider Lenin de bu yapısal değişimi yakından izliyor ve üretim araçlarının giderek daha az sayıda kapitalistin elinde yoğunlaştığı bu aşamayı “kapitalizmin tekelci aşaması” olarak adlandırıyordu. Lenin’in analizleri sadece Almanya gibi Avrupa merkezli endüstriyel güçleri değil, Atlantik’in öte yakasında yükselen Amerikan kapitalizmini de kapsıyordu. Her iki düşünür de, kapitalizmin bu yeni evresinde ekonomik gücün merkezileşmesinin, siyasal ve toplumsal iktidar ilişkilerini derinden dönüştürdüğünü saptamıştı.[5]
Bu yoğunlaşma süreci, emekçi sınıflar üzerinde yıkıcı etkiler yarattı. 1880’lerde bir Amerikalı işçi – özellikle imalat ve maden sektörlerinde – günde ortalama 14-16 saat çalışırken, ücretler hiç de sanayileşmenin yarattığı zenginliğe – veya klasik iktisat teorilerinin tarif ettiği gibi işgücü verimliliğiyle – paralel artışlar göstermiyordu. 1893 ekonomik krizinde işsizlik oranının % 20’lerin üzerine çıkması mevcut toplumsal hoşnutsuzlukları derinleştirmişti. Nitekim süreç Amerikan demiryolu sektörünün neredeyse tamamını felce uğratan 1894’teki Pullman Grevi gibi kitlesel direnişlerin patlak vermesine yol açtı. Kentlerdeki gecekondular, çocuk işçiliğinin yaygınlığı ve gıda güvenliği skandalları Yaldızlı Çağ’ın parıltılı imajını iyiden iyiye aşındırıyordu.
Bütün bunlar yaşanırken devletin ve adalet mekanizmasının son derece işlevsiz kalışı – güncel tabirle – “araştırmacı gazeteciliği” toplumsal vicdanın son savunucusu haline getirdi. İlk kez, Başkan Theodore Roosevelt tarafından 14 Nisan 1906’da Washington, D.C.’de yaptığı “The Man with the Muck-Rake” başlıklı konuşmasında – John Bunyan’ın İngiliz edebiyatının en önemli dinsel/metaforik eserlerinden birisi kabul edilen 1678 tarihli Pilgrim’s Progress’e[6] referansla – dile getirdiği terim, sosyal ve ekonomik adaletsizlikleri araştırarak kamuoyuna duyuran İlerici Dönem gazetecilerini tanımlamak için kullanılacaktı. İlginç bir detay, bir Hıristiyan ahlak öğretisi sunan didaktik metninde Bunyan, “tırmık” yahut “eşeleme” (muck-rake) metaforunu, dünyevi hırslara saplanmış insanın manevi körlüğünü resmetmek için kullanmıştı. Hikâyenin bir yerinde elindeki tırmıkla yerdeki çer çöple (dünyevi şeylerle) uğraşmaktan başını kaldırıp da kendisine uzatılan göksel tacı (ruhani ödülü) fark edemeyen bir karakter resmedilmektedir. Bu, maddi kazanç uğruna maneviyatı ihmal eden insanın çarpıcı bir temsilidir. Başkan T. Roosevelt ise ünlü konuşmasında bu metaforu yeniden yorumlayarak toplumdaki yolsuzlukları ve adaletsizlikleri ortaya çıkaran habercilerin toplumsal sorunları eşeleme çabasını küçümsemek ve sürekli olarak olumsuzluklara odaklanıp daha “yüce idealleri gözden kaçırmaları” riskine dikkat çekiyordu. Diğer bir deyişle, muckraker’ların ifşa ettiği yolsuzluklar ve toplumsal adaletsizlikler, Roosevelt’in gözünde Amerikan toplumunun hızla sanayileştiği ve ekonomisinin müthiş bir hızla büyüdüğü süreçte ortaya çıkan “kaçınılmaz” bazı yol kazalarıydı. Dolayısıyla, bu tür ifşaların kamu yararı açısından önemli olduğunu teslim etse de, işlevsel olabilmeleri için muckraker’ların “ne zaman duracaklarını bilmeleri gerektiğini” vurguluyordu.
Burada elbette yalnızca Roosevelt’in reformcu vizyonunun – ki sınırları son derece açıktır –değil, aynı zamanda muckraker gazetecilerin ne ölçüde radikal bir dönüşüm talep ettiklerinin de sorgulanması gerekir. Bu gazetecilerin önemli bir kısmı, sistemin içinden konuşan aktörlerdi; hedefleri çoğu zaman kapitalist düzenin köklü biçimde dönüştürülmesi değil, onun daha şeffaf, daha “adil” işlemesini sağlamaktı. Dolayısıyla her muckraker, Upton Sinclair ya da Lincoln Steffens gibi sosyalizmle bağ kuran istisnai örnekler dışında, radikal bir toplumsal proje ile hareket etmemiştir. Ida Tarbell gibi isimler, daha çok büyük şirketlerin yolsuzluklarını ifşa etmeye yönelmiş; bazıları ise kamuoyunun ilgisini çekmeyi amaçlayan bireysel ya da mesleki motivasyonlarla hareket etmiştir. Bu tablo, muckraker gazeteciliğin sınırlarını ve olanaklarını doğru kavramak, bu tarz habercilik pratiklerine gereğinden fazla dönüştürücü misyonlar yüklememek açısından önemlidir. Nitekim gazetecilik tarihinin en sembolik başarılarından biri olan Watergate skandalı örneğinde dahi, sürecin öne çıkan muhabirlerinin neredeyse mitolojik figürlere dönüştürüldüğünü görürüz. Oysa böylesi dönüşümleri, belirli gazetecilik hamlelerinden ziyade, toplumsal güçler arasındaki karmaşık mücadelelerin bileşkesi olarak okumak daha sağlıklı ve açıklayıcıdır.[7]
Ne olursa olsun, bu cesur gazeteciler kapitalist sistemin doğasında var olan bir gerçeği, kapitalist devlet aygıtının yönetici sınıf çıkarlarının hizmetkârı olduğunu, gözler önüne seriyordu. Ida Tarbell’in imzasıyla McClure’s Magazine dergisinde yayımlanan Standard Oil üzerine kaleme aldığı bir dizi makalede[8] bu tekelin icraatları ve yapısının deşifre edilmesi bu durumun en çarpıcı örneklerinden biridir. Tarbell’in etkileyici araştırması John D. Rockefeller’ın imparatorluğunun nasıl yasa tanımaz yöntemlerle büyüdüğünü belgeliyordu. Rakip şirketleri yok etmek için demiryollarıyla yapılan gizli anlaşmalar, politikacıların ve yargıçların rüşvetle satın alınması, federal yasaları delmek için geliştirilen karanlık hukuki taktikler… Tüm bunlar, elbette devletin gözü önünde gerçekleşmişti. Ohio Senatörü Mark Hanna’nın Standard Oil’in lobicisi olması, yargıçların şirket avukatlarınca “ikna edilmesi”, Sherman Antitröst Yasası’nın 20 yıl boyunca Rockefeller’a dokunmaması, sistemin nasıl işlediğini gösteren ibret verici örneklerdi. Ancak Tarbell’in yazıları öyle bir kamuoyu baskısı yarattı ki, 1911’de ABD Yüksek Mahkemesi nihayet Standard Oil’i parçalamak zorunda kaldı.
Toplumsal çelişkilerin ve hoşnutsuzluğun çok arttığı dönemde, 1890’ların sonundan itibaren “İlerici Dönem” (Progressive Era) olarak anılacak bir toplumsal uyanış filizlendi. Terim, kimilerince, 1. Dünya Savaşı’na kadar olan dönemde ülkedeki sanayileşme, kentleşme, göç, eşitsizlik ve yolsuzluk gibi olgulara tepki olarak ortaya çıkan ilerici toplumsal hareketleri ve reform dinamiklerini işaret etmek için kullanıldı. Bu araştırmacı gazetecilerin yazıları, yalnızca yolsuzlukları deşifre etmekle kalmadı, aynı zamanda ABD’deki reform hareketlerinin entelektüel zeminini de hazırladı. Örneğin Upton Sinclair’in The Jungle (1906) adlı eserinin Chicago mezbahalarında ortaya çıkardığı insanlık dışı çalışma koşulları, kapitalist üretimin insan bedeni ve ruhu üzerindeki tahribatını gözler önüne sermekteydi. Çalışma kamuoyunda büyük bir infial yaratacak ve federal hükümet o yıl alelacele Saf Gıda ve İlaç Yasası’nı (The Pure Food and Drug Act of 1906) çıkarmak zorunda kalacaktı. Önceleri reformist bir liberal olan Lincoln Steffens ise zamanla sosyalizme ve Bolşevizme büyük ilgi duymuş, McClure Magazine için yazdığı makalelerde şehir yönetimlerindeki yolsuzlukları ifşa etmişti. Makalelerinde New York’tan Minneapolis’e Amerikan polis teşkilatının organize suç örgütleriyle bağlantılarını ortaya koymuştu. Steffens, bu metinlerde polis karakollarının düzenli rüşvet dağıtım merkezleri haline geldiğini belgeliyordu.[9] Ayrıca belediyelerdeki patronaj sistemini, rüşveti ve iş dünyası ile siyasetin kirli ilişkilerini açığa çıkarmaya odaklanmıştı.
1930’ların “Yeni Düzen” (New Deal) politikalarının temelinde bu eleştirel gazetecilik geleneğinin açtığı yol vardı. Bu tarihsel süreklilik bize gösteriyor ki, muckraker’ların etkisi yalnızca güncel skandalları ortaya çıkarmakla sınırlı kalmadı. Onlar, Amerikan kapitalizminin üç kritik evresinde – Yaldızlı Çağ’ın vahşi sermaye birikimi, İlerici Dönem’in düzenleyici müdahaleleri ve Yeni Düzen’in vadettiği yeni sınıf uzlaşısı – adeta bir toplumsal vicdanın tezahürü olarak işlev gördüler. Franklin D. Roosevelt’in 1930’larda hayata geçirdiği reformların çoğu, aslında bu araştırmacı gazetecilerin on yıllar önce işaret ettiği yapısal sorunlara yönelik gecikmiş yanıtlardı. Örneğin, Sinclair’in teşhir ettiği sağlıksız çalışma koşulları, nihayet 1938’de çıkarılan Adil Çalışma Standartları Yasası’yla (Fair Labor Standards Act of 1938) düzenlendi. Benzer şekilde, yukarıda Steffens’in belgelediği yolsuzluklar, Yeni Düzen’in kamu denetim mekanizmalarını güçlendiren düzenlemelerine esin kaynağı oldu.
Ve Türkiye
“Pisliği eşelemek…” Erdoğan Türkiye’sinin yeni yönetici sınıf ittifaklarının yarattığı iktisadi, kültürel, siyasal ve toplumsal çürüme koşullarında araştırmacı gazetecilik çabalarını daha iyi anlatan başka bir terim bulmak gerçekten zordur. Tam yılını hatırlamıyorum, muhtemelen 7-8 yıl olmuştur; Korkut Boratav hocamız ODTÜ’de uluslararası bir etkinlikte yaptığı konuşmasında şu sarsıcı tespiti yapmıştı: “Mafya ve organize suç unsurlarının devlet yapısına giderek daha fazla nüfuz ettiği Türkiye gibi ülkelerle ilgili kuramsal tahliller yapılamaz, bu ülkeler hakkında hikâyeler anlatılabilir ancak”. Bu konuşmanın yapıldığı sırada Türkiye’de henüz “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” ya kurulmamıştı ya da çok yeni idi. İktidar bloğu içerisinde organize suç unsurları bu denli güçlenmiş değildi. Yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ın en büyük rakibi durumundaki Ekrem İmamoğlu’nun 19 Mart’ta tutuklanmasıyla yeni bir aşamaya varan anayasal darbe ve izleyen akıl almaz hukuksuzluklar, bugün yargıdan emniyete devletin bütün kritik kurumlarına hâkim olan zihniyetin “kanun”, “suç”, “adalet” ve “düzen” gibi mefhumlarla ilişkisinin “olağan dışı” olduğunu gösteriyor. Yıllardır HDP’nin/DEM’in eş-başkanlarının hukuksuz bir biçimde içeride tutulması; sayısız belediyeye kayyum atanmış olması gibi adımlarla süren seçmen iradesinin gasp edilmesi süreci, CHP’li belediye başkanlarının ve sayısız belediye çalışanının tutuklanması ve bu belediyelere kayyumlar atanmasıyla ülke geneline yayılmış oldu. An itibariyle Türkiye’deki iktidarın toplumsal muhalefeti her ne pahasına olursa olsun dağıtmak, demokratik siyasal muhalefeti bir şekilde devre dışı bırakmak ve Saray rejiminin ömrünü uzatmaktan başka hiçbir konu ve önceliği bulunmuyor. Görünen o ki Erdoğan ve çevresinin bu konuda vermeyeceği hiçbir iç/dış siyasi taviz, ahlaken aşamayacağı hiçbir bir kırmızıçizgi bulunmuyor. Karşımızdaki karanlığın niteliğini – toplumsal direnişin Silivri’den çekip aldığı – Mahir Polat’ın viral olan o videosundan daha iyi anlatacak çok az içerik olduğunu düşünüyorum.
İşte Korkut hocanın yukarıdaki tespitinin ima ettiği karanlık ilişkiler ağını görünür kılmak, özellikle son yıllarda giderek daha da tehlikeli bir hal alan araştırmacı gazetecilik faaliyetlerine kalmış görünüyor. Bahadır Özgür, Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Can Dündar, Erk Acarer, Metin Cihan, Murat Ağırel, Şule Aydın, Timur Soykan gibi gazeteciler, yolsuzluk ve rüşvetten kara para aklama ve uyuşturucu ticaretine uzanıyor, mafya-devlet ilişkilerinin girift yapısını kamuoyuna taşıyorlar. Dolayısıyla ülkemizin muckracker’ları ya sürgünde ya mahpushanede esaret altında veya ardı ardına soruşturma ve davalarla yaşamak zorunda kalıyor. Burada, Rabia Naz ve en son Narin’in davasında olduğu gibi, cezasızlık ihtimaline ve örtbas çabalarına karşı, neredeyse soluksuz bir şekilde bilgi akışı sağlayan yurttaş gazetecilerin etkisini de göz ardı etmemek lazım. Onlar da çoğu ana akım medya organlarının yapmadığını yaparak, sosyal medya üzerinden kamusal vicdanı diri tutan ve adalet arayışını canlı tutan bir habercilik hattı oluşturuyorlar. Böylece, pisliğin üzerini örten sis perdesi sadece profesyonel değil, sivil bir gazetecilik pratiğiyle de aralanıyor.
Nitekim son yıllarda ortaya saçılan hikâyeler, devletin çeşitli düzeylerde organize suçla kurduğu ilişkilerin artık istisna değil, bir norm haline geldiğini gösteriyor. Örneğin, Venezuela-Türkiye hattında yürütülen kokain trafiği, sadece organize suçun sınır-aşan doğasına değil, aynı zamanda bu tür operasyonlara bürokratik ve diplomatik koruma sağlandığına işaret ediyor. Reza Zarrab davasında açığa çıkan milyarlarca dolarlık yasa dışı para transferleri, devletin en üst düzeyindeki isimlerle kurulan kirli bağları gözler önüne serdi. Uyuşturucu baronlarının son yıllarda Türkiye’yi saklanmak için güvenli sığınak haline getirmesi, son dönemde ele geçirilen tonlarca uyuşturucu vesilesiyle ayyuka çıktı. Öte yandan, yasadışı bahis piyasasının devasa boyutlara ulaşması ve bu piyasayı kontrol eden yapıların bazı milletvekilleri ve emniyet yetkilileriyle içli dışlı olduğuna dair iddialar, çürümenin ne derece yaygınlaştığını gösteriyor. Daha da çarpıcısı, Suriye’deki iç savaş sırasında Türkiye’deki bazı çevrelerin IŞİD’le yaptığı petrol ticaretine ilişkin uluslararası belgeler ve iddialar, sadece suç şebekeleriyle değil, terör örgütleriyle de ekonomik ilişkilere girilebildiğini yönünde derin şüphe uyandırdı. Maalesef Yeni Türkiye’de bu türden ilişkileri sorgulayacak bağımsız bir yargı veya denetleme mekanizmasına bulunmuyor. Tüm bu olgular, suç yapılarının artık devletin dışında konumlanan illegal unsurlar değil; onunla simbiyotik ilişkiler içinde yaşayan, onu şekillendiren ve belirli siyasal-iktisadi amaçlara hizmet eden aktörler haline gelebileceğini açıkça gösteriyor. Son yıllarda organize suçlarla ilişkili olarak gündeme gelen herkesle fotoğrafı bulunan Süleyman Soylu’nun siyasi kariyer yolculuğu, şüphesiz, buna uzun yıllar hatırlanacak çok güzel bir örnektir.
Türkiye’nin deneyimi bu bakımdan istisnai değil, fakat oldukça açıklayıcı. Latin Amerika’da Bolsonaro sonrası Brezilya’da polis-mafya ilişkileri ve kent içi milis ağlarının yükselişi; Balkanlar’da özellikle Sırbistan’da devlet destekli mafya yapılarının medya ve futbol dünyasıyla iç içe geçmesi; Rusya’da Putin rejiminin ilk dönemlerinden itibaren devlet-oligark-mafya üçgeninin kurumsallaşması; ya da İtalya’da Berlusconi döneminde mafya ile siyaset arasındaki “ilişkili özerklik” örneği—bu tür devlet biçimlerinin küresel çapta yaygınlaştığını göstermektedir. Bu rejimlerde mafya, sadece ekonomik rant devşirme aracı olarak değil, aynı zamanda muhalefeti bastırma, toplumu sindirme ve devletin belirli mekanizmalarını “esnekleştirme” aracı olarak da işlev görür. Böylece “hukukun üstünlüğü” ya da “şeffaflık” gibi liberal normlar bir yana itilirken, yerini kişisel sadakat, korku ve çıkar ağlarına dayalı yeni bir siyasal akıl alır. Türkiye’de yaşananlar ise bu küresel eğilimin yerel tarihle, İslamcı faşizmin sınırlarında dolanan bir otoriterleşme süreciyle ve birikim krizine cevap arayışıyla kesiştiği son derece dinamik ve tehlikeli bir örneğidir.
Nicos Poulantzas’ın olağanüstü devlet biçimi olarak tanımladığı kriz rejimleri, hukukun askıya alındığı, yürütmenin mutlaklaştığı, olağan ve olağanüstü arasındaki sınırın belirsizleştiği siyasal koşullarla karakterizedir.[10] Bugünün Türkiye’sinde, Erdoğan rejiminin bu tür bir devlet biçimine doğru evrildiği koşullarda, araştırmacı gazeteciliğin rolü çok daha hayati hale gelmiştir. Yurtdışında ve yurtiçinde faaliyet gösteren bu gazeteciler yalnızca yönetici sınıfların, sermaye çevrelerinin ve organize suç ağlarının kirli ilişkilerini ifşa etmekle kalmıyor; aynı zamanda devletin bizzat bu suç ağlarının parçası haline geldiğini gözler önüne seriyor.
Ortaya dökülen haberler ve belgeler yalnızca birer “gazetecilik başarısı” değil; aynı zamanda rejimin kendi iç çelişkileriyle, suç ortaklıklarıyla ve baskı aygıtlarıyla açığa çıktığı kriz anlarını temsil ediyor. Devletin yalnızca skandalların konusu değil, doğrudan suçlamaların muhatabı haline geldiği bu süreçte, rejim, hukuk sistemini bir “rejim güvenliği” aracı olarak kullanmaya yöneliyor. Adalet, kamu yararı ya da toplumsal denge gibi kaygılar yerini siyasal bekanın korunmasına bırakıyor. Sonuç olarak, sadece bireylerin değil, bütün olarak toplumun adalet arayışı bastırılıyor; davalar siyasi rehine süreçlerine dönüşüyor; delil üretimi ve yargılamalar, gazetecilerin, muhalif siyasetçilerin ve yurttaşların sindirilmesi için araçsallaştırılıyor.
Ancak bu sürecin, geçmişteki büyük siyasi kumpas davalarından – Ergenekon, Balyoz, Şike davası gibi örneklerden – önemli bir farkı var: Gerek zaman darlığı, gerekse bu tür kurgular için eski koalisyon ortakları Gülencilerin sağladığı türden “yetişmiş ve deneyimli kadroların” eksikliği nedeniyle, artık kapsamlı delil üretme çabalarına girişilmiyor. Bugün yargılanan, mahkûm edilen ya da sürgüne zorlanan gazetecilerin belgelediği gerçeklere karşı ileri sürülen “gizli tanık” ifadeleri, çoğu zaman siyasi pazarlıklarla ağa düşürülen ya da iradeleri rehin alınan kişilerin sözlerine dayanıyor. Bu da yalnızca hukuk sisteminin değil, iktidarın siyasal meşruiyetinin de alenen çöktüğünün, boşluğa düştüğünün en açık göstergesi olarak karşımıza çıkıyor.
Bitirmeden önce iki önemli noktaya dikkat çekmek gerekiyor. İlki, bu çalışmada 19. yüzyıl Amerikan muckraker gazetecileriyle bugünün Türkiye’sindeki araştırmacı gazetecilik örnekleri arasında kurulan paralelliğin sınırlarını doğru kavramakla ilgili. Her iki dönemin gazetecileri de büyük cesaretle, sistemin çürümüş yönlerini kamuoyunun gözleri önüne sermiştir. Ancak tarihsel bağlamlar oldukça farklıdır. Amerikan muckrakerları, ABD’nin iç savaş sonrası dünya sistemine bir süper güç olarak adım attığı, Leo Panitch ve Sam Gindin’in ifadesiyle “küresel kapitalizmin inşası” sürecine eşlik eden – ve bu süreci meşrulaştıran – reformcu bir iklimin içindeydiler. Dolayısıyla onların ifşaları, kapitalizmin daha adil, daha “düzenlenmiş” bir biçime kavuşmasına hizmet edecek reformların önünü açabildi. Oysa bugünün Türkiye’sinde rejimin temel refleksi, iktidarını mutlaklaştırmak, hesap vermekten ne pahasına olursa olsun kaçmak ve siyasal-toplumsal çürümenin üzerini örtmek yönünde şekilleniyor. 17-25 Aralık sürecinde olduğu gibi, yolsuzlukların belgelenmesi ve kamuoyuna duyurulması tek başına bir rejimi değiştirmeye veya daha demokratik, daha adil bir düzeni inşa etmeye yetmeyebilir. Asıl mesele, bu ifşaların ilerici toplumsal güçlerin uzun erimli mücadeleleriyle buluşup buluşamadığıdır.
İkinci olarak, Türkiye’deki medya ortamının yapısal dengesizlikleri göz önüne alındığında, “muhalefetin duygularına tercüman olma” işlevi gören gazetecilik pratikleri üzerine düşünmek gerekiyor. Türkiye’de medya düzeni uzun bir süredir neredeyse tamamen iktidarın kontrolünde; alternatif ya da eleştirel mecralar sayısal olarak çok sınırlı. Bu durum, cesur gazetecilerin sesinin duyulmasını zorlaştırdığı kadar, kamuoyunun duygusal açlığını da derinleştiriyor. Hal böyle olunca, kimi sosyal medya aktörleri ya da platformlar bu ilgiyi kolaylıkla ticari kazanca çevirebiliyor. Türkiye’nin muckrakerları—büyük kısmı olağanüstü bir haberci disiplini ve ahlakıyla çalışan isimler—her zaman bu mecraların ekonomik ya da girişimcilik gereklerini karşılayabilecek konumda olmayabilir. Bu durum, hem gazeteciler hem de onları izleyen, onlardan beslenen kamuoyu açısından yeni kırılganlıklar yaratıyor. Araştırmacı gazeteciliğin kamusal rolü ile dijital medyanın algoritmik baskıları arasındaki gerilim, önümüzdeki dönemde daha da belirleyici hale gelecektir. Gerçekleri eşeleyenlerin, yalnızca iktidarın öfkesine değil, piyasa mekanizmalarının şekillendirdiği popülerliğin sığ dalgalarına karşı da dirençli olması gerekecek.
[1] X hesabı yasaklandığı için paylaşımları artık Türkiye’den erişilemeyen Metin Cihan örneği, birçoğumuzun yasaklanmalar, gözetlemeler, algoritma temelli manipülasyonlar karşısındaki arayışını, basın özgürlükleri ve genel olarak ifade özgürlükleri karşısında gerek yerel gerekse küresel ölçekte baskıcı güçlerinin nasıl işbirliği içerisinde olduğunu yansıtıyor.
[2] Bu ayrılığın görünürdeki sebebi, Halk TV’nin, Ergenekon ve Balyoz operasyonlarının sembol ismi olan ve bugünlerde yeniden görevlendirildiği anlaşılan bir rejim aparatıyla – hangi maksatla yapıldığı anlaşılmayan – bir röportajı yayınlamasıydı. Söz konusu röportajın kaydı kanalın web ve Youtube sayfalarından silindiği için paylaşamıyorum.
[3] Bu eğretileme, The New York Times‘ın Cornelius Vanderbilt’in ticari uygulamalarını nitelemek için kullandığı 9 Şubat 1859 gibi erken bir tarihte ortaya çıkmıştır. Rakiplerini ezen, piyasalara hile karıştıran ve hükümeti yozlaştıran devasa tekelcileri çağrıştırmak için kullanılmıştır.
[4] Veblen, T. B. (1924) Absentee Ownership and Business Enterprise in Recent Times: The Case of America, Londra: Goerge Allen & Unwin.
[5] Lenin, V. I. (1998) Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması. Çev. Cemal Süreya. Ankara: Sol Yayınları.
[6] Bu önemli eser Umut Alper Ceylan tarafından dilimize çevrilmiş, Çarmıh Yolculuğu (Bütün Dünya Kitaplığı, 2003) adıyla yayımlanmıştır.
[7] Bkz. Gülseren Adaklı, “Dünden Bugüne Araştırmacı Gazetecilik,” Tezcan Durna (ed.) Sivil Toplum Kuruluşları İçin Hak Temelli Gazetecilik Kılavuzu içinde, Ankara: um:ag, s. 84.
[8] Bu makaleler daha sonra bir kitapta bir araya getirildiler. Bkz. Tarbell, Ida M. (1904) The History of the Standard Oil Company. 2 vols. New York: McClure, Phillips & Co.
[9] Steffens, L. (1904) The Cities of Shame New York: McClure, Phillips & Co.
[10] Şebnem Oğuz’un geçtiğimiz günlerde sendika.org’da yer alan ve geç faşizm kavramına odaklanan yazısına bakılabilir. Yazı, aynı zamanda Praksis Güncel’de de yayımlandı.
M. Gürsan Şenalp
Atılım Üniversitesi İktisat Bölümünde görev yapmakta olup Kaliforniya Üniversitesi Santa Barbara Sosyoloji bölümünde misafir araştırmacı olarak çalışmalarını sürdürmektedir. Praksis dergisi yayın kurulu üyesidir.