Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) her sene yaptığı gibi geçtiğimiz yılın nüfus verilerini açıkladı ve kamuoyunda en çok dikkat çeken başlık “nüfusumuz yaşlanıyor” oldu. Hemen akabinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan ilk açıklamasında, nüfusun yaşlanmasının sebeplerinden biri olarak doğum oranının düşüklüğüne vurgu yapıp “Türkiye için varoluşsal tehdittir, felakettir; tolere edilir olmaktan çıkmıştır” dedi ve hükümetin meseleyi nasıl ele aldığını ilan etti.
Aynı günlerde, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı yeni ‘aile’ politikasını belirleyecek stratejik planın tanıtım toplantısını yaptı. İçeriği konusunda henüz çok bilgimiz olmasa da dört bakanlığın ortak çalışmasıyla düşen doğum oranlarına müdahale etme ve tehdit altında görülen aile kurumunu destekleme yollarının devlet katında arandığını anlıyoruz. Şimdilik bildiklerimiz: Kadınların iş ve aile arasında seçim yapmak zorunda kalmaması için bazı istihdam politikaları üzerine çalışıldığı ve doğum hızının en düşük olduğu 3 ilde pilot çalışma başlatılacağı.
Bu konu üzerine yazmaya başlarken tek yazıda toparlayabileceğimi düşünüyordum (1). Şu an okuduğunuz, üç yazılık mini yazı dizisinin ilk kısmı: Feminist iktisat ve toplumsal yeniden üretim çerçevesinden bakınca nüfusun yaşlanması ve bunun kamu politika konusu edilen kısmı olan ‘doğurganlık hızının düşmesi’ meselesini açacağım önce. Bu bir “ne oldu” yazısı. Sonra, doğurganlık hızı düşüşüne yakılan ağıtlar, iktidar katında bu duruma müdahale araçlarının nasıl şekillendiği üzerine emareleri değerlendireceğim; o da bir “ne olacak” yazısı. Üçüncü ve son yazıda da sosyalist feminist bir çabayla, “ne olmalı” sorusuna cevap üretmeye çalışıp onarım ve inşa için politika önerileri sunmaya çalışacağım.
Şimdi başlıyoruz.
Nüfusun yaşlanması tabii ki Türkiye’ye özgü bir süreç değil. İleri kapitalizmin, kentleşmenin ve ücretli emeğe katılımın yüksek olduğu Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerinin başına bir de Japonya’yı eklersek 65 yaş üzeri nüfusun en yüksek olduğu ülkeleri görüyoruz. Bazı uzmanlar buna “ikinci büyük nüfus dönüşümü” diyor.
Nüfusun yaşlanıyor olması ifadesini de açmak gerekiyor. Bu olguyu anlamak, belli politika tercih ve önceliklerini kavramak açısından önemli.
Öncelikle bardağın dolu tarafına bakalım: Nüfusun yaşlanması, ortalama yaşam süresinin uzamasının bir göstergesi olabilir. Koruyucu sağlık önlemleri, sağlıklı yaşam şekilleri ve ilerleyen tıp bilimi sayesinde insan daha uzun yaşayabilen bir tür oldu. Yani yaşlı nüfusun oranının yüksek olması, yüksek refah ve iyilik haline bağlı olabilir. Uzun yaşamın sınıfsallığına girmeden yazıyorum bunu tabii. Bir de bardağın boş tarafına bakalım. Ortalama yaşam süresi çok uzamamış olmasına rağmen yaşlı nüfusun oranının artması, mevcut genç nüfusun azalmasından kaynaklanıyor olabilir. Burada ilk akla gelen neden göç. Yaşamını idame ettirmeyi sağlayacak geçim imkanları ortadan kalkan aktif çalışan nüfusunu başka ülkelere sistematik olarak kaptıran ülkelerde, yüksek doğum oranlarına rağmen nüfus yaşlanabilir.
Bardağın dolu ya da boş tarafına koyamayacağımız bir faktör daha var. Yani ideolojilerden bağımsız mutlak bir olumlu/olumsuz yorumu yapılamayacak olan bir konu: Doğurganlık hızının düşüyor olması. Burada analitik bir çerçeveye, politik bir tavır takınmamıza yardımcı olacak bir kavram setine ihtiyacımız görünür oluyor işte. Çünkü doğurganlık hızı, mevcut baskın toplumsal yapıda heteroseksüel aile içinde kadının biyolojik emeğinin verimliği demek. Bunun somut göstergeleri, doğurganlık hızı denince gözlerin hemen kadınların daha az, daha geç ve belki de hiç çocuk doğurmaması, evlilik oranlarının düşüp boşanma oranlarının yükseliyor olması tartışmalarına dönüşmesi.
Feminist politik iktisat yaklaşımı bize şunu söylüyor: Toplumsal yeniden üretim krizi kapitalist toplumsal düzenin yarattığı içsel çelişkilerden biridir ve bu çelişkilere değinmeden normatif bir ‘aile’ okuması yapmak mümkün değil. Toplumsal yeniden üretim en basit tanımıyla yaşamın yeniden üretimi; buna emek gücümüzün her gün yeniden üretimi, biyolojik üreme ve doğan çocukların bakımı/eğitimi, artık işgücüne katılmayan ve ihtiyaçları sürekli artma eğiliminde olan yaşlıların bakımı da giriyor. Nüfusun yaşlanmasının en basit göstergesi olarak nüfusun kendini yenileyebilmesi için eşik değer kabul edilen 2,1 doğum oranı da buradan geliyor. Eğer nüfusun aşağı yukarı yarısını oluşturan kadınlar, ortalamada 2,1 bebekten daha az doğuruyorsa nüfus yaşlanıyor deniyor. Bir diğer deyişle, nüfusun yaşlanıyor olması toplumsal yeniden üretimin bir krize girdiğinin niceliksel bir kanıtı.
Nancy Fraser, ‘Sermaye ve Bakım Çelişkisi’ makalesinde her kapitalist toplumun derin bir yeniden üretim krizi ve açmazı eğilimini beslediğini anlatır: Bir yandan, sermaye birikiminin devamı için toplumsal yeniden üretim gerekli ve zorunlu bir koşuldur. Öte taraftan, sermayenin sınırsız büyüme ve birikim eğilimi toplumsal yeniden üretim kapasitesini bizzat tüketen, stabilitesini bozan bir toplumsal yapı dayatır. Fraser’ın daha yakın zamanda ‘Yamyam Kapitalizm’ olarak tanımladığı bu mekanizmayı kapitalizmin geldiği yeni bir uğraktan çok, kuşaklardır derinleşen krizini devam ettirmekte girdiği açmazı anlamlandırabilmek için güçlü bir analitik çerçeve olarak değerlendiriliyor.
Toplumsal yeniden üretim kapasitesini sistematik olarak zayıflatan ve bunun üzerine düşünmeyi geri plana atan hiçbir topluluğun buna uzun süre dayanamayacağını da hatırlatıyor Nancy Fraser. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın varoluşsal sorun dediği aslında tam da bu. Ancak, tıpkı doğal kaynakları sınırsız gördüğü gibi kadın bedenini de sınırsız sömürüye açık bir kaynak olarak kabul ettiğinden, çarenin doğurganlık hızının arttırılmasında olduğunu salık veriyor. Nüfusun kendini yeniden üretemeyecek kadar tüketilmiş olmasına, sorunun kendisini üreten sistemin içinden ‘çözüm’ bulunamayacağını söylemek de sosyalist feministlere düşüyor.
***
Her ne kadar başlıklar, “nüfus yaşlanıyor” diye atılıyorsa da yaşlı nüfusun artıyor olmasını kamu politikası açısından sorun etmiyor patriarkal kapitalizm. Siyasi malzemesini güçlü aile, iş ve aile arasında seçim yapmak zorunda kalmayacak kadın, evliliğe maddi destek-boşanmaya kurumsal köstek olmak gibi bir dizi “sistem içi” çözümlere yüklenerek çıkartmanın peşinde. Çünkü iktidar, toplumsal yeniden üretim kapasitesini arttırıp güçlendirecek politikalar izleyecek olsa, “Haftalık 35 Saat” talebini karşılayarak şey’leri üretmek için sattığımız saatlerimizi düzenleyip, kendimizi sağlıklı bir şekilde yeniden üretebilmek için zaman tanırdı. Ama bu işgücü maliyetlerini arttırıp sermaye kârından kısmayı gerektirirdi; olmaz. Ya da yıllar içinde özelleştirdiği nitelikli temel eğitimi tekrar kamusallaştırmanın yollarını arayıp çocuk sahibi olmanın maliyetini haneler için düşürmeyi seçebilirdi. Ama bu holdingleşmiş özel okul sektöründeki patronların kalbini kırardı; olmaz. Ya da mesela, hanelerin en büyük giderlerinden biri olan konut maliyetini düşürmek için sermaye birikim aracı olmadan barınma ihtiyacını karşılamaya yönelik kiralık konut üretmenin yollarını arardı. Ama bu da ekonominin dinamosu haline getirdikleri inşaat sektörünün tadını kaçırırdı; olmaz.
Tüm olmazların içinde olası görülenler kadın bedeni üzerinden biyopolitika, hane gelirini düşürmeden annelik üzerinden istihdam politikası geliştirmek, evlilik desteği… Üstelik artık merkezi iktidar bu konuda yalnız da sayılmaz, yerel iktidar diye bir kavram girdi politik hayatımıza. Acaba hangi politika araçları devreye sokulması planlanıyor yerelde ve merkezde, ne olacak? Bu da bir sonraki yazının konusu.
Nüfusun yaşlanıyor oluşunun, iktidar tarafından neden ve nasıl “doğurganlık hızı” üzerinden siyasallaştırıldığını tartışan birinci yazıdan sonra, şimdi kitabın ortasındayız: Patriarkal kapitalizmin bir siyasal gündemi olan doğurganlık hızı düşüşüne müdahale için iktidarın elindeki politika araçları ve yol haritası nedir?
Yerel ve merkezi iktidar ayrımı üzerine
Artık malumumuz, 31 Mart yerel seçimleri sonrasında, AKP-MHP rejimine karşı muhalefetin en büyük ve somut seçim zaferinin yarattığı yeni bir politik atmosferi soluyoruz. Günlük siyaset jargonunda daha önce aşina olmadığımız yeni bir ayrım ve iddiayı da mümkün kıldı bu kırılma: Yerel İktidar ve Merkezi İktidar.
Yerel seçim dinamiklerinin genel seçim dinamiklerinden farkının altını çizerek, ana muhalefetin seçim zaferinin temkinli okunması gerektiğini savunanlar haklı. Ancak yerel seçimlerden ülke genelinde birinci parti olarak çıkabilen CHP’nin ‘yerel iktidar’ söyleminin, zaferine cesaret ve özgüvenle sarılmasının siyaseten başarılı bir aracı olduğunu da söyleyebiliriz. Zira bu söylem ‘merkezi iktidar’ ortaklarını huzursuz etmiş olacak ki hem Cumhurbaşkanı Erdoğan hem de MHP lideri Bahçeli bu söylemden rahatsızlıklarını gecikmeden dile getirdiler. Ağız birliği etmişçesine, biri “yerel iktidar-merkezi iktidar söylemi ikili bir yapı ihdas etme çabası olarak ham bir hayaldir; 81 ilimizde tek bir iktidar vardır, o da 14-28 Mayıs seçimleriyle milletin ülkeyi yönetme vazifesi verdiği Cumhurbaşkanı ve kabinesidir” ; diğeri “fazladan belediye kazanmakla yerel iktidar olunmaz. Türkiye’de iktidar tektir, o da Cumhurbaşkanlığı kabinesidir,” dedi.
Merkezi-yerel iktidar ayrımı kavramsal olarak yerinde midir, gibi bir tartışmaya girmek bu yazının konusu değil. Ama merkezi iktidar ortaklarının kararlı inkarlarını, yerel iktidar-merkezi iktidar önermesinin siyaseten bir karşılığı olduğu yönünde güçlü bir kanıt olarak değerlendirmek mümkün. Ham bir hayal mi, ikili bir yapı ihdas etme çabası mı; onu da zaman gösterecek. Ancak bu ayrımın toplumsal hayatı düzenleyen kritik politika alanlarında AKP-MHP rejimine alternatif bir hattı müjdeleyip müjdelemediği üzerine tartışmak için “doğurganlık hızı” mevzusu zengin bir alan açıyor. Çünkü içinde toplumsal cinsiyet politikası, biyopolitika, emek politikası, kent politikası, sosyal güvenlik politikası ve hatta göçmen politikasına dair önemli ipuçları barındırıyor. Bu siyasal gündemi sınıfsallaştırmanın yolu da bu ipuçlarını toplamaktan geçiyor.
Merkezi iktidar: Ailemiz, istikbalimizdir
Merkezi iktidar cephesinde yeni bir şey yok. Cumhurbaşkanı’nın ifadelerine yansıyan şekliyle siyasal önceliğinin içeriği “üretimin devamı ve güçlü ekonomimiz için genç nüfusa ihtiyacımız var, bunu üremeyle doğumla karşılamazsak da başka ülkelerden genç nüfus ithal etmek zorunda kalırız…” sözleriyle özetlenebilir. Üreme ve doğum denince tabii gözler “kadınlarımıza” ve onları sarıp sıkı, çok sıkı sarmalayacak aile kurumunun güçlendirilmesine dönüyor.
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Özdemir-Göktaş, Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi Vizyon Belgesi ve Eylem Planı’nın tanıtım toplantısında tüm sosyal politikaların merkezine aileyi koyduklarını söylüyor. Doğum izni süresini uzatmayı da kapsayan özellikle maddi desteklerle çocuk doğurmayı teşvik edecek bazı adımlar atmanın hazırlığındalar. Kamu çalışanları için esnek çalışma saatleri, yarı zamanlı çalışma modelleri üzerine bakanlıklar arası ortak bir çalışma yürütüldüğü açıklandı. Bunların hepsi kadınlar, yani anne adayları için.
Heteroseksüel çekirdek ailenin olmazsa olmazı erkekler, konu aile politikalarına gelince görünmez oluyor. Çünkü aile, patriarkal kapitalizm için kadının biyolojik ve toplumsal yeniden üretim emeğinin üzerine kuruluyor. Erkekler için doğum izni, baba adayları için esnek çalışma modellerine dair bir iz yok. Dolayısıyla, doğurganlık hızının arttırılması için ilk hedef, çalışan kadınların biyolojik yeniden üretime yani çocuk bakımına ayırabilecekleri zamanı hane gelirini düşürmeden arttırmak gibi görünüyor.
Doğurganlık hızı ve kömür havzaları
Merkezi iktidar annelik odaklı istihdam politikalarının yanında ayrıca doğurganlık hızının en düşük olduğu 3 ilde pilot uygulama hazırlığında olduğunu duyurdu: Zonguldak, Bartın ve Karabük; bu illeri birlikte duyunca akla ilk gelen kelimeler de kömür ve maden oluyor. Türkiye’nin 1960’larda başlayan planlı kalkınma döneminde potansiyel gelişme bölgesi olarak tanımlanan bu bölge, uzunca yıllar Türkiye’nin kömür ile demir-çelik üretiminin büyük bölümünün yapıldığı havza.
Hem üretim hem tüketim aşamalarında, ekolojik etkileri en yıkıcı olan ekstraktif süreçlerin başında gelen kömür madenciliğinin kalıcı çevresel etkileri biliniyor. Yerel ve merkezi hükümetlerin göz yumduğu denetimsiz madencilik faaliyetleri de eklenince, suyun, havanın, toprağın yani yaşamın temel kaynaklarındaki tahribatın ölçeğini bilmek epey zor. Kömür madenlerine coğrafi yakınlık ve maden isçiliğinin erkek ve kadın doğurganlığına olumsuz etkisini; erken doğum/düşük doğum kilosu gibi temel bebek sağlığı değerleri arasındaki nedenselliği epidemiyolojik araştırmalar bilimsel olarak tespit ediyor (2).
Nüfusun yaşlanması verisinin iktidar katında siyasallaştırılan boyutunun biyolojik yeniden üretime indirgenmesi, kapitalizmin içsel çelişkilerinin üzerinden atlamaya yarayan politik bir tercih. Bu tercihin işlevi, yolumuz kömür havzalarına çıktığında daha da netleşiyor. İşte burada, (yukarıda yer alan -I-) bir önceki yazıda açtığım, kapitalist üretim ve bölüşüm ilişkilerinin dayattığı ve sınırsız büyüme eğilimiyle devamlı derinleştirdiği toplumsal yeniden üretim krizini çıplak gözle görebilmeye çok yaklaşıyoruz. Çevresel etkilerin doğurganlık/kaba doğum hızı gibi biyolojik yeniden üretim değerleri üzerindeki etkisinin ötesini; halkın geçimliklerine, temel toplum sağlığı hizmetlerine ve emeklerini (günlük ve kuşaklar arası) yeniden üretebilmek için ihtiyaç duydukları tüm temel hizmetlerin piyasalaştırılıp erişilmez hale getirilmesinin kapitalist madencilikle ilişkisini kurmak gerekiyor.
Maden ve “doğurganlık hızı” arasındaki ilişkinin hem biyolojik hem de toplumsal yeniden üretimin krizi için sınıfsallaştırılması feminist politik ekoloji yaklaşımını çağırıyor. Kabaca özetlediğim, kapitalist ekstraktivizmin, yani doğal kaynak sömürüsüne dayalı bir üretimin olan hafriyatçılığın, toplumsal etkilerine bütünlüklü bir bakış geliştirme çabasını Bakanlığın pilot uygulamalarında elbette göremeyeceğiz. Bir sonraki (aşağıda yer alan -III-) yazının konusu olan “ne yapmalı” tartışmasında geri döneceğim bir parantez olarak burayı açık bırakıyorum.
Yerel iktidar: İstanbul’un bilgisi ve bazı “ortak akıllar”
Patriarkal kapitalist ağıtlar değerlendirmesi yaparken merkezi iktidarın söyleminin yanına eklenen yerel iktidar söyleminin ortaya çıkma emareleri üzerine de düşünmek bütünsellik için gerekli. İstanbul’un bilgisini üreten-geleceğini planlayan ortak akıl mekanizması olarak tanımlanan İstanbul Planlama Ajansı (İPA) Başkanı’nın TÜİK nüfus istatistiklerini yorumlama şeklini bu emarelerden biri olarak değerlendirebiliriz. Dr. Buğra Gökçe’nin paylaşımları, yerel iktidarın bu konudaki politik tavrını birebir temsil ediyor denemez. Ancak yerel iktidarın geliştirmeye çalıştığı ortak aklın inşasına dair fikir verir.
İstanbul’un bilgisini üreten ortak aklın, merkezi iktidarla hemfikir olduğu temel konu doğurganlık hızımızın bir demografik tehdit haline geldiği. Sorunu tanımlaması da benzer şekilde: 2002 yılından beri doğurganlık hızının düşmesi, kadınların anne olma yaşının yükselmesi, Türkiye’nin doğurganlık hızında ileri kapitalist ülkelerin gerisine düşmüş olması, yalnız yaşayan hanelerin hatırı sayılır oranda artışı, evlenme oranlarının düşüşü… Gökçe paylaşımında, doğurganlık hızı düşüşünün en önemli sebebi “ekonomi” diyor. Ancak bu ekonomik kaygılar pahalılığa indirgenip basitleştiriliyor. 2002 yılından beri ülkede hangi dönüşümlerin yaşandığı, ücretli çalışanların üretimden aldıkları payın sistematik şekilde azalmasının yanında toplumsal yeniden üretimin temeli olan eğitim-sağlık-bakım hizmetlerinin piyasalaştırılmasının sorun edilmediğini maddi destek odaklı politika yaklaşımından çıkartıyoruz.
Yerel iktidarın öne sürdüğü politika araçları, sosyal belediyecilik şemsiyesi altına toplanarak evlenecek çiftlere maddi destek, bez ve mama desteği, küçük çocuklu annelere ücretsiz toplu taşıma kullanımı imkânı, öğrencilere beslenme desteği gibi başlıkları kapsıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 2019’dan beri geliştirdiği belediye kreşlerinin bu hizmetler arasında sayılmamış olması umarım yalnızca bir tesadüftür ve bu projeye devam edilmeyeceği anlamına gelmiyordur. İPA başkanının açıklamasında doğurganlık hızının düşmesine en önemli sebebin ekonomi olarak tanımlanması, evlenmenin ve çocuk bakımının masrafına belediye ölçeğinde sosyal yardımlar ile maddi destek sağlanırsa, kadınların daha erken ve daha çok çocuk doğurmaya başlayacağı varsayımına götürüyor.
Ve bazı ortak olmayan akıllar: “Küresel cinsiyetsizleştirme projesi” ve “Suriyeliler”
Benzerliklerin yanında farklılıklar da var tabii. Merkezi iktidarın politik söyleminin önemli bir parçası, “küresel cinsiyetsizleştirme projesi” olarak gönderme yaptığı LGBTİ+ düşmanlığı: Kutsal ailemiz heteroseksüel olacak ki bol bol yavrulasınlar… Ailenin dijital tehditlere karşı korunması hedefi doğrultusunda RTÜK ile ortak yapılacak çalışmaların Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın vizyon belgesinde yer alması da aile başlığı altında hükümetin el yükselteceği baskının çoklu boyutları konusunda fikir veriyor.
Merkezi-yerel iktidar yaklaşımları konusundaki diğer önemli farklılık göç/göçmen meselesinin doğurganlık hızı ve nüfusun yaşlanması arasında kurulan ilişkide ortaya çıkıyor. Cumhurbaşkanı demecinde göçmenler, genç nüfus ithali için zorunlu kalınabilecek bir alternatif olarak değerlendiriliyor. İPA Başkanı geçici sığınma statüsündeki Suriyelilerin doğum hızının yüksekliğinden kaygıyla bahsederek gelecekte Türkiye’de yaşayan önemli bir nüfusun Suriyeliler olacağını söylüyor. Bu söylemi, geçtiğimiz haftalarda sonuçlanan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde yabancı düşmanlığını merkeze alan aşırı sağcı partilerin kazandığı başarıyla birlikte düşünmek gerekiyor. Hegemonik bir nitelik kazanma potansiyeli taşıyan aşırı sağ eğilimlerle aynı sözü üretmeye bu kadar yakınsayabilen bir “sosyal belediyecilik” iddiası gerçekten kaygı verici.
***
Bu kaygının panzehrinin, kapitalizmi ve patriarkayı aynı anda karşısına almaktan çekinmeyen bir sınıfsallaştırmadan geçtiğini iddia edip bu politik hattın inşasına dair acil gündemlerin altını çizmek de son yazının amacı olacak.
Ağıtlar’ın finali, kapitalist patriarkayı karşısına alabilecek bir sınıfsallaştırmanın politik hattı üzerine. Bu mini-yazı dizisinin ilk kısmı, merkezi ve yerel iktidar katlarının oldukça benzer ifadeler kullanarak “demografik/varoluşsal tehdit, felaket” diye tanımladıkları dönüşümün aslında bir toplumsal yeniden üretim krizi olduğunu feminist politik iktisat çerçevesinden ortaya koydu. İkinci yazı, merkezi ve yerel iktidarın “doğurganlık hızı” teriminin içine sakladıkları kadın istihdamı ve heteroseksüel aile teşvikleri odaklı politika araçlarını açıkladı. Bu incelemenin ucu, ‘doğurganlık hızının’ en düşük olduğu Zonguldak-Bartın-Karabük kömür havzasına ve en yüksek olduğu illerde yoğunluklu olarak yaşadıkları bilgisi üzerinden Suriyeli sığınmacılara; hükümetin her fırsatta “küresel cinsiyetsizleştirme projesi” diye tanımlayıp hedef gösterdiği LGBTİ+ hareketine çıktı.
Bu son yazıda “ne olmalı” sorusunun cevabı için nüfusta 65 yaş ve üzeri yetişkinlerin oranının artıyor olmasının kimin sorunu olduğu üzerinden gitmek gerekiyor.
Acillerle talilerin yerini değiştirmek
İktidarın acili, kadın bedeni/geleneksel aile odaklı politikalar aracılığıyla kadınların daha çok ve daha erken yaşta çocuk doğurmalarını sağlamak. Oysa somut bir politik aciliyetten bahsedilecekse, ileri yaştaki yetişkinlerin değişen gündelik ve toplumsal ihtiyaçlarının nasıl ve ne kadar karşılanabildiği üzerine kafa yormak gerekiyor. Acillerin ilki yaşlı yoksulluğu: TÜİK’in İstatistiklerle Yaşlılar 2023 raporunda değinilen Gelir ve Yaşam Koşulları araştırmasına göre 65 yaş üzerindekilerin yoksulluk oranı 2019’da %14,2 iken 2023’te %21,7 oldu; yaşlı erkeklerde yoksulluk oranı %20,7 kadınlarda %22,4 olarak raporlanıyor.
İstatistiklerde kullanılan genel geçer yaşlı tanımının 65 yaş ve üzeri, yani kabaca emeklilik yaşı olması bir tesadüf değil. Dünya Bankası’nın 1994 yılında yayımladığı “Yaşlılık krizini engellemek: Yaşlıları Koruyan ve büyümeyi destekleyen politikalar” raporuna göre artan yaşlı nüfus kamu dağıtım esasına dayalı emeklilik sistemi işleyen gelişmekte olan ülkelerin sorunuydu. Nüfusta 65 yaş üzeri yetişkinlerin oranının emeklilik sistemi üzerinde finansal bir baskı yarattığı, çalışma yaşındaki nüfusun azalmasının ekonomik büyümeyi de yavaşlatacağı, bir de üzerine ileri yaşla artan bakım ihtiyaçlarının sağlık sistemi üzerinde büyük bir mali yük yaratacağı söylemlerinin kaynağını neoliberal reformların ideolojik inşası sürecinde buluyoruz. Türkiye’nin de içinde bulunduğu pek çok geç kapitalistleşen ülkede emeklilik sistemlerinin finansallaştırılıp bireysel bir sorumluluğa dönüştürüldüğü reformların kazananları emeklilik fon yöneticileri, yani çoğunlukla bankalar oldu.
Neoliberal dönüşümle kamusal sorumluluğunu büyük ölçüde sırtından atan devletin de eli rahatladığına göre sorun aslında mevcut politik konjonktürde şimdinin çalışan nüfusunun sorunu. Sorun yüksek maaşlı, cazip emeklilik paketli işlerde çalışmayan; şimdilik öyle bir işi olsa da iş güvencesi olmayan geleceğin yaşlıları olan yığınların sorunu. Kısacası, sorun 2050 yılının yaşlı yoksullarının; yani bugün önümüze konan nüfus projeksiyonlarındaki şimdinin aktif çalışanlarının sorunu.
Aktif ve sağlıklı yaş almaya, toplumsal hayatın içinde kalabilmenin iş gücüne ve ücretli emeğe katılmadan da mümkün olabileceği bir gündelik hayat talebini yaşamı yeniden üretmenin kendisine vurgu yaparak örgütlemeli. Yeniden üretim yükünün özel alana sıkıştırılamaması için bakım sorumluluğunun kamusallaştırılması, bunun için de bakımının hanenin ötesinde yeniden kurgulamasına ihtiyacımız var. Çünkü kuşaklar arası dayanışma bilincine sahip olmayan bir sınıf mücadelesi kapitalist patriarkal iktidarın ‘demografik tehdit’ söylemine alternatif üretemez. Burada dikkat çeken bir nokta, ‘kuşaklar arası dayanışma ilişkisi’ ifadesinin Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın hazırladığı ailenin korunması ve güçlendirilmesi vizyon planında da kullanılması. Dayanışma adı altında aile içi ücretsiz kadın emeğine ihale edilmeye çalışılan bakım sorumluluğunu ancak patriarkal güçlü aile ittifakını gerçek anlamda karşısına alan bir sınıf mücadelesi ile toplumsallaştırabiliriz.
Partiler üstü ‘güçlü aile’ ittifakında gedikler açacak ‘güçlü sınıf’
İktidarca korunması ve desteklenmesi hedeflenen “güçlü aile” tahayyülünün neye denk geldiğinin en somut temsili olarak Büyük Aile Platformu’na bakılabilir. Numan Kurtulmuş’un TBMM başkanı olarak, tam da Onur Ayı’nda mecliste ağırladığı Büyük Aile Platformu (BAP) temsilcileri meclis önünde “LGBT propaganda ve dayatmasına karşı” basın açıklaması yapabiliyor. Kuruluş manifestosunda toplumsal cinsiyet kavramını ideolojik dayatma ve neslin varoluşuna tehdit olarak tanımlayan bu oluşum, aileyi hedef alan propagandalara karşı bir toplumsal bir mutabakat olduğu iddiasında. BAP’ın kurucuları arasında, TÜGVA’dan MÜSİAD’a bir dizi siyasal İslamcı vakıf/dernek olarak kurumsallaşmış çıkar çevreleri bulunuyor.
BAP’ın kuruluş manifestosu “insanları; kimliksiz–şahsiyetsiz–cinsiyetsiz–mülkiyetsiz–milliyetsiz–hedonist bireylere dönüştürecek ifsat projeleri” olarak LGBTİ+ mücadelesini hedef gösterirken aslında tüm toplumsal eşitlik taleplerini de karşısına alıyor. Cinsiyet, mülkiyet ve milliyet kavramlarını yan yana getirerek devletin tam desteğiyle nasıl bir aile kurumu arzulandığı ve ‘aile’den neyin kastedildiği de bu örnek üzerinden okunabilir. Erdoğan ve Bahçeli’nin her fırsatta “küresel cinsiyetsizleştirme projesi” diye saldırdıkları toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi de kadının biyolojik ve toplumsal yeniden üretim emeğinin aile içinde sınırsız sömürüsüne direnişle kesiştiği için patriarkal kapitalizmin düşmanı ilan ediliyor.
BAP’ın kuruluş manifestosundaki milliyet vurgusu, patriarkal kapitalist üretimin devamlılığı için gerekli olan aktif çalışan nüfusun ikamesine aracı olan göç politikasının doğurganlık hızı tartışmasına nasıl değdiğini hatırlatıyor. Ağıtlar-2’de, İstanbul Planlama Ajansı Başkanı’nın “en çok Suriyeliler doğuruyor, bir şey yapmazsak nüfusun çoğunluğu Suriyeli olacak” telaşıyla, Erdoğan’ın “kendi neslimizi koruyamazsak diğer gelişmiş ülkeler gibi yabancı nüfus ithal etmek zorunda kalırız” söylemleri iktidar katlarının nüfus bağlamında göçmene ve göç politikasına nasıl yaklaştıklarını yazmıştım. BAP bileşenlerinden Alperenleri, Vatan Partili kadın ve gençlik kollarını ve şu günlerde eyleme de dökülen göçmen karşıtı ırkçı saldırıları birlikte düşününce, milliyeti aile ile koruma iddiasıyla yükselen faşist dalganın kol kola girdiği söylenebilir. Göçmenleri demografik tehdidin parçası görerek, yüksek doğum oranlarının arkasındaki çocuk yaşta yapılan doğumları, cinsel istismar vakalarını, en temel sağlık hizmetlerine dahi erişimi olmayan bebek ve kadınların yaşadıkları da görünmez kılınmış oluyor.
Ve mülkiyet vurgusu, özel mülkiyeti kuşaklararası transferle koruyup sermaye birikiminin devamlığı için cinsiyet ve milliyetle tanımlı bir “güçlü aileye” ihtiyaç duyulduğunu gösteriyor. Göçmenler sınıf kardeşimiz olduğu kadar, bedenleriyle patriarkal kapitalist sömürüye karşı en korumasız olan göçmen kadınlar da kız kardeşlerimizdir. Cinsiyet, milliyet ve mülkiyeti korumak adına patriarkal kapitalizmin bir arada tuttuğu “güçlü aile” ittifakının karşısında göç, toplumsal cinsiyet ve mülksüzleştirme politikalarına karşı birlikte direnebilecek bir “güçlü sınıf” ittifakından da başka çıkar yol görünmüyor.
Doğurganlık hızı düşüyor bilgisiyle ne yapmalı?
Nüfusun yaşlanması da kadınların istatistiki olarak daha az, daha geç doğum yapmaları da tek başlarına kamu politikasının konusu edilemeyecek kadar karmaşık ve farklı boyutları olan göstergeler: Sorun değil, birer alamet. En düşük doğum oranlarının Zonguldak, Karabük ve Bartın’da görülmesiyle ekstraktif kömür madenciliğinin tahrip ettiği biyolojik ve toplumsal yeniden üretim kapasitesi birbirinden ayrı düşünülemez. Ankara ve İstanbul’daki düşük doğum oranları toplumsal yeniden üretimin piyasalaşması ve yaşamı üretmenin devamlı artan maliyetlerinden bağımsız değerlendirilemez. Benzer şekilde, Şanlıurfa’daki yüksek doğum oranlarını da göçmen kadınların ve kız çocuklarının erişemediği sağlık hizmetleri ve yasaların sınırlı koruyuculuğundan ayrı düşünemeyiz. Nüfusun kendini yeniden üretme kapasitesini eriten patriarkal kapitalizmin krizden çıkış stratejisi olan cinsiyetçi, otoriter ve ırkçı dalgayı da ancak ‘güçlü sınıf’ durdurabilecek.
(1) . Burada üç yazı var, tespitiyle zihnimi açan kız kardeşim Coşku’ya hakkını teslim ederek… [Kadın Vardiyası sitesinde üç bölüm halinde yayınlanan yazıyı, Praksis Güncel olarak üç bölüm birlikte yayınlıyoruz – Praksis Güncel]
(2) Örneğin, Maternal proximity to Central Appalachia surface mining and birth outcomes; Erectile dysfunction and mining-related jobs: an explorative study in Lubumbashi, Democratic Republic of Congo
(*) Bu yazı, daha önce üç bölüm halinde https://kadinvardiyasi.org sitesinde yayınlanmıştır. İktibas izni verdikleri için Deniz Ay ve kadın vardiyası’na teşekkür ederiz.
Deniz Ay
Bern Üniversitesi Coğrafya Enstitüsü’nde Kentleşme Politikası ve Sürdürülebilir Gelişim grubunda araştırmacı ve öğretim görevlisi olarak çalışıyor. Araştırma alanları, arazi ve konut politikası, müşterekleşme, kentsel dönüşüm süreçlerinin toplumsal yeniden üretim ve sosyal adalet çerçevelerinden incelenmesini kapsar. Doktorasını ABD’de Illinois Üniversitesi Urbana-Champaign kampüsünde Şehir ve Bölge Planlama bölümünde tamamladı. 2015-2018 yılları arasında Ohio Eyalet Üniversitesi’nde öğretim görevlisi ve uzman araştırmacı olarak çalıştı; kalkınma, küreselleşme ve kentleşme üzerine dersler verdi. 2018- 2020 yılları arasında Brüksel Kent Çalışmaları Merkezi’nde misafir araştırmacı olarak çalıştığı sürede Avrupa Birliği ve ABD kentlerinin göçmen entegrasyon politikaları üzerine araştırma projesi yürüttü. Ekonomi lisans eğitimini 2008 yılında Sabancı Üniversitesi’nde, Ekonomi lisansüstü eğitimini ise 2009 yılında London School of Economics’de tamamlamıştır.