Son yıllarda “Antroposen” sözcüğü neredeyse bir slogana dönüştü. Raporlardan belgesellere kadar pek çok anlatı, insan türünün gezegen üzerinde geri döndürülemez bir ekolojik etki yarattığı iddiasıyla başlıyor. Oysa kavramın bilimsel statüsü çoğu zaman göz ardı ediliyor. Uluslararası Jeolojik Bilimler Birliği ve Uluslararası Stratigrafi Komisyonu tarafından yürütülen değerlendirmeler sonucunda Antroposen, 2024 yılında yapılan oylamayla resmî bir jeolojik çağ olarak kabul edilmedi. Buna rağmen kavram, ekolojik yıkımın siyasallaşmasında önemli bir işlev görüyor; çünkü ekolojik tahribatı yalnızca bilimsel bir sorun olarak değil, tarihsel ve toplumsal bir mesele olarak tartışmaya açıyor. Tam da bu nedenle Antroposen söylemi, ekolojik yıkıma karşı nasıl bir siyasal yönelim geliştireceğimiz sorusunu daha kritik hale getiriyor. Bu kavram etrafında gelişen siyasallaşma, mevcut ekolojik yıkımı dönüştürme potansiyeline sahip olduğu kadar, yanlış bir fail kurgusuna yaslandığında bu yıkımı yeniden üretme riskini de taşıyor.
Antroposen kavramının sosyal bilimlerde yarattığı temel sorun, kavramın kendisinden çok ona yüklenen anlamlardadır. Crutzen’in insanlık vurgusu (Crutzen 2002), kendi bilimsel bağlamında insan faaliyetlerinin jeolojik süreçler üzerindeki etkisini tanımlayan teknik bir tespit niteliği taşırken, sosyal bilimlere aktarıldığında bu vurgu türü tarihsel farklılıklardan, üretim tarzlarından ve maddî güç ilişkilerinden bağımsız, homojen bir jeolojik fail olarak konumlandıran geniş bir söylemsel çerçeveye dönüşmüştür. Chakrabarty’nin insanlığın “jeolojik aktör” olarak sahneye çıkışını tartışan metinleri ile Haraway’in türsel çağ adlandırmalarına yönelik müdahaleleri, eleştirel iddialar taşımalarına rağmen, çoğu zaman bu evrenselleştirici çerçevenin sınırları içinde yer alır (Chakrabarty 2009; Haraway 2016). Bu çerçeveye tepki olarak geliştirilen Kapitalosen kavramı ise, Moore’un ifadesiyle, ekolojik krizin kaynağını insan türünde değil, kapitalizmin tarihsel olarak örgütlediği üretim ve tahakküm ilişkilerinde arar (Moore 2016).
Antroposen’in evrensellik iddiası: tarih dışı bir insanlık kurgusu
Antroposen’e yüklenen anlamların en temel sorunlarından biri, ekolojik çöküşün failini insan türü düzeyinde tanımlayan evrenselci çerçevesidir. Bu yaklaşım, insanlığı tarihsel olarak farklılaşmış toplumsal yapılardan, üretim biçimlerinden ve mülkiyet ilişkilerinden bağımsız, homojen bir jeolojik aktör olarak kurar. Böylece ekolojik yıkımın maddi nedenleri olan sınıfsal ayrımlar, teknik kapasite eşitsizlikleri ve üretim tarzlarının özgül tarihsel biçimleri arka plana itilir. İnsan türünü tekil ve bütüncül bir fail olarak sunan bu türsel soyutlama, analitik bakımdan güçlü görünse de, sosyo-tarihsel süreçlerin özgüllüğünü ortadan kaldırır. Foster’ın belirttiği gibi ekolojik krizi anlamak, insanlığı homojen bir kategori olarak ele almakla değil, kapitalist üretim tarzının tarihsel olarak kurduğu doğa-toplum ilişkisini çözümlemekle mümkündür (Foster 2020).
Evrensel bir “insanlık” adına konuşmak, yalnızca ekolojik etkilerin toplumsal kökenlerini perdelemekle kalmaz; doğayı etkileyen eylemlerin hangi koşullar altında, kimler tarafından ve ne tür maddi ilişkiler içinde gerçekleştiğini de görünmez kılar. Bu çerçevede insanlık, tarihsel olarak belirlenmiş farklı konum ve güç ilişkilerinden bağımsız, yekpare bir özne olarak sunulur. Oysa insan topluluklarının doğayla ilişkisi, üretim tarzları, teknik kapasite, mülkiyet biçimleri ve siyasal örgütlenmeler tarafından belirlenen son derece farklı tarihsel deneyimlere dayanır. Bu nedenle Antroposen’in evrenselci söylemi, “insanlık” kategorisini tarihsizleştirerek, ekolojik tahribatın ardındaki toplumsal örgütlenmeleri soyut bir tür failliğine indirger.
Bu indirgemeci evrensellik, iki açıdan sorun yaratır. İlk olarak, ekolojik yıkımı insan doğasının bir sonucuymuş gibi gösteren bir determinizm üretir. Bu yaklaşım insan topluluklarının doğayla ilişkisini tarihsel bağlamından kopararak, sanki türün varoluşsal özelliklerinden kaynaklanan kaçınılmaz bir ekolojik bozulma süreci varmış izlenimi yaratır. Oysa ekolojik dönüşümlerin niteliği, insan türünün biyolojik özelliklerinden çok, tarihsel olarak oluşmuş toplumsal ilişkiler tarafından belirlenir. İkinci olarak, evrensellik iddiası, ekolojik krizin üretildiği maddi süreçlerdeki farklılaşmayı gizler. Bu belirsizlik, ekolojik tahribatın sorumluluğunu eşit dağıtan, dolayısıyla gerçek faillik ilişkilerini görünmez kılan ideolojik bir söylem üretir. Tür düzeyindeki fail kurgusu, ekolojik krizin oluşumunda farklı toplumsal aktörlerin, güç yapıların ve üretim tarzlarının oynadığı farklı rolleri analitik olarak eşitleyerek tarihin özgüllüğünü siler.
Bu nedenle Antroposen’in evrensellik iddiası, ekolojik krizin toplumsal kökenlerini anlamak açısından açıklayıcı olmaktan çok uzak bir çerçeve sunar. Türsel bir insan öznesi varsayarak kurulan bu anlatı, ekolojik tahribatı üreten ilişkilerin maddi ve tarihsel niteliğini göz ardı eder. Ekolojik yıkımı açıklamak için insanlığı tarih dışı bir kategori olarak almak, tam da açıklanması gereken şeyi, yani doğa toplum ilişkisinin hangi tarihsel biçimler altında belirli bir yön kazandığını görünmez kılar. Daha güçlü bir analiz, insan etkinliklerinin kendisini değil, bu etkinliklerin hangi toplumsal koşullarda ortaya çıktığını ve doğa üzerindeki etkilerin hangi maddi süreçlere bağlı olduğunu kavramayı gerektirir.
Antroposen’i ortaya çıkaran kapitalizmin sınıfsal örgütlenmesidir.
Antroposen söylemi, gezegensel ekolojik yıkımı insanlığın ortak eylemine bağlayarak cazip bir bütünlük duygusu yaratır; oysa bu anlatı, ekolojik dönüşümlerin sınıfsal güç ilişkileri tarafından örgütlendiği gerçeğini perdelediği ölçüde yanıltıcıdır. Bu nedenle Foster ve Clark, Antroposen’i soyut bir “insan etkisi” üzerinden tanımlayan yaklaşımlar yerine, dönemin gerçek jeolojik dinamiğini açıklamak üzere “Kapitalinian” kavramını önerir. Onlara göre Antroposen gerçekten yeni bir jeolojik dönemse, bu dönemin ilk çağını belirleyen şey insanın kendisi değil, kapitalizmin sınıf temelli üretim ve genişleme mantığının gezegen ölçeğinde yarattığı maddi, toplumsal ve jeolojik dönüşümlerdir (Foster & Clark 2021).
Bu evreyi belirleyen üç yapısal süreç vardır:
(i) Üretimin küresel ölçekte yoğunlaşması: Fosil enerji, ağır sanayi, kimyasal tarım, mega altyapılar ve bugün yeşil dönüşümün gerektirdiği yeni madencilik zincirleri, doğayı sermayenin ham maddesi hâline getirmiştir. Bu yalnızca teknik bir genişleme değil, Kapitalinian’ın maddi temelidir.
(ii) Doğa-toplum metabolizmasının kopması: Kapitalist üretim tarzı toplumsal metabolizmayı doğanın yeniden üretim ritimlerinden ayırarak ekolojik döngüleri sermayenin genişleme hızına göre yeniden kodlamıştır. Foster’ın Marx’tan hareketle geliştirdiği metabolik yarık kavrayışı, Kapitalinian’ın jeolojik karakterini belirleyen temel ilişkisel bozulmadır.
(iii) Sınıfsal eşitsizliğin jeolojik bir boyut kazanması: Ekolojik tahribatın nedeni de sonucu da toplumsal eşitsizliklerdir. Enerji yoğun sektörler, maden sahaları, atık alanları ve toksik üretim hatları belirli sınıfların yaşadığı coğrafyalarda yoğunlaşırken, yıkımın yükü başka sınıflara ve bölgelere taşınır. Foster ve Clark’ın vurguladığı gibi, Antroposen’in ilk evresi yalnızca üretim biçimlerinin değil, sınıf ilişkilerinin jeolojikleşmesidir. Bir başka ifade ile kapitalist sınıf ilişkileri yalnızca toplumsal alanı değil, yeryüzünün fiziksel katmanlarını, coğrafi dağılımını ve jeokimyasal süreçlerini belirleyen bir güç haline gelmiştir.
Malm ve Hornborg’un gösterdiği üzere (2014), fosil enerjinin üretim süreçlerine yerleşmesi insan türünün ortak eğilimlerinin değil, üretim araçları üzerinde denetim kuran sınıfların tarihsel kararlarının ürünüdür. Bugün gezegenin yüzeyinde bıraktığımız maddi izler karbon birikimleri, nükleer artıkları, çimento tabakaları, madencilik boşlukları insanlığın kolektif eylemini değil, kapitalist birikimi güvence altına almak için kurulan teknik-siyasal altyapıları temsil eder.
Bu nedenle Antroposen’i tanımlayan şey soyut bir insan etkisi değil; kapitalist üretim tarzının sınıfsal tahakkümünün jeolojik ölçekte maddileşmiş olmasıdır. Ekolojik krizi anlamak da “insanlığın jeolojik çağı” gibi türsel bir soyutlamadan değil, doğanın üretimin zorunlu bileşeni hâline getirildiği sınıf ilişkilerinin tarihsel gelişiminden geçer. Ekolojik eşitsizlik ve ekolojik olarak eşitsiz değişim literatürü bunu doğrular: kriz küresel ölçekte yaşansa bile sorumluluk ve zarar, sermaye birikiminin merkezleri ile çevresel bölgeler arasında, yani faydaları toplayan sınıflarla maliyetleri üstlenen topluluklar arasında radikal biçimde eşitsiz dağılmaktadır.
Yeşil geçiş ve kritik mineraller metabolik yarılmayı onaramaz.
Antroposen çoğu zaman fosil yakıtların gezegensel etkileriyle özdeşleştirilse de, kavramın analitik gücü yalnızca geçmiş bir fosil enerji rejimini tanımlamakla sınırlı değildir. Asıl mesele, üretim tarzının doğayla kurduğu metabolizmanın tarihsel biçimlerinin nasıl değiştiğidir. Bu açıdan bakıldığında yeşil geçiş, Antroposen’in geride bırakılması değil, onun yeni bir maddi yoğunluk altında yeniden üretilmesidir. Çünkü enerji rejimi değişse bile, üretim tarzının doğayı toplumsal birikimin ham maddesi olarak örgütleyen mantığı değişmez.
“Kritik mineraller” söylemi bu yeniden üretimin en somut örneğini oluşturuyor. Lityum, kobalt, nikel ve diğer nadir toprak elementleri, karbon salımını azaltmanın zorunlu araçları olarak sunuluyor; sanki bu mineraller gezegeni fosil yakıtların yol açtığı tahribattan çıkarmanın doğal bir çözümüymüş gibi. Oysa bu madenlerin çıkarıldığı coğrafyalara baktığımızda karşımıza yeni bir sürdürülebilirlik ufku değil, Antroposen’in tanımlayıcı özelliklerinden biri olan ekstraktivist genişlemenin daha sert bir biçimi çıkıyor: yoğun emek sömürüsü, yerli toplulukların yerinden edilmesi, toprak ve su kaynaklarının kirlenmesi ve büyük ölçekli ekosistem tahribatı.
Bu durum, yeşil teknolojilerin doğayı korumak için değil, sermaye birikiminin yeni gereksinimlerine yanıt vermek üzere tasarlandığını gösteriyor. Foster’ın metabolik yarılma kavrayışının gösterdiği üzere, toplum-doğa metabolizmasını bozan şey insan türü değil; üretimin maddi koşullarını doğanın yeniden üretim döngülerinden koparan, emeği ve ekolojik süreçleri artı-değer üretiminin girdileri olarak yeniden düzenleyen belirli üretim tarzlarının tarihsel örgütlenmesidir (Foster 2020).Yeşil geçiş, bu yapıyı dönüştürmediği için yarığı onaramaz; yalnızca enerjinin ve madenlerin dolaşımını yeniden düzenleyerek aynı yarığı başka bir düzlemde genişletir. Fraser’ın kapitalizmin “arka plan koşulları” olarak adlandırdığı ekolojik ve toplumsal yeniden üretim alanlarının da bu süreçte piyasa mantığına eklemlenmesi, yeşil geçişi bir çözüm değil, krizin yeni bir yönetim biçimi haline getirir (Fraser 2022).
Oysa, kapitalizmi belirleyen tam da onun özgül çelişkisidir: birikimin durmaksızın genişleyen mantığı ile doğanın kendini yeniden üretme kapasitesi arasındaki yapısal uyumsuzluk. Bugün karşı karşıya olduğumuz ekolojik kriz, kapitalizmin yalnızca gezegeni değil, kendi toplumsal varlık koşullarını da tükettiği bir momenttir. Bu çelişki, teknik yeniliklerle veya yeşil büyüme stratejileriyle yönetilemez; çünkü sorun teknolojinin niteliğinde değil, üretim tarzının kendisindedir.
Bu nedenle kritik minerallerin yükselişi, fosil rejimin sona ermesinden çok, Antroposen’in sınıfsal ve maddi temellerinin yeniden yapılandırılmasını ifade eder. Karbon emisyonlarının azalması, metabolik uyumsuzluğun ortadan kalktığı anlamına gelmez; çünkü çevresel iyileşme söylemi, maden temelli yeni bir ekstraktivist zincirin üzerini örter. Üretim koşullarının tahribi ile sermaye birikimi birbirinden ayrılabilir süreçler olmaktan çıkar; aynı toplumsal hareketin iki yönü haline gelir. Bu nedenle yeşil geçiş, kapitalizmin ekolojik sınırlarla karşı karşıya geldiği tarihsel momentte ortaya çıkan, ancak bu sınırlara rağmen sermaye birikimini sürdürmek için toplum-doğa metabolizmasını yeniden düzenleyen bir siyasî-ekonomik projedir. Bu nedenle yeşil geçiş, Antroposen’in üstesinden gelebilmek için gerçekçi bir yönelim değil; tam tersine, Antroposen’in kapitalist üretim tarzı içinde yeni bir yoğunluk kazanarak yeniden örgütlenmesidir (Erçandırlı, 2025).
Çağın adı değil, çelişkisinin nasıl çözümlendiği belirleyicidir.
Antroposen ile Kapitalosen arasında süren gerilim, çoğu tartışmada yalnızca kavramsal bir adlandırma sorunuymuş gibi ele alınıyor. Oysa bu ayrım, basit bir terminoloji farklılığından çok daha derin bir meseleyi, ekolojik çelişkinin hangi ontolojik düzeyde kurulduğu ve hangi öznenin bu çelişkiyi yaratıp hangi öznenin dönüştürebileceği sorusunu içerir. Kapitalosen sermaye ilişkilerine dikkat çekiyor. Kapitalizmin genişleme mantığı, Moore’un ifadesiyle, doğayı emeğin, enerjinin ve gıdanın yanında “ucuzlatılarak sisteme dahil edilen” bir varlık rejimi olarak örgütler; yani doğa, kendi ekolojik bütünlüğü içinde değil, maliyeti sürekli düşürülmesi gereken bir üretim girdisi olarak tanımlanır (Moore 2016).
Moore’un Kapitalosen önermesi ilk bakışta Antroposen’in tür merkezli çerçevesine güçlü bir itiraz gibi görünse de, özne ve yapı tartışması açısından bazı önemli teorik sınırlılıklar taşır. Moore (2015) kapitalizmi bir “dünya ekolojisi” olarak tanımlarken üretim tarzının sınıfsal belirlenimlerini, mülkiyet ilişkilerini ve artı değer üretiminin maddi zorunluluklarını geri plana iter. Doğa ve toplumu “tarihsel değişimin ortak üreticileri” olarak kavramsallaştırması (Moore 2015: 3), toplumsal üretimi mümkün kılan sınıf ilişkilerinin ve artı değerin kaynağı olan emek sürecinin özgün konumunu ekolojik ilişkilerin geniş akışı içinde görünmez kılma riski taşır. Buradaki temel sorun, doğa–toplum ayrımını ontolojik düzeyde reddeden monist yaklaşımın, toplumsal ilişkilerin tarihsel özgüllüğünü geniş bir ilişkisel bütünlük içinde geri plana itmesidir. Monist ontoloji nedenselliği tek bir akışa indirgeyerek sermayenin, özel mülkiyetin ve el koyma biçimlerinin taşıyıcısı olan somut sınıfların konumunu zayıflatır ve kapitalist işleyişi belirleyen mekanizmaları daha genel bir bütünlük içinde eritir.
Her ontolojik duruşta olduğu gibi bu yaklaşımında siyasi sonuçları vardır: Moore’da ekolojik yıkımın nedeni sınıfsaldır; ancak ekolojik yıkımın üstesinden gelebilecek toplumsal öznenin nereden doğacağı belirsizdir. Sınıf ilişkileri ekolojik bütünlük içinde geniş bir bağlama yayıldığında, bu ilişkilerin üretebileceği devrimci öznenin tarihsel konumu görünmez hale gelir. Bu nedenle Moore’un çerçevesi, ekolojik krizin nedenini sınıfsal ilişkilerde görse de, dönüşümün hangi toplumsal gücün maddi konumundan yükselebileceğini açıklamaz. Oysa devrimci özne, ekolojik yıkımı üreten sermaye birikim mekanizmalarıyla doğrudan karşı karşıya gelen, artı-değer üretimindeki konumu nedeniyle yapısal çelişkiyi taşıyan toplumsal sınıflardan doğar. Bu çerçevede kapitalizm sanki kendi başına hareket eden bir aktörmüş gibi tasvir edilir, buna karşılık hangi toplumsal sınıfların ve siyasal mücadelelerin onu dönüştürebileceği belirsizleşir. Kısaca, Moore’un “ucuz doğa” kavrayışı, kapitalizmin genişleme mantığını iyi yakalasa da, bu mantığa karşı koyabilecek devrimci öznenin kim olduğunu netleştirmez, sınıf mücadelesini “gezegensel adalet” söylemi içinde dağıtarak politik mücadelenin önemini görünmez kılar. Kapitalosen böylece, Antroposen’in tür düzeyinde kurduğu soyut özneyi düzeltmek yerine, bu kez sistemi özneleştiren bir anlatıya kayar (Erçandırlı, 2023).
Oysa mesele kapitalizmi yalnızca adlandırmak değil, kapitalizmin hangi yapısal ilişkiler içinde işlediğini, doğa-toplum metabolizmasını hangi maddi mekanizmalar üzerinden dönüştürdüğünü ve yıkımın hangi fail tarafından gerçekleştirildiğini ve dönüşümün hangi sınıflar tarafından gerçekleşebileceğini ortaya koymaktır. Ontolojik düzeyde yanıtlanması gereken soru, “çağın adı ne olsun?” değil; sosyo-ekolojik çelişkiyi hangi toplumsal yapı üretmektedir sorusunun ötesine geçerekbu çelişkinin çözüm kapasitesi hangi toplumsal konumdan doğar?” sorusudur. Kapitalosen tartışması, bu soruları sormadığı sürece Antroposen’in yarattığı türsel soyutlamadan çok farklı bir yerde durmaz; yalnızca insanlığın yerine sermayeyi koyan, fakat sermayenin hangi sınıfsal güçler tarafından nasıl işletildiğini açıklamayan yeni bir genelleştirme üretir.
Bu nedenle tartışmanın gerçek zemini kavramsal süsleme değil, ekolojik krize yol açan ontolojik belirlenimdir. Antroposen’i yalnızca popülerliğinden dolayı reddedenler, Kapitalosen kavramının da benzer bir kolaycılıkla eleştirel bir konumlanışın yerine geçebileceğini fark etmelidir. Bir kavramın eleştirel olup olmadığı, adının radikalliğinden değil, doğa-toplum ilişkisini hangi maddi güçler üzerinden tanımladığı ve krizin öznesini nasıl kurduğu üzerinden anlaşılır (Erçandırlı, 2023). Ekolojik yıkımı ortaya çıkaran fail, soyut bir insanlık değildir. Ama aynı şekilde soyut bir “kapitalizm” de değildir. Fail, kapitalizmi tarihsel olarak işleten, üretim araçları üzerinde denetimi elinde tutan sınıf güçleridir ve çelişkinin çözüm kapasitesi de aynı zeminde, krizi yaratan öznenin karşısında konumlanan toplumsal güçlerde bulunur.
Öyleyse çözüm sınıf mücadelesinde, Antroposen kavramını reddetmekte değil!
Bugün ekolojik krizi anlamanın başlangıç noktası, bu krizi üreten toplumsal ilişkilerin ve onları dönüştürebilecek öznenin doğru tanımlanmasıdır. Kavramsal adlandırmalar ancak dayandıkları ontolojik temel kadar anlamlıdır; yanlış bir zemine oturan her kavram, ne kadar radikal görünürse görünsün, krizi yaratan güç ilişkilerini “daha tehlikeli bir şekilde” görünmez kılar. Bu nedenle Antroposen’i reddedip yerine Kapitalosen’i koymak, eğer krizin failini ve dönüşümün toplumsal öznesini doğru konumlandırmıyorsa, yalnızca kelime değiştirmekten ibaret kalır. Tek çözüm bu tarihsel örgütlenmeyi aşabilecek kolektif bir sınıf hareketinde yatmaktadır.
Bu noktada ekolojik sınıf kavrayışı belirleyici hale gelir. Bugün ekolojik tahribatın yükünü taşıyan kesimler madencilik bölgelerinde yaşayan topluluklar, güvencesiz işçiler, köylüler, bakım emeğini üstlenen kadınlar, kent yoksulları kapitalizmin hem emek hem de ekolojik yeniden üretimi krizini eşzamanlı deneyimleyen toplumsal bir blok oluşturmaktadır. Bu blok yalnızca yıkımın mağduru değil; doğanın yeniden üretim koşullarıyla kendi yaşam koşullarının çakıştığı noktada, ekolojik dönüşümün maddi öznesi olarak ortaya çıkmaktadır. Ekososyalist literatürün vurguladığı üzere dönüşümün gerçek imkânı, tam da bu ekolojik sınıfın kolektif eylemliliğinde yatar. Bu eylemlilik, toplumsal ilişkilerin yeniden örgütlenmesini hedefleyen, üretim ve yeniden üretim süreçlerini piyasa mantığının dışına taşıyabilecek bir siyasal kapasite gerektirir.
Gerçek dönüşüm; mülkiyet ilişkilerinin, üretim ölçeklerinin, enerji rejimlerinin ve toplumsal ihtiyaçların tanımlanma biçiminin radikal biçimde yeniden kurulmasını gerektirir. Bu eylemlilik, yalnızca savunma pratiklerinden değil, üretim ve yeniden üretim süreçlerini kapitalist birikimin sınırlarının dışına taşıyabilecek örgütlü bir toplumsal kapasiteden beslenir. Ekolojik krizin teknik bir sorun olarak sunulması, krizi üreten sınıfsal ilişkileri görünmez kıldığı için, akademik bilgi üretimi de bu yapısal körlüğü yeniden üretme tehlikesi taşır. Bu nedenle (politik) ekoloji alanında çalışan akademisyenlerin görevi yalnızca krizin belirtilerini/etkilerini ya da yıkımı üreten maddi ilişkileri açığa çıkarmak, ekolojik yıkımın-kapitalizmle bağlantılarını göstermek değildir; dönüşümün toplumsal öznesinin nasıl oluşabileceğine dair eleştirel bir çerçeve geliştirme konusunda bu öznenin hangi tarihsel ve maddi çelişkiler içinde şekillendiğini, bu çelişkilerin “hangi mücadele biçimlerini mümkün kıldığını” ve bu mücadelelerin “hangi kurumsal engelleri aşarak siyasal bir kapasiteye dönüşebileceğini” analitik olarak ortaya koymak da bu görevin ayrılmaz bir parçasıdır.
Sonuç açıktır: doğa-toplum metabolizmasını sermaye birikiminin sınırlarından kurtarıp ortak yeniden üretim ilkeleri üzerine kuracak bir dönüşüm, ancak ekolojik bir sınıf mücadelesiyle mümkündür. Ekolojik krizin çözümü teknik müdahalelerde değil; toplumsal ilişkilerin tarihsel olarak yeniden biçimlendirilmesine dayanmaktadır. Bu nedenle ekolojik mücadele, çevresel koruma politikalarının ötesinde, yaşamın maddi koşullarını yeniden örgütleyecek bir sınıf siyasetinin kurulması anlamına gelir.
Kaynakça
Chakrabarty, D. (2009) “The Climate of History: Four Theses” Critical Inquiry, 35(2): 197–222.
Crutzen, P. J. (2002) “Geology of Mankind” Nature, 415: 23.
Erçandırlı, Y. (2023) “Antroposen’i Nasıl Anlamalıyız? Eleştirel Gerçekçilik, Diyalektik Materyalizm ve Özne Sorunsalı” Amme İdaresi Dergisi, 56(2): 35–62.
Erçandırlı, Y. (2025) “Antroposen’in Diyalektiği: Ekstraktivist Yeşil Geçiş, Jeopolitik ve Sınıf Mücadelesi” Praksis, 69: 29-52.
Foster, J. B. (2022) Capitalism in the Anthropocene: Ecological Ruin or Ecological Revolution, New York: Monthly Review Press.
Foster, J. B. ve B. Clark (2021) “The Capitalinian: The First Geological Age of the Anthropocene” Monthly Review, 73(4): 1–16.
Haraway, D. J. (2016) Staying with the Trouble: Making Kin in the Chthulucene, Durham: Duke University Press.
Malm, A. ve Hornborg, A. (2014) “The Geology of Mankind? A Critique of the Anthropocene Narrative” The Anthropocene Review, 1(1): 62–69.
Moore, J. W. (2015) Capitalism in the Web of Life: Ecology and the Accumulation of Capital, London: Verso.
Yelda Erçandırlı
Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesidir. Doktorasını 2017 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi SBE Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalında tamamlamıştır. Eleştirel teori, Marksist ekoloji, uluslararası politik ekonomi ve küresel çevre siyaseti çalışma alanlarını oluşturmaktadır.

