Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

Dört nala gelip Uzak Asya’dan…? (*)

Bu içeriği paylaş:

Nazım Hikmet, duygu ve düşünce dünyamızı şekillendirmeyi başaran, Türkçenin büyük şairlerinden biri. “Bu memleket bizim” şiirinin ilk dizelerini, “Başbuğ” Türkeş bile, partisinin 1994 yılındaki kongresinde okumuştu. Etnik olarak Laz hem Lazca hem Türkçe konuşan bir topluluk içinde dünyaya geldiğimden, bir yerlerden gelmediğimizin ve birkaç bin yıldır aşağı yukarı aynı coğrafyada yaşadığımızın zorunlu olarak farkındaydım ama bizim nüfusumuz oldukça azdı. Türkler, Orta Asya’dan gelmiş olmalıydı. Bütün eğitim sistemimize bilimsel bir hakikat olarak nüfuz eden bu önerme o kadar güçlüydü ki, Nazım’ın “Dört nala gelip Uzak Asya’dan” dizesine, yıllar boyunca neredeyse bilimsel bir değer yüklememek benim için bile mümkün değildi. On yıllarca bunun bilimsel bir gerçeklik olduğunu düşündüm.

Bu yazıyı kaleme alırken, birçok kişinin “bilimsel” bir kesinlik atfettiği genetik veriler karşısında tarihsel-toplumsal süreçlerin karmaşık ve çok katmanlı doğasını göz önünde bulundurmaya, hakikate mümkün olduğunca sadık kalmaya özen gösterdim. Amacım, dil sosyolojisinin ve dillerin tarihsel evriminin dinamiklerini dikkate alarak, Türkiye’deki nüfusun genetik ve dilsel oluşumuna dair bir çerçeve sunmaktır.

***

Önce ilk parantezi açayım:

Modern dillerin, ulus-devletleşme süreçlerinden ayrı düşünülemeyeceği yönündeki kuramsal tartışmalar dikkate alındığında, Anadolu’daki Türk dillileşme süreci özgün bir yer tutar. Ernest Gellner ve Eric Hobsbawm gibi düşünürler, modern ulus-devletlerin dilleri bir araç olarak yeniden inşa ettiğini ve bu inşanın çoğu zaman baskıcı yöntemler içerdiğini vurgularken; Anthony Smith ve Benedict Anderson gibi isimler, tarihsel hafızanın, etnik sürekliliğin ve matbu dilin bir topluluk bilinci yaratmadaki rolüne dikkat çeker. Anadolu örneğinde, Türkçenin yayılması, modern ulus-devlet projelerinin çok öncesinde, uç bölgelerdeki halk hareketleri, inanç ağları ve yerel direniş dinamikleriyle birlikte gelişmiştir. Bu yönüyle Anadolu’daki Türk dillileşme, klasik sömürgeci dil dayatmalarından farklı olarak, baskının, pratikliğin, prestijin ve yerel aidiyetlerin iç içe geçtiği çok katmanlı bir dönüşüm süreci olarak anlaşılmalıdır. Bununla birlikte, aşağıda yazdıklarım okunurken 1923 sonrasında ulus-devlet inşa sürecinin hızlanmasıyla birlikte dil politikalarının daha baskıcı bir karakter kazandığı ve dilin kimlik formasyonunda daha merkezi ve disipline edici bir rol üstlendiği de göz ardı edilmemelidir. Bu nedenle, bu yazıda, esas olarak 1923 öncesi süreci merkeze alıyorum ve o dönemin özgün toplumsal dinamikleri içinde değerlendirmelerde bulunuyorum.

***

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1923 yılını esas aldığımızda, Anadolu ve Trakya topraklarında yaşayan nüfus hem tarihsel hem genetik açıdan dünyanın en karmaşık bileşimlerinden birini barındırıyordu. Yüzeyde homojenleşmiş gibi görünen “Türk” kimliği, aslında binlerce yıl boyunca bu coğrafyada yaşamış farklı halkların, göçlerin, dillerin ve inançların bir araya gelerek oluşturduğu çok katmanlı bir tarihsel birikimin ürünüdür.

Genetik yapının temel katmanları

Yapılan genetik araştırmalar, bugünkü Türkiye halklarının büyük oranda şu üç ana genetik bileşeni kat kat içerilmiş şekilde taşıdığını göstermektedir: Anadolu Neolitik Çiftçileri (yaklaşık MÖ 8000 – 3000), Kafkasya ve Mezopotamya Kökenli Halklar ve Orta Asya Göçmenleri.

Onbirinci yüzyıldan itibaren Selçuklularla başlayan Türk göçleri, kültürel ve dilsel dönüşümü beraberinde getirmiştir. Bununla birlikte genetik olarak bu etkinin Türkiye genelindeki payı genellikle %7 ila %20 arasında hesaplanmaktadır.

Türk dili ve genetik süreksizlik

Anadolu’da konuşulan dillerin Türkçeye evrimi, göçmen kitlelerin yerli halklara üstün gelmesiyle değil, özellikle uçlarda yavaş ama derin etkili bir kültürel dönüşüm süreciyle gerçekleşti. 11. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar süren bu dönüşüm sırasında yerli halklar — Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Kürtler, Zazalar, Lazlar, Araplar — ya Türkçeyi benimseyerek yeni bir kimliğe entegre oldular ya da göç, asimilasyon ve mübadeleyle yer değiştirdiler.

Bu süreçte Türkleşme değil, Türk dillileşme söz konusudur. Bugün “Türk” olarak adlandırılan nüfusun büyük bir kısmı, aslında genetik olarak Anadolu’nun eski halklarına dayanmakta; ancak dil, din ve kolektif kimlik üzerinden bir Türk kimliğini benimsemiş bulunmaktadır.

“Türk” ve “Türkmen” ne anlama geliyor?

1923 itibarıyla “Türk” ya da “Türkmen” olarak tanımlanan halkların, genetik olarak Orta Asya’dan gelmiş göçmen kitleler olduğu düşüncesi, bilimsel olarak karşılık bulmamaktadır. Bu kimlikler:

  • Büyük oranda Anadolu’nun yerli halklarının kültürel olarak Türkçeyi konuşmaya başlamış -Türk dillileşmiş- uzantılarıdır,
  • Genetik olarak çok katmanlı bir mirası taşırlar,
  • Ve tarih boyunca çeşitli iktidar ve direniş ilişkileri içinde dil, din ve aidiyet dönüşümü yaşamışlardır.

Dolayısıyla bugün “Türkmen köyü” ya da “Türk kökenli halk” olarak tanımlanan birçok topluluk, genetik olarak Anadolu’nun Neolitik, Helenistik, Roma, Bizans ve sonrası katmanlarını birlikte taşımaktadır.

***

Anadolu ve Trakya’nın bugünkü nüfusu, köken olarak büyük ölçüde Anadolu Neolitik halklarına, kısmen de Kafkasya ve Mezopotamya halklarına dayanmaktadır. Orta Asya’dan gelen göçmen unsurlar bu yapının içinde kültürel ve dilsel bir devrim yaratmış, ama genetik olarak sınırlı kalmıştır.

Bu bağlamda, “Türk kimliği” bir genetik kategori değil, ortaklaşa inşa edilmiş bir tarihsel, kültürel ve dilsel uzlaşı alanıdır. Bugünkü Türkiye nüfusunu anlamanın en güçlü yolu da bu çoğulluğu, bu dönüşümü ve bu inşayı kavramaktan geçer.

***

Bu çoğulluk, Türk dillileşmemiş ya da kendi dillerini de muhafaza etmiş grupları da içerdiğinden sanıldığından çok daha renkli bir tablo yaratır.

1923’te de Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu, Kürtler, Zazalar, Ermeniler, Süryaniler, Yezidiler, Araplar gibi etnik çeşitliliğin yoğun olduğu bölgelerdi. Alevi topluluklar, Orta Karadeniz ve İç Anadolu ile diğer bölgelerde de yaşamakta ise de çoğunlukla bu bölgedeydi. Karadeniz’de Lazlar, Hemşinliler, Pontus Rumları gibi kıyıya özgü halklar ile iç kesimlerdeki Çepni kökenli nüfus bir arada yaşıyordu. Ege ve Akdeniz’de de şehirli Türkleşmiş Sünni topluluklar yanında hatırı sayılır bir Alevi nüfus bulunmaktaydı. Mübadele öncesi Rum nüfusun yoğun olduğu sahil şeridinde, Lozan sonrasında Balkan göçmenleri ve Giritli mübadiller yerleştirildi. İç Anadolu ve Marmara’da, 11.-15. yüzyıllarda yerleşmiş Türkmen topluluklarının etkisiyle, dilsel ve kültürel olarak daha erken Türk dillileşme gerçekleşmişti, bu kimlik de çoğunlukla yerli halklarla kaynaşarak oluşmuştu.

***

Türk dillileşme sadece baskının sonucu muydu?

Türk dillileşme kavramında, “dillileşme” ile kastedilen şey; Anadolu’da yaşayan halkların büyük çoğunluğunun günlük iletişim dili olarak Türkçeyi benimsemiş olmasıdır. Bu durum, resmî belgelerden, kadı sicillerinden, edebiyat eserlerinden, vakfiye ve kitabelerden rahatça izlenebilmektedir.

Dil değişimi ile kimlik değişimi tümüyle eş zamanlı da değildir. Türkçe konuşan ama kendini “Rum”, “Ermeni”, “Kızılbaş” veya “Türkmen” olarak tanımlayan farklı gruplar vardı. Osmanlı döneminde “Türk” sözcüğü çoğu zaman kırsal halkı tanımlar, bir etnik üstünlük anlamı taşımazdı. 19. yüzyıldaki milliyetçilik hareketleriyle, “Türk” kavramı etnik bir kimliğe bürünmeye başladı.

Bir dilin benimsenmesi, sadece dış baskıyla açıklanamaz. Baskı, prestij, pratiklik ve aidiyet gibi birçok faktör iç içedir. Anadolu örneğinde de bu etkenlerin hepsi rol oynamıştır. Baskı yoktur hiç denemez ama baskı tek etkendir de denemez.

Türk dillileşme olgusu, artık Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu ve Atatürk Araştırma Merkezi yayınlarında da kabul edilmekte, Anadolu’nun Türkleşmesinden değil Türk dillileşmesinden söz edilmektedir.

***

Tartışmalı bir konu: Uçlar

Bana göre şu üç nedenden “uçlar” önemliydi: İlk olarak uçlar, dilsel akışkanlık ve çok dilliliğin yurduydu. Uç bölgelerde yaşayan göçebe ya da yarı-göçebe topluluklar genellikle çok dilli ortamlarda yaşıyorlardı. Yerli halklarla temas hâlinde olan Türkmen aşiretleri, kendi ağızlarıyla Rumca, Ermenice, Kürtçe, Arapça gibi dilleri duyuyorlardı. Bu çok dillilik ortamı, tek bir yüksek dilin hegemonyasını değil, işlevsel-dönüştürücü bir dil pratiğini teşvik ediyordu. Türkmenler, inanç ve aidiyet aktarımında dille birlikte sözel kültür ve ezgiyi (nefes, deyiş, menakıpname) öncelediler. Türkçenin sadeleştirici ama kapsayıcı yapısı, bu çok dilli uç ortamında bir ortak ifade zemini haline gelmeye başladı. Klasik Arapça-Farsça şiir dili yerine halk deyişlerinin Türkçe oluşu, bunun göstergesidir.

İkinci olarak uçlar, merkeze karşı yerel siyasallaşmanın yurduydu. Cemal Kafadar’ın işaret ettiği gibi, uçlar sadece savaşın değil, siyasal öznelliğin de üretildiği yerlerdi. Uç beyleri, merkeze karşı görece bağımsızdı. Bu bölgelerde yaşayan halk, merkezi otoritenin ideolojik aygıtlarına (medrese, cami, kadı) doğrudan tâbi değildi. Dolayısıyla, sözlü gelenek (ozanlar, dervişler, şeyhler) burada daha özgürce dolaştı. Ve bu gelenek yerli dillerle değil, giderek Türkçe ile işlerlik kazandı. Çünkü konar-göçer Türkmenlerin kendi iç iletişim dili bu yönde şekillenmişti ve uçlardaki etkileşimler bu dille olanaklı oldu. Bu birçoğu eğitimli propagandist (dai) olan Alevi-Bektaşi ozanlarının neden Türkçe yazdığı sorusuna da yanıt: Arapça ya da Farsça değil, çünkü halk o dilleri anlamıyordu. Türkçe, uçların kamusal diliydi ve politik direnişin de aracıydı. Elbette, Türk dillileşme süreci, Anadolu’da İslamlaşma süreciyle zaman zaman paralel ilerledi, ancak dilsel dönüşüm dini aidiyetle hiçbir dönem birebir örtüşmemiştir.

Üçüncü olarak uçlar, isyanın ve dilin siyasallaşmasının yurduydu. İsyan dinamikleriyle Türk dillileşmenin kesiştiği yer, tam da bu uçlardı. Özellikle Babaîler ve Celâlî isyanlarında; isyan söylemi, merkezî dinden (Sünni İslam) farklı olarak yerel inançlarla harmanlanmış Alevi-Bektaşi söylemiyle ifade edildi. Bu söylem, Türkçe olarak formüle edildi. Propagandist dailer, ozanlar, dervişler, babalar… hepsi Anadolu Türkçesinin halk versiyonunu kullandı. Bu bize, dilin sadece iletişim değil, aidiyet ve direniş üretme biçimi olduğunu gösterir.

Sonuç olarak Türk dillileşme, merkezi kontrolün zayıf olduğu, çok kültürlü ama yerel dinamiklerle hareket eden uç bölgelerde hızlanmıştır. Ve bu süreç, sadece dilin değil, halkın politik öznelliğinin de inşasıdır. Bu, 1923 sonrasında Türkçenin devlet dili olarak dayatılmasından farklı olarak, halk tarafından içselleştirilerek dönüştürüldüğü bir dilsel direniş biçimiydi de; Saray’ın dili farklıydı, halkın dili farklıydı.

Osmanlıca?

Burada Osmanlıca’dan söz etmem gerekir. Osmanlı eliti tarafından geliştirilen Osmanlıca da Türkçeleşme sürecinin farklı bir yüzü olarak değerlendirilebilir. Osmanlıca, Arapça ve Farsça’nın söz varlığını ve yazım geleneğini içeren bir üst dil olarak saray ve bürokrasi çevresinde teşvik edilmiş, bir tür elit kozmopolitizminin taşıyıcısı olmuştur. Ancak bu dil, halkın konuştuğu Türkçeden giderek uzaklaşmış, özellikle 18. ve 19. yüzyıllarda halk diliyle saray dili arasında derin bir yarık oluşmuştur. Bu yarık, halk edebiyatında, Alevi-Bektaşi şiirinde, hatta Tanzimat sonrası bürokratik reform hareketlerinde bile görünürdür. Bu nedenle, Osmanlıca’nın bir “Türkçeleşme” biçimi olarak değil, Türkçeyi belirli bir siyasal ve kültürel bağlamda rafine etme, kontrol altında tutma ve meşrulaştırma stratejisi olarak geliştiği söylenebilir. Burada savunduğum tezlerle bakışımlı olarak, Osmanlıca’nın inşası da bir dilin yalnızca iletişim değil, siyasal temsil ve sınıfsal konum üretme aracı olarak tarihsel bir rol oynadığını ortaya koyar.

***

Burada da ikinci parantezi açmam gerekiyor:

Türk dillileşme süreci, tarihsel bağlamı ve işleyişi bakımından modern dönemin sömürgeci dil yayılma biçimlerinden (örneğin İngilizce ya da İspanyolca’nın Amerika ve Afrika kıtalarına ihracı) farklı bir karakter taşır. Bu farklılık, öncelikle zamanın ve mekânın niteliğinden kaynaklanır. Ortaçağ Anadolu’sunda yaşanan Türk dillileşme, modern kapitalist devletlerin yürüttüğü kurumsal sömürgeleştirme pratiklerinden çok önce gerçekleşmiş ve çoğu zaman devlet kontrolünün zayıf olduğu uç bölgelerde, yerel direniş ve karşı hegemonya pratikleriyle iç içe gelişmiştir. Türkçenin bu bölgelerde hakim dil haline gelmesi, büyük ölçüde konar-göçer Türkmen gruplarının kendi iç iletişim dili olarak Türkçeyi kullanması, yerel halklarla temasta bu dili yayması ve Alevi-Bektaşi inanç sistemlerinin propagandacıları (dai’ler) tarafından bilinçli olarak tercih edilmesiyle açıklanabilir. Bu yönüyle, Türk dillileşme süreci halk içinde gelişen bir kültürel etkileşim ve yerel aidiyet kurma biçimi olarak değerlendirilebilir. Elbette bu süreçte zaman zaman baskı ve dışlayıcı politikalar da etkili olmuştur, ancak bu baskılar genellikle tekil değil, çok katmanlı ve yerel toplumsal dinamiklerle iç içe yürüyen -Ortaçağ Anadolu’sunda yaşayan halkların, örneğin Lazlar’ın ya da Ermeniler’in kendi iç sınıfsal mücadelelerine de duyarlı olan- bir dönüşüm süreci içinde ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, modern sömürgeci dil politikalarıyla eşdeğer tutulması anakronik bir benzetme riski taşır.

***

Tüm bu veriler ve açıklamalar, Türk kimliğinin olası tarihsel temelinin “kan bağı”na dayalı olarak değil, daha çok bir dil ve kültür birliği üzerinden şekillendiğini gösterir. Gelelim asli sorunuma:

Nazım yanıldı mı?

Bugünkü Türkiye halklarının büyük çoğunluğu genetik olarak Anadolu’nun binlerce yıllık yerli halklarının mirasını taşır (Neolitik Çiftçiler, Hurriler, Urartular, Hititler, Helenistik-Roma halkları vs.). Orta Asya’dan gelen göçlerin genetik etkisi %7-20 düzeyindedir, yani dil ve kimlik dönüşümüne yol açacak kadar güçlü, ama genetik temsiliyet bakımından sınırlıdır. Genetik bir yorum düzeyinde dar anlamda bakıldığında, Nazım Hikmet’in tahayyül ettiği süreklilik gerçeklikten farklılaşmaktadır. Ama Nazım’ı, Şeyh Bedrettin Destanı’nın şairinin -destan sonrası- herhangi bir şiirini böyle okuyabilir miyiz?

Elbette hayır! Çünkü şiir, “biyolojik değil, dilsel ve kültürel bir yolculuğu” anlatır. Nazım Hikmet’in imgesindeki “dörtnala gelen”, bir gen havuzunun göçü değil, tarihsel hafızanın ve ortak dilin taşıdığı ve dünyanın bütün halkları gibi aynı “eşitçe özgür” kurtuluşu arayan bir kimliktir: Türk dili, bir kültürel taşıyıcı olarak Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar uzanan geniş bir alanda yerel halkların zihinlerini, sözlü geleneklerini, ritüellerini dönüştürmüş; genetik olarak farklı halkları, dilsel ve kültürel bir ortaklık etrafında birleştirmiştir.

Ve Nazım, büyük bir hakikati söylemiştir, çünkü dilin, belleğin ve kültürün gücüyle Anadolu’da yeni bir “biz” kurulmuştur. Ve bu “biz”, dil ile kurulmuştur, kan bağı -ırk- ile değil: Dil ile kurulan bu hakikat içinde, Yunus Emre’lerden, Pir Sultan’lardan gelen ilkel komünanın eşitçe özgür dileği yankılanır durur: Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine…

 

Not 1: Türkiye’deki Orta Asya kökenli genetik miras oranı (%7–20)

Lazaridis, I. et al. (2017). “Genomic insights into the origin of farming in the ancient Near East.Nature, 536, 419–424.
https://www.nature.com/articles/nature23263

Bu çalışmada, Türkiye’deki modern nüfusun genetik yapısında Orta Asya kökenli katkının bölgesel farklarla birlikte %7 ila %20 arasında olduğu ifade edilmiştir. Bu oran, Anadolu Neolitik, Levantin, İranî ve Orta Asyalı bileşenlerin karışımıyla açıklanır.

Not 2: 16. yüzyıla kadar Anadolu’da Türk dillileşme büyük ölçüde tamamlanmıştır

Çelik, Hayati (2019). “Osmanlı Öncesi ve Osmanlı Döneminde Anadolu’da Türkçenin Gelişimi ve Yayılışı.İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı 65, ss. 7–31. https://dergipark.org.tr/tr/pub/iuaded/issue/45861/576188
Bu çalışmada, 13. yüzyıldan itibaren Anadolu’da Türkçenin yayılmaya başladığı, 16. yüzyıla gelindiğinde ise hem şehirlerde hem de kırsalda yerel halkların büyük kısmının Türkçe konuşur hale geldiği ifade edilir.

Özkan, Mustafa (2020). Türk Dilinin Tarihî Gelişimi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara. https://www.ttk.gov.tr/yayinlar/turk-dilinin-tarihi-gelisimi/
Bu kitapta, Osmanlı döneminde resmî yazışmalarda Türkçenin Arapça ve Farsçanın önüne geçmesi, Alevi-Bektaşi halk şiiri geleneğiyle kırsal halk arasında Türkçenin egemenliğini pekiştirdiği anlatılır. 16. yüzyıl itibarıyla Anadolu’nun büyük kesiminde Türkçe ibadet dili, edebî dil ve günlük yaşam dili haline gelmiştir.

(*) Bu yazı, insan-yapay zekâ (ChatGPT) ortak (birikmiş) emeğiyle, hakikate sadakat çerçevesinde üretilmiştir. Hakikate sadakatin yapay zekâ için ne anlama gelebileceği hakkında lütfen bkz. “Yapay zekâ” ile “hakikat etiği” üzerine

(**) Görseller, ChatGPT tarafından oluşturulmuştur. İlk görsel, Nazım’ın Mavi Liman şiirinden esinlenmiştir. Diğerlerinin esini, bu yazı…

Mustafa Bayram Mısır

Hukukçu ve siyaset bilimci.  Praksis Dergisi Yayın Kurulu Üyesi. Yayınlanmış kitapları arasında, Anayasal Tasarımın Demokratik Teorisine Giriş; Devlete Karşı Kamu Hukuku; Kapitalist Devlet; Modernizm, Postmodernizm ve Sol(Ecehan Balta ile); Tarihsel Seyri İçinde ÖDP: Solun Yakın Kısa Tarihi Üzerine; Demokrasiye Eleştirel Bakışlar; Demode Denemeler bulunuyor. Devlete Karşı Kamu Hukuku, Türkiye Barolar Birliği'nin "Halit Çelenk Akademik Araştırmaları Destek Ödülü"ne layık görülmüştür. Çalışmalarına, Ankara Barosu'na kayıtlı avukat olarak devam ediyor.