“Türk devlet geleneği” kavramı, günümüzde özellikle muhafazakâr-sağ düşün dünyasında, kök ve istikrar fikrinin taşıyıcısı olarak merkezi bir ideolojik dayanak haline gelmiştir. Bu gelenek, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi düşünürlerin etkisiyle, çoğu zaman Batı merkezli Aydınlanma ideolojisi ve pozitivist modernleşme anlayışı çerçevesinde ele alınmış, böylece taşıdığı aşkınlaştırıcı (metafizik) yönler geri planda kalmıştır. “Türk devlet geleneği” kavramının kökenleri, yalnızca Cumhuriyet ideolojisinin inşasında değil, Osmanlı klasik döneminde merkezî bürokrasinin teşkili ve Tanzimat reformlarıyla birlikte şekillenen modernleşme tahayyüllerinde de aranmalıdır. II. Mahmud’un ıslahatları, Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı ve nihayetinde II. Meşrutiyet gibi kritik eşikler, bu geleneğin hem yeniden tanımlandığı hem de ideolojik olarak güçlendirildiği tarihsel anlardır. Bu nedenle, söz konusu kavram, yalnızca muhafazakâr bir söylem değil; devletin sürekliliğini ideolojik olarak meşrulaştıran çok katmanlı bir ideolojik inşa sürecinin ürünüdür. Günümüzde, toplumsal sınıf ilişkilerini dışlayan ve devleti tarih-dışı bir özne olarak konumlandıran yaygın anlayışın içinde, “devlet aklı” muhafazakâr-sağ düşünce için yeniden kutsal bir dayanak haline gelmiştir.
Kavramın etkisi yalnızca muhafazakâr düşünceyle sınırlı kalmaz; ilerlemeci ve sol düşünce geleneklerinde de farklı versiyonlarıyla karşımıza çıkar. Aydınlanmacı modernleşmeyi ilerlemenin zorunlu güzergâhı olarak gören ve devleti bu sürecin asli öznesi sayan anlayışlar, çoğu zaman toplumsal sınıf ilişkilerini dışsallaştırır ya da ikincil bir meseleye indirger. Böylece, devletin tarih-dışı ve aşkın bir özne olarak yüceltilmesi hem sağ hem de sol düşünce içinde bir tür ortak zemin hâline gelir. Bu ortak zemin, halkın siyasal ve toplumsal varoluşunu bürokratik akıl karşısında edilgenleştiren bir tarih anlatısını da yeniden üretir.
Bu yazıda, ilerlemeci-sol düşünce geleneği içinde yer alan ve Türk modernleşmesine dair özgün ancak birbiriyle çelişen perspektifler geliştiren üç önemli düşünce temsilcisini kısaca ele alacağım: Niyazi Berkes, Doğan Avcıoğlu ve İdris Küçükömer. Bu üç kuramcı, Türkiye’nin modernleşme sürecine dair özgün perspektifler üretmiş olsalar da yöntemsel yaklaşımları ve kavramsal çerçeveleri bakımından derin ayrışmalar gösterirler; devlete, halka, sınıfa ve modernliğe dair yaklaşımları belirgin şekilde farklıdır.
Üzerlerine onlarca çalışma yapılmış bu düşünürleri bu kısa yazının sınırları içine hapsetmek zordur, yine de en azından eleştirel bir hatırlamaya hizmet edeceğini umuyorum. Zira, bu yazı bu düşünürlere ilişkin bir monografi değildir; bu yazının temel iddiası, söz konusu düşünürlerin Türkiye’nin gelişme sürecine dair değerlendirmelerinin, onların tarihsel maddecilik karşısındaki konumlarıyla doğrudan bağlantılı olduğudur. Metodolojik olarak üstyapıya odaklanan Berkes ve dışsal belirlenimlere aşırı yaslanan Avcıoğlu’nun aksine, Küçükömer’in içsel toplumsal çelişkiler üzerine kurulu yaklaşımı, Türkiye’deki tarihsel mücadelelerin daha derinlikli bir çözümlemesini mümkün kılar. Bu bağlamda, özellikle “Türk devlet geleneği” miti ve bürokrasinin rolü gibi konular, yalnızca ideolojik değil, sınıfsal bir analizle de ele alınmalıdır.
I. Niyazi Berkes: Aydınlanmacı modernleşmenin sözcüsü
Niyazi Berkes’in düşünsel mirası, Türkiye’de modernleşmenin tarihsel sürekliliğini devlet aklı üzerinden kuran pozitivist-Aydınlanmacı bir yaklaşımı temsil eder. “Türkiye’de Çağdaşlaşma” adlı yapıtında dile getirdiği gibi, modernleşme süreci, dinin kamusal alandan dışlanması ve akılcı düşüncenin devlet eliyle topluma aktarılması yoluyla gerçekleşir. Bu anlayış, Berkes’in pozitivist epistemolojisini yansıttığı kadar, toplumsal dönüşümün öznesi olarak devleti konumlandırmasının da temelidir. Ancak bu modelde toplumsal dönüşümün maddi temelleri büyük ölçüde göz ardı edilir. Berkes, modernleşmeyi bir tür “sarkaç hareketi” olarak betimler; iki adım ileri, bir adım geri. Bu metafor, sürecin süreksizliklerini açıklamaya yarasa da süreci yönlendiren sınıfsal ilişkileri dışlayarak anlatıyı metafizik bir düzleme taşır.
Berkes’in tarih anlatısı, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan bir “ilerleme çizgisi”ne dayanır. Bu anlatı, üstyapısal kurum ve ideolojiler etrafında şekillenir. Halk, modernleşmenin öznesi değil; devlet elitinin rehberliğine muhtaç edilgen bir kütle olarak konumlandırılır. Böylece modernleşme, sınıfsal mücadelelerden çok bürokratik aklın birikimiyle açıklanır. Berkes, bu yönüyle Prusya tipi bir modernleşmenin (*) teorisyeni konumuna yaklaşır; halkın değil, devletin taşıdığı bir ‘ilerleme’.
Belirtmek gerekir ki, Berkes’in özellikle “Türkiye’de Çağdaşlaşma” adlı yapıtında yer yer halkçı eğilimler taşıdığı ve toplumsal yapının dönüşümüne ilişkin yapısal gözlemler sunduğu da göz ardı edilmemelidir: Berkes için laiklik yalnızca bir devlet politikası değil, aynı zamanda bireysel özgürleşmenin ve toplumsal aklileşmenin önkoşuludur. Bu yönüyle onun düşüncesinde, pozitivist modernleşmeci çizginin yanında, özgürlükçü bir kamusal alan arayışı da yer alır. Fakat bu ikinci yön, çoğu zaman devletin yönlendirici rolüne koşullu kaldığı için yeterince özerk bir halk iradesi tasavvuruna evrilememiştir. Ancak bu gözlemler, onun genel modernleşme modelinde çoğunlukla devletin önceliği ve merkeziliği ile gölgede kalır.
Özetle, Berkes’in düşüncesi, modernleşmenin tarihsel zorunluluk olarak devlet eliyle gerçekleştirildiği bir modelin ideolojik meşruiyetini üretir. Berkes’in modeli, bürokratik aklı ilerlemenin motoru olarak yüceltir; halk ise edilgen bir konumda kalır. Bu yönüyle Berkes, ilerlemeci-sol düşüncenin içindeki en güçlü devletçi damarların temsilcisi olarak okunabilir.
Buna rağmen, Türkiye’de gelişen liberal ve sol-liberal düşünce çevrelerinin sıklıkla Berkes’i bir referans kaynağı olarak benimsemesi, dikkat çekici bir ideolojik sürekliliğe işaret eder. Bu sahipleniş, söz konusu çevrelerin de resmi ideolojiyle kurdukları mesafesiz ilişkiyi açığa çıkarır. Modernleşme ile özgürleşmeyi eşitleyen bu çevreler, Berkes’in pozitivist ve devlet merkezli ancak tarihsel gelişmeye dayalı laiklik anlayışını, genel olarak “sekülerleşme” bağlamına oturtarak sahiplenmiştir. Toplumsal özgürleşmeyi devletin –“demokratik”- dönüşümüne endeksleyen bu yaklaşım, halkı özneleştirmektense, onu “aydınlatılması gereken” bir nesne olarak yeniden üretir. Böylece Berkes, yalnızca Kemalist reformizmin değil aynı zamanda günümüzün liberal modernleşmeci tahayyüllerinin de ortak kurucu metni haline gelir.
II. Doğan Avcıoğlu: Zinde güçlerin misyoneri
Doğan Avcıoğlu’nun düşünsel çabası, Türkiye’nin bağımsız kalkınmasını planlı ekonomi ve güçlü devlet yapısı ekseninde kurgulayan sol-ulusalcı bir çizgiye yaslanır. Özellikle Yön ve Devrim dergilerinde ete kemiğe bürünen bu yaklaşım, kapitalizmin emperyalist evresini analiz etme iddiasıyla yola çıksa da bu tür bir analizin izin vermeyeceği bir sonuca ulaşır; çözüm olarak genellikle halktan çok aydınlara, teknokratlara ve orduya yüklenen bir devrimci öncülük rolünü savunur. Bu yönüyle, sınıf temelli bir halk hareketinden ziyade, yukarıdan aşağıya doğru işlemesi öngörülen bir dönüşüm projesi öne çıkar. Avcıoğlu, Yön ve Devrim dergilerindeki yazılarında, Türkiye’nin emperyalist bir kuşatma altında olduğunu ve bu durumdan ancak devletin devrimci kadrolar aracılığıyla dönüşmesiyle çıkılabileceğini savunur. Avcıoğlu’nun çözümlemesi, içsel toplumsal çelişkilerden çok, dışsal baskı ve tehditlere odaklanır. Bu durum, tarihsel sürecin iç dinamiklerini edilgen hâle getirir ve neredeyse tüm gelişmeler emperyalizmin manipülasyonlarıyla açıklanır.
Avcıoğlu’nun düşüncesi, Türkiye’nin Batı tipi burjuva devrimini yaşamadığı varsayımı üzerine kuruludur. Ona göre, Osmanlı’dan devralınan devlet yapısı, ulusal burjuvazinin eksikliğini telafi edecek güçlü bir kamu otoritesine ihtiyaç duymaktadır. Avcıoğlu, halkı doğrudan siyasal özne olarak tahayyül etmese de onun devrim sürecine katılımını ordu, bürokrasi ve aydınlar aracılığıyla dolaylı olarak mümkün kılacak bir modernleşme rotası çizer; bu, halkın özneleşmesini planlayan ancak onu yönlendirilmesi gereken bir kitle olarak gören paternalist bir anlayışı yansıtır. Bu nedenle devrim, “halka rağmen halk için” yapılacak bir tür siyasal müdahale olarak tahayyül edilir. Askeri ve sivil bürokrasinin öncülüğünde gerçekleşmesi tasarlanan bu dönüşüm, halkı bir özne olarak değil, dönüştürülmesi gereken bir nesne olarak konumlandırır.
Avcıoğlu, anti-emperyalist söylemi güçlü bir şekilde sahiplenirken, çoğu zaman emperyalizm karşıtlığını iç dinamiklerin sınıfsal çelişkileriyle eklemlemekte yetersiz kalır. Örneğin toprak reformu, köylülük ya da işçi sınıfının örgütlenmesi gibi meseleler, genellikle devlete bağlı kalkınma politikalarının alt başlığı olarak ele alınır. Bu durum, onun düşüncesinde bir tür “devletçilikten sosyalizme geçiş” tasarımının egemen olduğunu gösterir; oysa bu geçişin toplumsal aktörleri silik, devleti ise belirgin ve güçlüdür.
Avcıoğlu’nun kurduğu modelde halk yine edilgendir. Dönüşüm, halkın değil, “ilerici” olarak nitelendirilen askerî ve sivil bürokrasinin öncülüğünde gerçekleşecektir. Bu yaklaşım, halkı dönüştürülmesi gereken bir nesne olarak konumlandırırken, devletin kendisini solun asli öznesi olarak kurgular. Böylece modernleşme, bir kez daha devletçi ve merkezî bir mantık içinde tahayyül edilir.
Bilimsellik iddiası taşısa da Avcıoğlu’nun çözümlemeleri çoğu zaman dönemin kaba emperyalizm kuramına yaslanır ve iç çelişkilerle yeterince hesaplaşmaz. Örneğin Osmanlı’da burjuvazinin oluşmadığını iddia etmek ya da anayasal gelişmeleri küçümsemek, tarihsel gerçekliklerle uyuşmaz. Bu anlamda, onun geliştirdiği model hem indirgemeci hem de mekaniktir; Türkiye’nin iç tarihsel çeşitliliğini kavrayacak bir esnekliğe sahip değildir.
Avcıoğlu’nun bazı metinlerinde halkın bilinçlendirilmesi, örgütlenmesi ve üretim sürecine katılması gerektiği vurgusu yer almaktadır. Ancak bu vurgular genellikle teorik düzeyde kalır ve pratik önerilerde yeniden devletçi çerçeveye çekilir. Bu nedenle, halkın potansiyel özneleşmesini kabul etse bile, onun devrimci süreçteki işlevi sınırlı ve yönlendirilmiş bir pozisyonda kalır.
Avcıoğlu’nun çizgisi, devrimci söylemine rağmen, halkın doğrudan siyasal katılımını değil, “ilerici” elitin toplum mühendisliğini öne çıkarır. Bu haliyle o, Berkes’in pozitivist-modernleştirici yaklaşımını günümüzün sol-ulusalcı yaklaşımlarına zemin oluşturan bir içerikle yeniden üretir. Berkes’te olduğu gibi, halkın tarihsel fail olarak görünmediği bu modelde, devrim de bir toplumsal isyan ya da altüst oluş değil, planlanabilir ve yönetilebilir bir devlet politikasıdır.
III. İdris Küçükömer: Halkın “kafası karışık” sesi
İdris Küçükömer’in düşünsel müdahalesi, esas olarak yöntemseldir. Türkiye’deki yerleşik sol-sağ ayrımını kökten sorgulaması, kimi muhafazakar-sağ aydınların hoşuna giden “sol sağdır, sağ soldur” önermesi gibi “şaşırtmacı aydın” çıkışları, bu yöntemsel müdahalenin soldaki yankısını sınırlı kılmışsa da yaptığı siyasal etiketlerin dayandığı toplumsal yapıları tartışmaya açmaktır. Küçükömer’e göre Türkiye’de sol olarak adlandırılan yapı, gerçekte devlet merkezci ve halktan kopuktur. Gerçek sol, halkın kendi tarihsel özgüllüğünden doğan bir siyaset anlayışıyla mümkündür.
Küçükömer’in asıl katkısı, gelişmeyi yalnızca dışsal dinamiklerle değil, içsel çelişkilerle açıklama ısrarında yatar. Osmanlı’da neden kapitalist üretim ilişkilerinin gelişemediği, neden sanayi devriminin gerçekleşmediği gibi sorularla tarihsel maddeciliğe yakın bir perspektif kurar. Onun metodolojisi, Anadolu’daki sınıf mücadelelerini, Alevilik ve Bektaşilik gibi bastırılmış kültürel biçimlerin sınıfsal bağlamlarını açığa çıkarma kapasitesine sahiptir. Örneğin, modernleşmeci solun kabulünün aksine, 1826’daki Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasını bir “ilerleme” olarak değil, ezilen sınıfların kültürel-politik temsil biçimlerinin tasfiyesi olarak değerlendirmek bu metodoloji ile olanaklı hale gelir. Ona göre gerçek sol, ancak bu bastırılmış olanı tanıyarak ve onu siyasetin öznesi kılarak kurulabilir.
Küçükömer’in bazı kuramsal önerileri tartışmalı olsa da (örneğin sağın ilerici, solun statükocu olduğu fikri), onun yöntemsel müdahalesi Türkiye’nin gelişme dinamiklerini anlamada önemli bir eşiktir. Batı’yla karşılaştırmacı gelişme modellerini reddederek, “Türkiye Batı olamazdı” önermesiyle gelişme fikrini iç dinamikler üzerinden yeniden kurar.
Bunu yaparken, Berkes’in ve Avcıoğlu’nun temsil ettiği aydınlanmacı ve devletçi sol anlayışla doğrudan bir hesaplaşma içine girer. Aydın-bürokrat sınıfın kendisini halkın yerine ikame etmesini “jakoben” bir refleks olarak tanımlar ve bunun yerine çoğulcu, adem-i merkeziyetçi ve yerel direnişlere dayanan bir siyaseti savunur. Bu tavır, onun için yalnızca bir ideolojik tercih değil, aynı zamanda Türkiye’nin tarihsel-toplumsal yapısına daha uygun bir sol tahayyülün zorunlu sonucu olarak belirir.
Buna karşın, Küçükömer’in analizleri zaman zaman kavramsal belirsizlikler ve çelişkiler taşır. Sınıfsal çözümleme ile kültürel kimlikler arasında kurduğu ilişki çoğu zaman net değildir; Anadolu halkı, bazen mistik bir bütünlük, bazen politik bir özne olarak kurgulanır. Bu durum, onun kurduğu “gerçek sol” fikrinin teorik açıklığını gölgeler.
Küçükömer’in en önemli katkısı yöntemseldir, devlet-toplum ilişkisine dair sınıf mücadelesini dışlayan düşünsel ezberi bozar. Devleti, ilerleme ve özgürleşmenin taşıyıcısı olarak görmez, hâkim sınıflarla ilişkisi çerçevesinde halkın karşısında konumlanan bir aygıt olarak tanımlar. Bu yaklaşımıyla yalnızca Türkiye soluna değil, ilerlemeci modernleşme söyleminin tüm versiyonlarına eleştirel bir ayna tutar.
IV. Karşılaştırmalı değerlendirme
Bu yazıda ele alınan üç düşünürün —Berkes, Avcıoğlu ve Küçükömer— “Türk devlet geleneği” mitiyle kurduğu ilişkiler, onların devlet-toplum ayrımını kavrayışlarını anlamada belirleyici niteliktedir. Berkes, bu geleneği modernleşmenin taşıyıcısı olarak yorumlayarak devleti ilerici bir özneye dönüştürür. Avcıoğlu ise bu geleneği anti-emperyalist kalkınmacı bir devrimci devlet modeli inşa etmek için seferber eder; geleneği geçmişten geleceğe devredilen bir kurtuluş aracı olarak görür. Küçükömer ise aksine, bu geleneği bir tahakküm yapısı olarak ele alır ve onu halkın özneleşmesinin önündeki en temel engel olarak tanımlar. Bu farklılıklar, yalnızca teorik değil, aynı zamanda siyasal tahayyül açısından da köklü ayrımlar üretir.
Bu yazıda ele alınan üç kuramcı, modernleşme sürecine dair farklı düşünsel güzergâhları kurarken farklı yöntemlere dayanmıştır: Berkes, tarihsel ilerlemeyi üstyapısal dönüşümler üzerinden açıklayan bir Aydınlanmacılıkla hareket ederken; Avcıoğlu, devleti devrimci kalkınmanın motoru olarak görerek, emperyalizm karşısında yukarıdan devrimi savunur. Küçükömer ise, toplumsal yapıların maddi temelleriyle ilgilenerek, resmi modernleşme anlatısını altüst eden bir yöntembilimle hareket eder.
-Devlet ve toplum: Tarihsel özne kimdir?
Berkes ve Avcıoğlu için devlet, modernleşmenin ve ilerlemenin asli öznesidir. Berkes, devleti Aydınlanmacı aklın taşıyıcısı olarak kurgularken, toplumu bu aklın nesnesi hâline getirir. Avcıoğlu ise, devleti devrimci bir kalkınma aygıtı olarak konumlandırır ve onu dış tehditler karşısında halkı koruyacak “zinde güçlerin” yürütücüsü olarak yüceltir. Her iki düşünürde de halk, edilgen ve dönüşmesi gereken bir kütledir; siyasal özneleşme kapasitesinden yoksundur.
Küçükömer ise bu yaklaşımı temelden sorgular. Ona göre devlet, halkın karşısında konumlanan ve sınıf mücadeleleri içinde şekillenen bir tahakküm aygıtıdır; toplumsal dönüşümün önündeki en büyük engellerden biridir. Dolayısıyla, gelişme süreci devletin eliyle değil, halkın kendi tarihsel özgüllüğünden çıkan mücadeleler aracılığıyla yürütülmelidir. Küçükömer’in devleti çözümün değil, sorunun parçası olarak tanımlaması, onu diğer iki kuramcıdan köklü şekilde ayırır. (**)
-Aydınlanma ile kurulan ilişki: Pozitivizm mi eleştirel rasyonalizm mi?
Berkes’in Aydınlanma anlayışı, pozitivist bir çerçevede şekillenir. Akıl, bilim ve sekülerlik ilkeleri, toplumu dönüştürmenin evrensel yasaları olarak ele alınır. Ancak bu Aydınlanmacı akıl, çoğu zaman eleştirel değil, normatif ve devletçi bir forma bürünür. Avcıoğlu da benzer bir şekilde, Aydınlanmacı rasyonalizmi “planlı kalkınma” stratejisine entegre eder, onu teknokratik ve merkeziyetçi bir aygıt haline getirir.
Küçükömer ise Aydınlanma ile mesafeli bir ilişki kurar. Onun yaklaşımı, Batı merkezli aklın evrenselliğini sorgulayan, yerel bilgi biçimlerini ve halkın tarihsel hafızasını önemseyen bir çizgide ilerler. Küçükömer’in rasyonalitesi, eleştirel ve tarihsel bağlamla iç içe geçmiş bir sorgulayıcılıktır; pozitivizmin normatif yasacılığına karşı, çelişki ve çatışmaların içinden doğan eleştirel bir rasyonaliteyi öne çıkarır.
-Halk, sınıf ve toplumsal dönüşüm kavrayışı
Berkes ve Avcıoğlu’nda halk, siyasal bir özne olmaktan çok, dönüştürülmesi gereken bir nesnedir. Sınıf çelişkileri arka planda tutulur; devletin dönüştürücü gücü ön plandadır. Berkes, halkı devletin rehberliğine muhtaç, eğitilmesi gereken bir kitle olarak konumlandırır. Avcıoğlu ise halk adına konuşan ve halk için karar alan bir aydınlar zümresi tahayyül eder.
Küçükömer’in halk anlayışı, tarihsel ve sınıfsal bir perspektifle şekillenir. Örneğin, taşradaki halk hareketlerini, Alevilik ve Bektaşiliği modernleşmeci merkezin dışında gelişmiş tarihsel-siyasal yapılar olarak değerlendirir. Ona göre Türkiye’deki gerçek toplumsal çelişkiler, iktisadi temel kadar devletin dışladığı halk kesimlerinin tarihsel mücadelelerinde de saklıdır. Sınıf, salt ekonomik bir kategori olarak değil; kültürel, siyasal ve tarihsel oluşumu ile bir bütünlük içinde kavranmalıdır.
V. Sonuç: “Devlet aklı” ile “halkın hafızası” arasında
Bu yazıda, “Türk devlet geleneği” miti etrafında şekillenen ilerlemeci-sol anlayışı, kendi içindeki süreklilik ve kopuşlarıyla birlikte değerlendirmeye çalıştım. Berkes ve Avcıoğlu, bu mitin farklı versiyonlarını yeniden üretirken, Küçükömer bu miti çözümleme nesnesi hâline getirerek ideolojik perdenin arkasına bakma cesareti göstermiştir.
Berkes, Avcıoğlu ve Küçükömer’in düşünsel mirasları, yalnızca belirli tarihsel dönemlere ait değerlendirmeler olarak değil, Türkiye’de sol düşüncenin yönelimlerini, açmazlarını ve potansiyellerini tartışmak açısından da kritik önemdedir. Bu üç düşünürün ortak noktası, modernleşme sürecini merkezine almaları; ayrıldıkları nokta ise bu sürecin öznesi, yönü ve anlamı üzerinedir.
Berkes’in modernleşmeyi pozitivist ve seküler bir devlet aklına emanet etmesi, toplumsal dönüşümün dinamiklerini büyük ölçüde devletçi bir çerçeveye hapseder. Avcıoğlu ise bu devletçi çizgiyi daha radikal bir forma taşıyarak, kalkınmacı bir devrim stratejisi önerir; ancak bu strateji de halkı özneleştirmeyen bir teknokratik modelle sınırlı kalır. Küçükömer ise bu egemen aklı ve resmi ilerleme anlayışını sorgulayan bir çizgide durur; halkı, ezilen sınıfların tarihsel hafızasını ve iç dinamikleri merkeze alarak düşünsel çerçeveyi ters yüz eder.
Bu yazının temel iddiası, Türkiye’nin toplumsal dönüşümünü anlamak için yalnızca dışsal tehditlere ya da üstyapısal kurumlara değil, sınıfsal mücadelelere, bastırılmış hafızalara ve yerel direniş biçimlerine bakmanın zorunlu olduğudur. Bu zorunluluk, bize hem resmi tarihin hem de resmi solun eleştirisini yapma imkânı verir.
Bugünün Türkiye’sinde “devlet aklı” kadar “halkın hafızası” da metafizik yönelimlere kapı aralayabilir. Devlet-toplum ilişkilerine dair tartışmalar devam ederken, sol düşüncede, Berkes’in, Avcıoğlu’nun ve Küçükömer’in yeniden hatırlanması da anlamlıdır. Sekülerleşme, otoriterleşme, kimlik siyaseti, sınıf temelli analizlerin zayıflaması gibi olgular, bu üç düşünürün bıraktığı mirası yeniden gözden geçirmeyi gerektiriyor. Özellikle Küçükömer’in iç dinamiklere, yerel çelişkilere ve bastırılmış toplumsal hafızalara yönelen yaklaşımı, günümüz Türkiye’sindeki çoğulcu ve alt-kültürel direniş biçimlerinin anlaşılması açısından yeniden değerlendirilmelidir. Bu bağlamda, onun devlet karşısında halkı özneleştiren eleştirel tutumu, bugün hâlâ güncelliğini koruyan bir metodolojik öneri olarak karşımızda durmaktadır: Sınıf mücadeleleri içinde oluşan halkın hafızasına maddeci içeriğiyle kulak vermek, modernleşmeyi bir eşitlik ve özgürlük programı olarak anlamak; yukarıdan tasarlamak değil, aşağıdan inşa etmeye çalışmaktır.
(*) Bu konuda bkz. “Meşrutiyetten Cumhuriyete: Kapitalizme Prusya Tipi Geçiş”, Praksis (5) : 217 – 255.
(**) Bu konuda ayrıca bkz. İdris Küçükömer Gerçekte Ne Demişti?
Görsel: Görsel, bir ChatGPT robotu olan Hafıza Dalgası tarafından üretilmiştir.
Mustafa Bayram Mısır
Hukukçu ve siyaset bilimci. Praksis Dergisi Yayın Kurulu Üyesi. Yayınlanmış kitapları arasında, Anayasal Tasarımın Demokratik Teorisine Giriş; Devlete Karşı Kamu Hukuku; Kapitalist Devlet; Modernizm, Postmodernizm ve Sol(Ecehan Balta ile); Tarihsel Seyri İçinde ÖDP: Solun Yakın Kısa Tarihi Üzerine; Demokrasiye Eleştirel Bakışlar; Demode Denemeler bulunuyor. Devlete Karşı Kamu Hukuku, Türkiye Barolar Birliği'nin "Halit Çelenk Akademik Araştırmaları Destek Ödülü"ne layık görülmüştür. Çalışmalarına, Ankara Barosu'na kayıtlı avukat olarak devam ediyor.