Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

Egemenlik mi?

Bu içeriği paylaş:

Giriş: Varsayım

Bir varsayımsal soruyla başlayayım. Birleşmiş Milletler’in gelecekteki oturumlarından birinde Türkiye Cumhuriyeti’ni başka bir cumhurbaşkanı temsil etseydi ve şu konuşmayı yapsaydı:

Birleşmiş Milletler, kuruluş amacını hatırlamalıdır: Ulusların egemenliğini korumak ve çatışmayı önlemek; sınırları aşındırmak ya da küreselci gündemler dayatmak değil. Bu kurum çoğu zaman, hizmet ettiklerini iddia ettikleri halka karşı sorumlu olmayan bürokratlar ve aktivistler tarafından ele geçirilmiştir. Bu kabul edilemez.

Gerçek barış ve refah, güçlü ve bağımsız ulusların karşılıklı saygı içinde birlikte çalışmasından doğar. Gelecek küreselcilere ait değildir. Gelecek, vatandaşlarını koruyan, komşularına saygı duyan ve her ülkeyi eşsiz kılan farklılıkları onurlandıran yurtseverlere, egemen ve bağımsız uluslara aittir.

Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı olduğum sürece, Türkiye her zaman bağımsızlığını, Anayasasını ve halkımızın kendi kendini yönetme kutsal hakkını savunacaktır. Türkiye’nin egemenliğini seçilmemiş bir bürokrasiye asla teslim etmeyeceğiz. Küresel yönetime boyun eğmeyeceğiz.

Sizce bu konuşmayı yapan cumhurbaşkanı hangi siyasi çizgiden olurdu? Sosyalist sol? Ulusal ve/ya merkez sol? Merkez sağ? Milliyetçi sağ? Muhafazakâr – siyasal İslamcı sağ? Cevabınız? Duyar gibiyim: Hepsi…

Burada teorik bir sorun var. Bazılarınız, sosyalist soldan gelen bir cumhurbaşkanı “tam böyle konuşmazdı” diyebilir. Doğru -örneğin, TKP ve/ya HKP gibi- bazı eğilimlerden geliyorsa şöyle konuşurdu:

Birleşmiş Milletler, emperyalistlerin çıkarlarını değil, halkların egemenliğini korumak için kurulmuştu. Oysa bugün görüyoruz ki, bu kurum sermayenin, büyük devletlerin ve onların hizmetindeki bürokratların oyun alanına dönüşmüştür. Bu kabul edilemez.

Gerçek barış ve gerçek refah, ancak bağımsız ulusların birbirinin hakkına, hukukuna saygı göstermesiyle mümkündür. Gelecek emperyalizme, küresel tekellere, NATO’ya veya IMF’ye ait değildir. Gelecek, kendi ülkesinin bağımsızlığına, emekçi halkının iradesine sahip çıkan yurtseverlere aittir.

Türkiye Cumhuriyeti, bağımsızlığını, Cumhuriyet devrimlerini ve halkının kendi kaderini tayin hakkını savunacaktır. Bu ülke ne emperyalist merkezlerin denetimine ne de onların güdümündeki sermaye örgütlerine boyun eğecektir.

Bizim için egemenlik, yalnızca devletin bağımsızlığı değil; işçinin, köylünün, emekçinin bağımsızlığıdır. Türkiye halkı kendi geleceğini kendi elleriyle kuracak ne Brüksel’den ne Washington’dan ne de sermaye patronlarından emir alacaktır.

Bence bu konuşmanın da yukarıdakine benzerliği aşikardır, kabul ediyorum içerikler biraz farklı fakat kuramsal temeli ve sunuş biçimi aynıdır.

Teorik sorun

İşin gerçeği şu. Bu konuşmayı, tıpkısının aynısını Donald Trump, Birleşmiş Milletler kürsüsünde yaptı: “…Gelecek, vatandaşlarını koruyan, komşularına saygı duyan ve her ülkeyi eşsiz kılan farklılıkları onurlandıran yurtseverlere, egemen ve bağımsız uluslara aittir. Ben Amerika Birleşik Devletleri Başkanı olduğum sürece, Amerika her zaman bağımsızlığını, Anayasasını ve halkımızın kendi kendini yönetme kutsal hakkını savunacaktır. Amerika’nın egemenliğini seçilmemiş bir bürokrasiye asla teslim etmeyeceğiz. Küresel yönetime boyun eğmeyeceğiz.” Elbette, aynı sözcükler, Trump’ın ağzından çıkınca içerik farklılaşıyor. Aynı konuşma, ABD adına dile getirildiğinde “hegemonya söylemi”; Türkiye adına dile getirildiğinde “ulusal bağımsızlık söylemi” ortaya çıkıyor. İçerikler karşıt olsa da söylemsel biçim aynıdır. Söylem, aynı retorik kalıpları paylaşmaktadır.

Polemik heveslileri “başım üstüne” ama baştan uyarayım. Bu yazıda, “egemenlik” kavramının etrafında üretilen söylem birliğini mümkün kılan sorunu göstermeyi amaçlıyorum: Nasıl oluyor da emperyalist bir merkezin sağ-popülist lideriyle bağımlı kapitalizmin ulusal solcusu, aynı konuşmayı yapabiliyor görünmektedir? Söylem birliğini yaratan şey nedir? Bu teorik bir sorundur.

Amacım, herhangi bir politik aktörü polemik malzemesi yapmak değil; kategorinin kendisini, yani egemenlik dogmasını teşhir etmektir. Çünkü eğer “egemenlik” sözcüğünü, tarihsel ve sınıfsal bağlamından kopuk, nötr ve doğal bir üst ilke gibi kullanırsak, emperyalist merkezde “hegemonya söylemi” ile bağımlı çevrede “ulusal bağımsızlık söylemi”nin biçimsel özdeşliğini fark edemeyiz. Tarihsel maddeci bir siyaset bilimi/genel kamu hukuku, tam da bu örtüşmeyi görünür kılmadan ilerleyemez ve kapitalist devleti de gerçek içeriğiyle çözümleyemez.

Teorik soruna cevap: Egemenlik dogması

Neden emperyalist bir merkezde sağ-popülist bir lider ile bağımlı kapitalizmlerde ulusal sol bir lider aynı konuşmayı yapıyor gibi görünüyor? Cevabım basit: Emperyalist merkezlerde “sağ-popülist” bir dilin ve bağımlı kapitalizmlerde “ulusal sol” bir dilin aynı cümleleri kurabilmesinin nedeni, ilkesel bir yakınlık değil; aynı egemenlik dogmasının —ki bu aynı zamanda akademide ana akım olan siyaset bilimi ve genel kamu hukuku demektir— farklı bağlamlarda yeniden konuşmasıdır.

Üç temel nedeni de şu: 1.Egemenlik dogması devlet iktidarını doğal, kaçınılmaz gösterir. 2.Ulus-devlet, kapitalizmin zorunlu siyasal biçimidir; egemenlik dogması bu zorunluluğu meşrulaştırır. 3.Eşitsiz ve bileşik gelişim, anti-emperyalizmleri kısa sürede metabolik soğurmaya uğratır. Bu üçü birlikte söylem homolojisini üretir.

Egemenlik dogmasının eleştirisinin zorunluluğu

Bu sorun oldukça günceldir.  Çünkü güncel siyasette, kriz anlarında “ulusal egemenlik” tüm ulus-devletlerde bir çare dili olarak geri dönüyor: Göç, enerji, savaş, güvenlik, uluslararası hukuk, hepsi “egemenlik” anahtar sözcüğüne bağlanıyor. Oysa “çare dili”nin iç mantığı, bizi kavramın tarihini ve sınıfsal içeriğini unutmaya zorlar. Tartışma, kısa devre yapar: Ulusal onur / küresel vesayet karşıtlığı.

Tarihsel maddecilik, bu kısa devreyi reddetmek, kavramı tarihine iade etmek zorundadır. Çünkü, ortada olan şey, egemenlik/ulusal onur vb. değildir. Tam aksine, ulus-devletler hiyerarşisi içinde sermaye birikimine hizmet eden ve bundan beslenen kamusal ajanlar —sivil/askeri bürokratlar, siyasal elitler— topluluğu kendini bu kutsallaştırılmış ideolojik örtü altına saklamaktadır. Bu kamusal ajanlar topluluğu —“bölünmez”, “mutlak”, “devredilmez” gibi niteliklerle donatılarak kutsallaştırılmış egemenlik dogması aracılığıyla—  sanki toplumsal ilişkilerin üstünde nötr birer özneymiş gibi görünür. Halbuki bu kamusal ajanlar, egemenlik söylemi içinde kapitalist devletin —baskı, entegrasyon, üretimin genel koşularını sağlama— temel işlevlerini ifa ederler.

Kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişiminin yarattığı, ulusal kurtuluş savaşları, anti-emperyalist direnişler vb., tarihsel olarak ilerici anlar, çoğu kez kapitalist sistemin metabolizması tarafından soğurulurken ulusal bağımsızlık programlarının, ideolojik olarak egemenlik dogmasına yaslanmasına dayanmış, eninde sonunda kapitalist devlet biçiminin yeniden üretimine hizmet eden —en son Nepal örneğinde görüldüğü üzere, gerillaların kapitalist devlet bürokratlarına dönüşmeleri gibi— tarihsel sonuçlar ortaya çıkmıştır.

Marksist bir siyaset bilimi ve/ya genel kamu hukuku, egemenlik dogmasını reddetmeden ilerleyemez. Görev, “egemenlik” kavramını tarihsel ve sınıfsal bağlamına iade etmek, onun kapitalist üretim tarzının siyasal biçimiyle ilişkisini açığa çıkarmaktır. Sahici bir sosyalizm programı da halklara “egemenlik” adı altında sunulan dogmayı teşhir etme görevini ifa etmeden inşa edilemez.

Kapitalizm ve ulus-devlet

Birincisi, kapitalist üretim tarzı ulus-devlet olmaksızın işleyemez. Emek piyasalarının düzenlenmesi, artı-değerin korunması, sermaye dolaşımının güvenceye alınması, iç ve dış zorun tekelleşmesi vb.—bunların her biri ulus-devletin kurumsal mimarisini gerektirir. Bu yüzden ulus-devlet, kapitalizmin tarihsel bir kazası değil yapısal zorunluluğudur. Egemenlik dogması, ulus-devletin kapitalist işlevlerini meşrulaştırır. Dolayısıyla ister emperyal merkezde ister bağımlı çevrede olsun, egemenlik dogması kapitalist üretim tarzının sürekliliğini sağlar.

İkincisi, kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişimi, farklı coğrafyalarda yükselen anti-emperyalizmleri tarihsel olarak ilerici anlarda bile hızla sisteme eklemleyebilir. Bu yüzden “ulusal bağımsızlık programları”, eğer egemenlik dogmasını sorgulamadan konuşuyorsa, çoğu kez niyetlerinin tersine, kapitalist devletin yeniden üretimine hizmet eden bir metabolik soğurma sürecinin parçası hâline gelir. Türkiye’deki ulusal sol söylem de tam burada, tarihsel olarak ilerici bir damarı temsil ederken kapitalist dünya sisteminin zorunlu siyasal biçimine, yani ulus-devlete bağlanıyor.

Üçüncüsü, çevre kapitalizmlerinde —örneğin Türkiye’de, bana göre Prusya tipi geçişle, başka yazarlara göre tepedenci devrimlerle— emperyalizmden bağımsızlaşan ulus-devletler kurulurken, organik devletçilik olarak bilinen —genellikle yanlış şekilde türdeş bir korporatizmin sol ve sağ versiyonları olduğu sanılan ya da savunulan— siyasal düşüncelerin ana kaynağı da egemenlik dogmasıdır.

Bu üç savı göz önüne aldığımızda, “egemenlik” etrafında kurulan söylemde neden bir homoloji gördüğümüz anlaşılır: Emperyal merkezde sağ-popülist bir liderin “küresel yönetime boyun eğmeyeceğiz” cümlesiyle, bağımlı kapitalizm koşullarında bir ulusal solcunun “ülkemizin egemenliğini hiçbir emperyal odağa teslim etmeyeceğiz” cümlesi, aynı biçimsel mantık içinde çalışır. Her iki durumda da “devletin sürekliliği” kutsanır; sınıfsal ilişkiler, devlet biçiminin ideolojik perdesi olan “egemenlik”le görünmez kılınır. Söylem birliğinin kaynağı, kişisel tercihler değil; egemenlik dogmasının devlet biçimindeki ideolojik işlevidir. Dogma hem emperyal merkezde hegemonya hem de bağımlı çevrede bağımsızlık retoriği üretir.

Egemenlik dogması değil kamu hizmeti

Marksizm içinde gelişen kapitalist devlet kuramları, bu temel sorunu genellikle görmezden gelmiş, çoğu zaman egemenlik dogmasını sorgulamak yerine bu sayede kapitalist devletin gördüğü işlevlerin ayrıntılarıyla ilgilenmekle yetinmiştir. Bu, klasik bir köstebeğin gözü hikayesidir: Biçimi büyüteçle büyütür ama işlevi unutur. Bu yüzden kapitalist devlet kuramları da —sermaye çevrimleri ile siyasal üstyapının ilişkilerini açıklamak yönünden çok önemli ampirik katkılar sunsalar da— genellikle ana akım genel kamu hukukundaki egemenlik kuramları gibi, devletin doğallaştırılmasından başka bir yere varamamış, Jessop örneğinde görüleceği üzere devletin tarihsel-sınıfsal işlevini doğal bir forma tercüme etmiştir.[1]

Bu incelemelerde egemenlik dogmasının (soyut somutlamasının) yerini kamu hizmeti kavramı (soyut somutlaması) almadıkça mevcut halleriyle kapitalist devlet kuramlarının bu açmazdan kurtulması mümkün görünmemektedir. Kamu hizmeti somuttur; denetlenebilir, hak temelli ölçülebilir standartlar, bütçe ve şeffaflık, yargısal güvenceler üzerinden devletin işleyişini tanımlar. Böylece “ulus adına” soyut bir irade değil, kamu yararı adına ölçülebilir yükümlülükler konuşur. Egemenlik dogmasının ideolojik örtüsü kalkar; kamu hizmeti yükümlüleri topluluğu olarak devlet, hizmet ve hak ekseninde yeniden kurulur.[2]

Sonuç: Egemenliğin ötesi

Trump’ın BM kürsüsünde yaptığı konuşma ile Türkiye’deki ulusal solun söylemleri arasındaki biçimsel benzerlik, yüzeysel bir rastlantı değildir. Bu benzerlik, kapitalist devletin zorunlu siyasal biçimi olan ulus-devletin ideolojik kılıfı —egemenlik dogması— sayesinde açığa çıkmaktadır.

Bu dogma, farklı bağlamlarda farklı içerikler yüklenir: Emperyal merkezde hegemonya söylemi, bağımlı çevrede ulusal bağımsızlık söylemi, ulusal sol dillerde anti-emperyalist bir ton… Ama biçim ve işlev hep aynıdır: Egemenlik kutsanır, devletin sürekliliği doğallaştırılır, sınıfsal ilişkiler görünmez kılınır. Sorun kişilerin niyetinde değil, kullandıkları kavramın ideolojik işlevindedir. Ulus-devletin zorunlu biçimi içinde kalarak kapitalizmi eleştirip aşmak mümkün değildir. Çözüm “daha çok egemenlik” değil; egemenlik dogmasından kamu hizmeti ve sınıfsal iktidar analitiği lehine kurtulmaktır.

Tarihsel özgürleşmenin toplumsal olarak somutlaşması anlamına gelecek anti-kapitalist, anayasal demokrasi olarak sosyalizm programı oluşturmak kamu hizmeti lehine egemenlik dogmasının ötesine geçmekle mümkün olabilir.

Görsel: Dalle-3 adlı yapay zeka tarafından oluşturulmuştur.

[1] Jessop’un stratejik-ilişkisel devlet kuramı, devletin sabit bir özne değil, toplumsal güç ilişkilerinin bir sonucu olduğunu savunarak geleneksel devlet anlayışına eleştirel bir katkı sunar. Ancak bu yaklaşım, egemenlik kavramını söylemsel düzeyde görünmez kılmak suretiyle, onun ideolojik işlevini dolaylı biçimde yeniden üretir. Jessop’un kuramında egemenlik çoğu zaman anayasal bir arka plan olarak varsayılır ve egemenlik hakkında susulur; bu sessizlik, egemenliğin doğal ve sorgulanamaz bir çerçeve olarak kabul edilmesine neden olur. Dahası, devletin “kapasite sınırları” ve “stratejik seçiciliği” gibi kavramlar, egemenliği teknik bir yönetişim meselesine indirger. Bu indirgeme, egemenlik söyleminin neoliberal yeniden üretimindeki rolünü göz ardı ederken, devletin sınıfsal karakterini de yönetişim mantığı içinde eritir. Dolayısıyla Jessop’un kuramı, eleştirel bir niyet taşısa da egemenlik dogmasının ideolojik sürekliliğine katkı sunmaktan kaçınamaz.

[2] Bu yazının konusu özgül olarak bu olmadığından tarihsel maddeci siyasal üstyapı analizlerinde “kamu hizmeti” kavramının teorik öneminin anlaşılabilmesi için şu üç kitabıma atıf yapmakla yetiniyorum: Devlete Karşı Kamu Hukuku, Kapitalist Devlet, Anayasal Tasarımın Demokratik Teorisine Giriş.

Mustafa Bayram Mısır

Hukukçu ve siyaset bilimci.  Praksis Dergisi Yayın Kurulu Üyesi. Yayınlanmış kitapları arasında, Anayasal Tasarımın Demokratik Teorisine Giriş; Devlete Karşı Kamu Hukuku; Kapitalist Devlet; Modernizm, Postmodernizm ve Sol(Ecehan Balta ile); Tarihsel Seyri İçinde ÖDP: Solun Yakın Kısa Tarihi Üzerine; Demokrasiye Eleştirel Bakışlar; Demode Denemeler bulunuyor. Devlete Karşı Kamu Hukuku, Türkiye Barolar Birliği'nin "Halit Çelenk Akademik Araştırmaları Destek Ödülü"ne layık görülmüştür. Çalışmalarına, Ankara Barosu'na kayıtlı avukat olarak devam ediyor.