Melih Yeşilbağ[1], Ozan Çoban ve Güneş Demir bir romanı, Deli İbram Divanı’nı ezgiye dönüştürdüklerinde; deniz kabardı, bir ada sarsıldı, bir suskunluk dile geldi. İçeride olanlar da dışarıda unutulmuşlar da duydular bunu. Çünkü bazı ezgiler vardır, tel örgüleri geçemez belki, ama duvarların içinden sızar; yankı olur, tını olur, hatırlanır.
Ben o gün, bu ezgiyi duydum demeyeceğim; çünkü duyduğum şey, çoktan bildiğim bir yankıydı. Melih’in, Ozan’ın, Güneş’in kurduğu o ezgi, dışarıdan içeriye ulaşan bir haber değil, içeride kalan bir hatırlamaydı. Bizimkiler bilir; notasıyla, susuşuyla, dokunuşuyla. Çünkü hatırlamak, yalnızca duygunun işi değildir; mücadeleyle yoğrulmuş bir hafızadır. Bazen bir şarkı çalar; ama o şarkı yalnızca bir melodi değil, sınıf çatışmalarının, kolektif emeğin bastırılma süreci boyunca biriken suskunluğun sesidir. Hatırlamak, anlatılanla değil, yaşananın tortusuyla başlar. Melodi, kıyıya değil, direnenin belleğine çarpar.
Deli İbram’ın divanı, bir mahkeme değil. Ne ceza ne beraat… Bu divan, unutmanın eşiğinde yazılmış bir ağıttır. Yunusların kırılan gözlerine, çocukların suskun oyunlarına, bir adada kaybolmuş zamanın iç çekişine yazılmıştır. Ve ben, bu ezgiyi duyduğumda, önce kendimi sonra o romanı sonra da bu üç müzisyeni dinledim. Dinledim, bazen bir roman, bir türküye dönüşür ve türkü, bir halkın belleği olur.
Köstence
Köstence bir ada. Haritada görünür. Ama asıl haritası romanda çizilir, bir de şarkıda. Yunusların gözlerine çivi çakıldığı gün başlar o harita. Deli İbram Tarihi’ndeyse, çok daha öncesinden; bir leylek yeryüzüne yollandığında: “Yeryüzü dediysek dünyada sudan başka bir şey yokmuş. Öyle olunca zaman da yokmuş elbette. Leylek sonsuz denizin üzerinde uçmuş uçmuş, sonra denizin içine dalıp dipten gagasıyla bir avuç toprak çıkarmış. Gökyüzüne yükselmiş, çamuru tükürmüş. Toprağın düştüğü yerde bir ada peydahlanmış. İşte o ada Köstence’ymiş.”
Köstence’de bazen deniz insanın içini yakan bir sessizlikle dolar. Bu sessizlikler, zamanla değil, acıyla tanımlanır. Deli İbram o günlerde konuşmaz. Çünkü bilinir, İbram sessizliğiyle her şeyi duyurur. Saruhan Hatun, adanın masalsı kurucusu, İbram’a su uzatır sanki, ağzından değil, gözünden içersin sen bu hayatı, der ona. Sessizlik zamanlarında, biz okurlara, “sanki denizin içi konuşuyordu” diye düşündürür yazar. İbram’ın zamanı geldiğinde “sır” olacağını bilemesek de…
İşte o an, ezgideki şu söz yankı olur: “Hey gidinin Deli İbram mezarından dirildi / Demirkırat madrabazına haddini bildirdi.” Şarkı geleceği söyler ama geçmişin içinde yankılanır. Çünkü Deli İbram hiçbir zaman ölmemiştir; sadece sessiz kalmıştır. Tıpkı bizimkiler gibi — içeride olan, konuşamayan ama hatırlayan yoldaşlar gibi.
Deli İbram’ın Köstence tarihine göre “bugünkü adalıların evveliyatı böyle başlamıştır. Saruhan Hatun’un otuz üç kadın ve erkek kızanı, Rum Bacı’dan olma otuz üç kadın ve otuz üç erkek ile —hatta kimileri insan başlı ama keçi ayaklıymış— bir ipe dizilmişler, ortak yurt tutmuşlar, aile olmuşlar. Bu doksan dokuzun başına da Saruhan Hatun geçmiş.” İnanç diye bellenenin içinde emekle yoğrulmuş bir tarih vardır, bir kadın belleği, bir suskun direniş. Tıpkı şarkının dizelerinde olduğu gibi: “Vardı Saruhan Hatuna yunusların sırtında / Yıldız oldu Köstence’nin göklerine serpildi.”
Köstence tarihine göre, çocuklar oyuna devam eder ama oyun değişir. Balık yerine taş yakalamaya başlarlar. “Bakalım Deli İbram’ın Tarihi mi yürüyecek yoksa Eczacı Süleyman’ın düzeni mi sürecektir?” Çünkü Süleyman yalnızca bir insan değil, piyasanın dili, sermayenin gelişi, sistemin yeni –“kapitalist”– aklıdır.
Köstence böyle kurulur; unutuşun kenarında bir hatırlama eylemiyle. Bu yüzden roman bir anlatı değil, bir kayıt defteri. Ezgi bir beste değil, bir hatırlatma. Ve bizim yazdığımız bu satırlar, sadece kelimeler değil; üzerine susulmuş hakikatlerin, bir adanın bir ülkeyle birlikte girdiği kapitalist gelişme politikalarının izleri.
O yüzden, Deli İbram Tarihi’nin Köstence’si artık yalnız bir ada değil. O bir direniş biçimi, bir bellek mekânı. Ve biz — yazanlar, okuyanlar, dinleyenler — artık o adanın sessizliğinde yalnız değiliz.
Divanın içinden bakmak
Deli İbram her zaman konuşmaz. Ama bu sessizlik bir eksiklik değil, bir seçimdir. Çünkü adada neyin ne olduğunu anlamak için konuşmaya değil, tanıklığa ihtiyaç vardır. Onun divanı, hüküm vermek için değil; zamanın içinden geçen adaletsizlikleri kayıt altına almak için kurulur. Her şeyin delil sayıldığı bir düzende, İbram’ın susması bir direniştir. Sessizlik, bazen en gür bağırıştır.
Divan, burada yalnızca bir simge değil. O, görünmeyen bir adalet biçiminin mekânına dönüşür; resmî mahkemelerin erişmediği, sözcüklerin yetmediği yerlerde, divan vardır. Divan, adanın belleğidir. Ve her ada gibi, bu ada da kapalı bir sistem değildir. Dışarısı vardır, içeri sızar. Bugün o ezgiyle birlikte, biz de o divanın kenarına oturuyoruz.
İbram bir yargıç değildir. Ne ceza verir ne bağışlar. Ama her şeyi kaydeder; çocuğun gözündeki kararsızlığı, yunusun kan izini, kadınların konuşmaya çalışırken dudaklarında çatlayan cümleleri. Divan bunları unutmamak için kurulur. Çünkü unutanlar, yeniden kurban olurlar.
Ve bir gün, içeridekilere bir ses giderse — ki bu ezgiyle gitmiştir — o ses divanın içinden gelmiştir. Bu ses, dışarıdan gelen bir şarkı değil, içeride kalmış bir yankıdır. O yüzden güçlüdür. O yüzden kimsenin gözüne sokmaz kendini, çünkü zaten bilen bilir.
İbram’ın divanı, bugünün zulmüne karşı kurduğumuz hafızadır. Dava dosyalarında görünmeyen adaleti, ezgilerde ve anlatılarda tutmaya çalışıyoruz. Çünkü her direniş gibi, bu da bir hatırlama biçimidir. Hafıza olmadan direniş olmaz. Ve biz, bu romanı okurken, bu ezgiyi dinlerken, bir şey yapıyorsak, o da şudur: Unutmamak.
Osman’ın yalnızlığı
Bir eleştirel notum var elbette, Osman’ın yalnızlığında görünür olan.
Deli İbram Divanı’nda Osman karakteri, yaşama bağlılığın ve etik direncin en sade, ama en derin tezahürüdür. Şiddetin, teslimiyetin, cinnetin çürüttüğü bir dünyada Osman, inatla sıradanlığı içinde yaşamı savunur. Komutan’ın cinayet planını ifşa ederek -masumları kurtarıp- kendine sermaye kılması, Dalyancılara kooperatif kurdurması, onun etik tahayyülünün kolektif bir iz düşümüdür. Yaşamak, yalnızca hayatta kalmak değil; birlikte yaşanabilir bir dünya kurmaktır.
Ancak roman, bu yaşam tahayyülünü nihayete erdirmez. Hileyle alınan bir intikam, estetik kapanım olarak belirir; etik direnişin yerini, stratejik hamle alır. Böylece Osman’ın taşıdığı umut, yankılanmadan kalır. Onun eylemleri çoğalmaz; yalnızlaşır. Bu yalnızlık, bireysel değil, tarihsel bir yalnızlıktır. Çünkü yaşama bağlılık, burada sistemin çerçevesi içinde kalan bir iç direniş olarak kalır. Dışa taşamaz. Karşı-hegemonik bir örgütlenmeye dönüşemez.
Osman, belki de bu nedenle romanın asıl trajik karakteridir: Umut taşır ama umutlanamaz; yaşama sadıktır ama yaşam onu çoğaltmaz. Umudu bir figür olarak taşımakla yetinmek zorunda kalır. Ve bu zorunluluk, romanın yazarını da sorgulamaya açar: Yaşama sadakat mi, stratejik kapanım mı?
Osman’ın yalnızlığı, romandaki hukuki/etik olanakların bastırıldığı, şiddetin bir tür çözüm olarak estetize edildiği noktada iyice parıldar, görünür hale gelir. Belki de bu parıltı, romanın kendisini değil, okurunu çağırır. Çünkü bazen umut, anlatıda değil; onu okuyan, onu düşünen, onu yeniden yazan yoldaşlarda yeşerir.
Belki bir başkası buradan şiddet övgüsü çıkarır, tam aksine, şiddet çürütür. Bana göre, modern toplumlarda siyasal mücadeleler, -demokratik bir cumhuriyetin sosyalist cumhuriyete dönüşümünün demokratik yollarla olup olmayacağının hâkim sınıfların tercihi ile belirleneceğini öğütleyen- Engels’ten mülhem, şiddete yazgılı değildir. Velev ki, “kıssadan hisse”miz[2] (**) olmasın…
Tarihin yekesi avuçlarımızda
Köstence’de bir zamanlar yunuslar vardı. Kimileri onları kutsal sayardı, kimileri balıkların dostu. Şimdi ise yunuslarla birlikte, o sessiz güven duygusu da yok adada. Roman bu kaybı anlatıyor ama öyle büyük laflarla değil. Küçük çırpınışlarla, çarpık zamanlarla, bir türlü tam söylenemeyen cümlelerle. Çünkü Deli İbram Divanı, anlatılamayanın, Osman’ın yalnızlığının romanı.
Bu adada her şey değişiyor: Geçimlik balıkçılık sermaye yatırımlarına dönüşüyor, çocuk oyunları piyasa mantığına eklemleniyor, sessizlik yerini sesin metalaşmış biçimlerine bırakıyor. Değişim kaçınılmaz değil; yönü belirli bir değişim bu. Eczacı Süleyman gibi karakterlerin taşıdığı sermaye dili, önce doğayı sonra insanı dönüştürüyor. Bizim de tanıdığımız bir dil bu; şeffaf, mantıklı ama gerçekte her şeyi yutan bir işleyiş.
İbram bu işleyişe uymuyor. O, Kör Derviş’e ada tarihi anlatıyor ama her zaman herkesle konuşmuyor, çünkü değişimin bu diline katılmıyor. Onun deliliği, dışlanmışlığın değil, ta Saruhan Hatun’a uzanan tanıklığın deliliği. Bazen insan sadece anlatmadığı için ayakta kalır. İbram anlatmaz ama bilir. Bu onu bizim için önemli kılar; çünkü, bizim de anlatamadıklarımız var. İçeride kalan, ifade edilemeyen ama hepimizce bilinen şeyler.
Roman, bu bilinen ama susturulmuş hakikati taşıyor. Ve Melih’in, Ozan’ın, Güneş’in yaptığı ezgi, bu taşıyıcılığı müzikle sürdürüyor. Şarkı, melodisiyle değil yalnızca, sözüyle değil yalnızca, bölgenin kırık/eksik adım zeybeğinin sesini yitirmeksizin o sakin ama derin tonuyla bizim belleğimizin yankısını kuruyor.
Bu yüzden bu yazı -çağdaş gerçekçilik bağlamında kaleme alınan- bir inceleme değil. Çok daha öznel, bir duyma biçimi. Hakikatin bağırmadan da nasıl duyurulabileceğini hatırlama biçimi. Çünkü, Osman’ın yalnızlığını yaşayanlar, “bir bilseler tarihin yekesi avuçlarında”[3]…
[1] Söz ve beste Melih Yeşilbağ’a aittir.
[2] Nazım Hikmet’in 25 yaşında yazdığı heyecanlı bir “19 yaş” şiirinin adıdır, “Kıssadan Hisse”, şöyledir: “Burjuvazi, / katletti içimizden ikimizi / bu iki ölü ölmeyen iki ölümüzdür! / Burjuvazi, / kavgaya davet etti bizi / davetleri kabulümüzdür! / Biz nasıl bilirsek hep bir ağızdan gülmesini, / biliriz öylece yaşamasını ölmesini / hepimiz – birimiz için, / birimiz – hepimiz için!..”
[3] Yeke sözcüğü, Rumca kökenli olup, kayıkta dümeni kullanmak için dümenin baş tarafına takılan kol anlamına gelir. İnsanların “tarihin yekesinin avuçlarında olduğunu bilmesi”, sınıf bilinci edinmeleri anlamındadır.
Görseller, Hafıza Dalgası adlı ChatGPT temelli yapay zeka tarafından oluşturulmuştur.
Mustafa Bayram Mısır
Hukukçu ve siyaset bilimci. Praksis Dergisi Yayın Kurulu Üyesi. Yayınlanmış kitapları arasında, Anayasal Tasarımın Demokratik Teorisine Giriş; Devlete Karşı Kamu Hukuku; Kapitalist Devlet; Modernizm, Postmodernizm ve Sol(Ecehan Balta ile); Tarihsel Seyri İçinde ÖDP: Solun Yakın Kısa Tarihi Üzerine; Demokrasiye Eleştirel Bakışlar; Demode Denemeler bulunuyor. Devlete Karşı Kamu Hukuku, Türkiye Barolar Birliği'nin "Halit Çelenk Akademik Araştırmaları Destek Ödülü"ne layık görülmüştür. Çalışmalarına, Ankara Barosu'na kayıtlı avukat olarak devam ediyor.