Ayşegül Kars Kaynar tarafından çevrilen bu metni iki bölüm halinde yayınlıyoruz. Kaynar’a teşekkür ederiz.
Çev: Ayşegül Kars Kaynar[1]
Tanıtıcı bilgi[2]
Aşağıdaki makale, Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm’in yarattığı ciddi yankılar sonrasında Paşukanis’in kendisine, Lenin’in hukuk üzerine hacimli ancak dağınık haldeki yazılarından ileriye yönelik destek arayışının en erken tarihli girişimidir. Makale, 1924’de Lenin’in ölümünden sonra ortaya çıkan belirsizlik döneminde, iki çözümlenememiş sorun bağlamında yazılmıştır: Parti’nin kural ve yönetmeliklerinin içeriğine nasıl bir biçim eşlik etmelidir? Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı talebi karşısında Parti’nin ve Sovyet proletaryasının tutumu ne olmalıdır? Buharin, Troçki ve Stalin arasında gelişen merkeziyetçilik ve tek ülkede sosyalizm doktrinleriyle ilgili tartışmalar çerçevesinde, bu iki soru birbirleriyle pek tabii ki tamamen ilgisiz değildir. Paşukanis, devrimci bir partinin hem hukuki mücadeleyi tamamen reddetmesinin hem de hukuk kurallarının doğurduğu fetişizmin ortaya çıkaracağı tehlikelerden kaçınması gerektiğini savunur. Yasallık, devrimin hemen akabinde yeni bir sınıfsal içerikle doldurulabilecek “boş bir çuval” değildir ve Yeni Ekonomi Politikası altında hukuki biçim, kültürel yeniden eğitim programı dâhilinde bir silah olarak kullanılmalıdır. Paşukanis’in bu sorulara cevabı, editörlüğünü Stuçka’nın yaptığı ve Buharin, Adoratski ve Razurnovski gibi seçkin kuramcıları da içeren Hukuk Devrimi başlıklı özel bir derlemede yer aldı. Bu derlemenin, Marksist hukukçuların görüşlerini sistemli bir şekilde ifade ettikleri ilk yer olması amaçlanmıştır.
I
Hukuk eğitimi almış olmasına rağmen Lenin, hukukun ortaya çıkardığı sorunlara hiçbir zaman özel ilgi göstermedi. Bu nedenle, bıraktığı devasa ideolojik miras sistematik bir şekilde incelenirken hukuk kategorisiyle pek de alakadar olmak gerekmediği şeklinde aceleci bir sonuca varılabilir. Ancak bu yanlış olur. İlk olarak, hukukla ilgili bir dizi yalıtık düşünce ve gözlem, çalışmalarının orasına burasına serpiştirilmiştir. Bu düşüncelerin sadece gün yüzüne çıkarılması, sıralanması ve sistematize edilmesi gerekmektedir. Lenin’in, Marksistler tarafından yeteri kadar geliştirilmemiş bu konuya katkısı, ancak bu iş tamamlandıktan sonra değerlendirilebilir. İlaveten, Vladimir İlyiç’in Sovyetler döneminde, Sovyetlerin kurulmasında karşılaşılan pratik sorunlarla ilgili tek tek yoldaşlarına yazdığı sayısız mektup, yol gösterici not ve aynı zamanda olabilecek her türden emir ve talimat biçiminde saklanan, doğrudan basılması amacıyla kaleme alınmamış yazılarının tümü yayınlanmış da değildir. Bütün bu malzeme sistematize edilip basıldıktan sonra, Leninizm’in hukukun ortaya çıkardığı sorunlar için ne ifade ettiği hususunda gerçekten kapsamlı bir düşünce edinebiliriz.
Bu makalede, doğal olarak, istisnai sonuçlara ulaşmayı beklemiyoruz; böylesi sonuçlar elde etmek esaslı ve herhalde kolektif bir çabayı gerektirecektir. Ancak bu noktada bir konuyu belirtmekte fayda var: Hukukun sorunlarına daha doğru Marksist ve diyalektik bir yaklaşımı, kendilerini hususi olarak bu sorunlara adayan Marksistlerdense, hususi olarak hukuk konusunda yazmayan Lenin’de bulabiliriz. Bu iddiamı ispatlamak için bir örnek vereyim. Mesele, temel yasal kurumlardan biriyle; özel mülkiyet kurumuyla ilgilidir. Renner’in verdiği örneği takip edersek, kimi Marksistler bu kurumun diyalektik yapısını tamamen basit bir tarzda sergilerler:
“Kapalı ve yalıtık doğal ekonomiler devrinde eşyayı mülk edinme hakkı, farklı insan gruplarını birbirinden ayrıştıran bir unsur olarak düşünülebilir. [D]ışarıda kalanların, mülk sahipleri ile bir ilişkisi yoktur.
Gruplar ya da onların temsilcileri arasındaki mübadele ilişkileri, doğal ekonominin artıklarının mübadelesi, bu mübadele ile bağlantılı sözleşme ilişkileri; aslında bireyleri biribirine bağlayan unsurlar sadece bunlar olabilir.”[3]
Bundan daha basit bir şey olamazmış gibidir: Piyasanın rolü ne kadar azsa ve mübadele ne kadar az gelişmişse, özel mülkiyet insanları o kadar çok atomlaştırır; özel mülkiyet o kadar çok “insan ve eşya arasındaki” bir ilişki olur; o kadar çok eşya hukukuna dâhil olur. Öte yandan, aynı yazar diyor ki; “kapitalist özel mülkiyet (…) insanları atomlaştırmaz, onları güçlü bir şekilde ‘birleştirir’ ve işçileri bireysel kapitaliste değilse bile, en azından bir grup olarak kapitalistlere bağlar”. Yazar buradan hareketle şu neticeye varıyor: “[B]ilhassa burjuva hukuk biliminin verdiği biçim içinde eşya hukuku ile borçlar hukuku arasındaki fark, kapitalist sisteme değil; basit doğal ekonominin yapısına tekabül eder”. Bu, gerçekte Renner tarafından yapılan ama güya Marx’a ithaf edilmiş, oldukça basite kaçan analizlerin bir örneğidir.
Goikhbarg, özel mülkiyetin insanları atomlaştırırken; (doğal ekonominin gözden kayboluşu ve meta-para ekonomisi ile yer değiştirmesi oranında) mübadeleyle ve piyasayla kendine insanları birleştirici bir görünüm vermesindeki diyalektik imkânın farkına varmakta tamamen başarısız olur. Hâlbuki Lenin’in erken dönem çalışmalarından birinde, sadece özel mülkiyetin diyalektiğine dair sarih bir anlayışı değil; aynı zamanda bu diyalektiğin net bir formülasyonunu da buluyoruz. Miras hakkının doğası meselesinde Mikhailovsky’e karşı çıkarken Lenin şöyle diyor:
“Aslında, miras kurumu hali hazırda özel mülkiyeti varsayar ve özel mülkiyet, sadece mübadelenin ortaya çıkmasıyla belirir [italikler bana ait E.P.]. Bunun kaynağı, toplumsal emeğin özel doğası ve henüz ortaya çıkmakta olan metaların piyasada yabancılaşmasıydı. Ancak, ilkel Amerikan Kızılderili kabilesinin bütün üyeleri hep birlikte bütün zorunlu üretimi yaptıkları müddetçe, özel mülkiyet imkânsızdı. İş bölümü kabileye sızdığında ve kabile üyeleri bir ürünün üretimiyle ve piyasada satılmasıyla bireysel olarak meşgul olduklarında; işte o zaman özel mülkiyet kurumu meta üreticilerinin maddi bireyselleşmelerinin ifadesi olarak ortaya çıktı [italikler bana ait E.P.].”2
Bu nedenle mesele hiç de o kadar basit değildir. “İnsanları yalıtan” özel mülkiyetin maddi doğası, ancak “insan ve eşya arasındaki” basit ilişkinin (doğal ekonomi) yerini, insanlar arasındaki sözleşme ilişkisi, yani bir mübadele ilişkisi (meta-para ekonomisi) aldığında ortaya çıkar. Bu durumda da eşya hukuku ve borçlar hukuku, diyalektiğe göre, tek bir kabuk altında içerilir ve birlikte gelişirler; aralarındaki çelişki de bir dereceye kadar “üretim araçlarının toplumsal doğası ve temellüğün özel doğası” arasındaki çelişkinin yasal dile tercümesinden başka bir şey değildir.
Eğer mülkiyetin insanları “yalıtan” katı maddi niteliği, kapalı doğal ekonominin bir özelliği olsaydı; bu doğrultuda mesela, toprağın feodal mülkiyetinin burjuva mülkiyetinden daha dışlayıcı olması (yabancıları dışarıda tutması) gerekirdi. Ama hayır; bu yorum tarihsel gelişmelerle hiçbir surette bağdaşmaz. Fransız Devrimi’nin medeni hukuku konusunda önde gelen bir tarihçinin bu konuda söylediklerine kulak verelim. Sagnac, devrim öncesi Fransa’nın toprak ilişkilerini şöyle niteler:
“Mülkiyet hakkı, Roma İmparatorluğu’nda olduğundan farklı olarak tek bir kişiye ait değildir. Mülkiyet hakkını oluşturan farklı haklar tek bir demet içinde toplanmak yerine, ayrıştırılmıştır. Bir taraftan, doğrudan sahiplik hakkı toprağı devredende kalır. Diğer taraftan, kullanma hakkı toprağın devredildiği kişiye geçtikten sonra; yüzyıllar süren bir evrim neticesinde bu hak, basit bir kullanma hakkı olarak değil; mülkiyet hakkı gibi düşünülür.”
Yani yarı-doğal olan ilişkiler, tabiri caizse, bir nesne üzerinde “tek bir demette toplanan” belirgin bir hakkın yokluğuna tekabül ediyor. Yine de herşey bununla bitmiyor. Sagnac’ın aynı yerde şöyle dediğini de okuyoruz:
“Eğer toprak hem kiracıya hem de kiraya verene aitse; böyle bir durumda, gerçekte ya da teoride genel anlamda tüm insanlara ait demektir (…) Hasat kaldırılır kaldırılmaz, toprak herkesin ortak malı olur. Yoksullar toprağa girebilirdi; ineklerinin altına sermek, çatıları kaplamak ya da evlerini ısıtmak için kullandıkları başakları toplayabilirdi (…) Sonrasında, inek ve koyunlarını çitle çevrilmemiş alanda otlatabilirlerdi; bu serbest bir otlatmaydı. Kimi gelenekler, toprak sahibinin toprağının sadece küçük bir kısmını çitlemesine müsaade ediyor ve böylelikle yoksulların inek ve keçilerini otlatmalarına izin veriyordu.” 4
Bu gerçekler elbette ilk kez Sagnac tarafından keşfedilmedi. Uzun zamandır biliyorlar ve hatta başkalarının yanısıra Marksistler tarafından bile ekonominin doğal biçimi tarafından korunan, kabile mülkiyetinden geriye kalanlar olarak nitelendiriliyordu. Hâlbuki çitleme (ki dışlayıcı maddi hakkın sembolüdür), meta-para ekonomisinin gelişmesi ve feodal sömürü biçiminden kapitalist sömürü biçimine geçiş ile yoğunlaştı. Konuyla ilgili Das Kapital’in ilkel birikim ile ilgili bölümüne bakmak yeterli olacaktır. Fransız Devrimi, tarım (reform) yasasının (toprağın bölünmesi gibi) önerilmesini bile ölümle cezalandıran bir kararname çıkardı. Aynı zamanda, toprak sınırlarının korunmasına dair katı kararnameler kabul edildi. Böylece piyasanın (meta ilişkilerinin, kapitalist ilişkilerin) gelişmesi, özel mülkiyetin “insan ve nesne arasındaki” bir ilişki olarak müstesna doğasını giderek daha fazla ve açıkça yansıttığı bir duruma yol açar. Bu durum, nesnelerin doğal farklılıklarının evrensel parasal eşdeğer biçiminde gayri şahsi dışavurumlarına yol açtığı gerçeğine rağmen ya da daha doğru bir ifadeyle, tam da bu gerçek nedeniyle ortaya çıkar. O halde mülkiyet, temellük özgürlüğü ve yabancılaşmayla daha kusursuz maddi bir nitelik kazanır; toprak mülkiyeti de toprağın “sabitlenmesi” ile eksiksiz bir maddi nitelik kazanır ve toprak, bir yerden başka bir yere taşınamayacağı gerçeğiyle diğer nesnelerden farklı bir mübadele nesnesi olur. Başka bir değişle, mülkiyetin maddi niteliği doğal ekonomik ilişkilere değil; aslında meta toplumu-kapitalist toplum ilişkilerine tekabül eder. Eşya hukuku ile borçlar hukukunu bu doğrultuda karşılaştıracak olursak diyebiliriz ki, bu maddi nitelik doğal ekonomiden meta-para ekonomisine geçişte anlamını hiç de yitirmez; tam tersi, ilk kez tam anlamını kazanır.
Benzer bir yorum, sömüren ve sömürülen arasındaki ilişki için de söylenebilir. Burada da ilişkinin gelişim süreci Goikhbarg’ın tasvir ettiği kadar tek taraflı ve basit değildir. Tam da feodal ekonomi esasen doğal bir ekonomi olduğu için feodal toprak mülkiyeti, bir nesne üzerindeki dışlayıcı hak biçimini eksiksiz bir biçimde alamıyordu. Bu dışlayıcılığı yok eden köylülerin toprak üzerinde hisse sahibi olmaları, aynı zamanda sömürünün de bir aracıydı çünkü:
“Serf sahibi toprak lordunun gelir (artık ürün) elde edebilmesi için toprak üzerinde hisseye, alet edevata ve hayvana sahip köylüsü olmalıdır. Topraksız, atsız, tarım dışı kalmış köylü, feodal sömürünün nesnesi olarak hiçbir işe yaramaz.”5
Ancak doğrusunu söylemek gerekirse, köylünün serfleştirilmesi de bu durumdan türemiştir:
“Topraktan hisse verilen köylü, şahsi olarak toprak lorduna bağımlı olmalıdır; çünkü, toprağa sahip olduğuna göre zor dışında hiçbir sebeple lordu için çalışmayacaktır. Burada ekonomik sistem serflik, yasal bağımlılık, tam hak sahibi olamama gibi ekonomi-dışı zoru üretir.”6
O halde görüyoruz ki, yarı-doğal bir ekonomide mülkiyet, Goikhbarg’ın düşündüğü gibi sadece “yalıtmaz”. Aynı zamanda insanları (örneğimizde köylüleri) bir sınıf olarak toprak sahiplerine olduğu kadar, teker teker her bir toprak sahibine de bağlar ya da birbirlerine kuvvetlice iliştirir. “Bunun aksine, ‘ideal’ kapitalizm serbest piyasada sözleşme yapma özgürlüğü demektir; hem mal sahibi hem de proleter için”7. Paranın gücü, en açık şekilde, tarafların piyasadaki yasal özgürlükleri ve sermayenin gerçek gücü arasındaki çelişkide ortaya çıkar ve feodal devlet karşısında burjuva devletin yapısını biçimlendirir.
Elbette, bu söylenenlerin hiçbirinin yeni olmadığı; aksine Marksizmin ABC’si olduğu tarzında itirazlar gelebilir. Özel olarak, feodal ve kapitalist sömürü biçimleri ile bunlardan türetilen devlet biçimleri arasındaki fark, Marx’ın kendisi tarafından Das Kapital’in üçüncü cildinin ikinci bölümünde yeterli derecede izah edilmiştir. Bu özel konuyla ilgili Lenin’in formülasyonu, Marx’ın tekrarı olmaktan öteye geçmez. Ancak, temel bilgiler oldukları ve uzun zamandır bilindikleri gerekçesiyle bu gerçekleri yabana atmanın da bağışlanacak bir tarafı yoktur. Hele ki bu gerçekler ışığında hukukun gelişimiyle ilgili Marksizmin vardığı en yeni sonuçlar olarak bize sunulanlardan çok daha komplike bir tablo ortaya çıkıyorsa, durum bilhassa böyledir.
Bu ufak örnek bize gösteriyor ki aslında “bu [mesela yasal E.P.] mitolojiyi eleştirmek, onu doğuran ekonomik ilişkileri açıklamaktan” çok daha kolaydır.8
II
Lenin’in eşsiz diyalektiği, herhalde başka hiçbir yerde hukukun sorunları konusunda olduğu kadar güçlü bir şekilde ortaya çıkmaz. Burada serpilip büyüyen diyalektiği sefil bir biçimcilik ve kısır bir skolastizmle karşılaştırmaya mecbur bırakıldığımız için, konu bilhassa çarpıcıdır. Aklımızdaki, sadece hukuki üstyapının teorik analizi (ki bu analizde Lenin, Marx’ı sadık bir şekilde takip eder) değildir; aynı zamanda Vladimir İlyiç’in bu alandaki pratik konumudur da. Hatta burada, tamamen Leninist bir diyalektiğin çarpıcı örnekleriyle de karşılaşırız. Lenin’in hukuk biçimlerine atfettiği rolü görmek için, çok sayıdaki özel örneği gözlemlemek yeterlidir. Lenin hukuk biçimlerinin rolüne dair analizini, somut tarihsel durumu ve mücadele eden sınıfların güçleri arasındaki ilişkiyi bütünüyle hesaba katarak yaptı. Hem hukuki biçim fetişizmi hem de belli bir dönemde, bu ya da başka bir hukuk biçiminin gerçek değerini kavrayamamanın her ikisi de Vladimir İlyiç’e aynı derecede yabancıydı.
Sistemin hukuki fetiş maskesini düşürme ve onu yıkma mücadelesi (ki devrimci mücadele bizatihi bu sisteme karşı yapılır) bütün devrimcilerin niteliğidir. Bu açıktır. Bu niteliğe sahip olmayana devrimci denmez. Ancak küçük burjuva devrimcisi için yasallığın reddi bir çeşit fetişizme dönüşmüştür. Bu reddiye, hem mücadele koşullarının ve güçlerinin makulce hesap edilebilmesinin hem de bir sonraki saldırıya hazırlanmak için önemsiz de olsa her türlü galibiyeti kullanma ve güçlendirme kabiliyetinin önünü keser. Lenin’in taktiklerinin devrimci doğası hiçbir zaman yasallığın fetişist reddi doğrultusunda dejenere olmadı; bu fetişizm hiçbir zaman devrimci bir aşama olmadı. Aksine Lenin, verili tarihsel dönemlerde (sadece darbe almış ama tamamen yenilgiye uğratılmamış olan) düşmanın sağladığı “hukuki imkânların” kullanılması için kararlı bir şekilde çağrıda bulundu. Lenin çarlık ya da burjuva yasallığını acımasız bir şekilde nasıl ortaya dökeceğini biliyordu. Ama aynı zamanda bu yasallığı nasıl kullanacağını; nerede ve ne zaman bu yasallığın gerekli olduğunu da biliyordu. Lenin bize otokrasiyi, kendi çıkardığı seçim yasasını kullanarak devirmeye nasıl hazırlanılması gerektiğini öğretti; Ekim 1917’deki zaferimizde olduğu gibi proletaryanın dünya devriminde kazandığı ilk mevzilerin, emperyalist devletlerle imzalanan bir anlaşmayla (Brest Litovsk Barışı) nasıl savunulması gerektiğini de öğretti. Eşi benzeri olmayan siyasi sezgileri, mücadelenin seyrinin dayattığı hukuki biçimleri eksiksiz kullanmanın mümkün olduğu sınırları kavramasında Lenin için şaşmaz bir kılavuz oldu. Lenin, düşmanın bize dayattığı yasallığın, olayların mantığı neticesinde düşmanın kendisine dayatılabileceği gerçeğini zekice değerlendirdi. Stolipin rejimi ne kadar isterse istesin Rusya’daki sınıf mücadelesini 1905 Devrimi öncesinde olduğu gibi yasal sınırların içine hapsedemedi; Alman emperyalistler de kişisel olarak Sovyet Devrimi’nden nefret etseler bile, genel uluslararası koşulların zorlamasıyla Sovyet hükümeti ile bir anlaşma imzalamaya mecbur kaldılar.
Lenin yasallığın bu tarz kullanımını sıklıkla kirli, nankör bir iş olarak nitelemiştir (Çarlık Duma’yı “kirli ekmek”le karşılaştırması meşhurdur). Ancak belli koşullar altında bu işin nasıl yapılacağını bilmek ve sadece “vurucu” mücadele yöntemlerini kabul eden devrimci titizliği bir tarafa bırakmak da gerekliydi.
Gerileme yılları (1907-1910) boyunca Bolşevikler, yenilgiye uğrayan diğer muhalif ve devrimci partilerle karşılaştırıldığında, “olabildiğince az ve zararsız ayrışma ve de moral bozukluğuyla, parti çekirdeği mümkün olduğunca korunarak”, “ordusuna en az zararı veren, en düzenli geri çekilmeyi gerçekleştirdiler”. Lenin bu durumu, Bolşeviklerin “geri çekilmenin ve aynı zamanda en gerici parlamentolarda; gerici mesleki, kooperatif ve de benzeri örgütlerde yasal çerçeveye uygun iş yapmayı öğrenmenin gerekli olduğunu anlamamakta ısrar eden devrimci laf ebelerini acımasızca teşhir edip partiden sürmeleri” gerçeği ile açıklar.9
“Hukuki fırsatların” kullanılması olarak adlandırılabilecek Leninist stratejinin bu gibi başlıca örnekleri ya da Brest Litovsk Barışı yeterli derecede biliniyor; içerdikleri siyasi dersler açısından da az çok incelenmişlerdir. Ancak şu hususa bu zamana kadar pek de ilgi gösterilmemiştir: Bu örnekler, belirli durumlarda kullanılan bir hukuk biçimi türünün öneminin ve oldukça gerekli ve iyi bilinen bir mücadele yöntemi olduğunun kabul edilmesidir.
Lenin, kendilerini devrimci laflarla avutarak bu mücadele yöntemini hayata geçirmede isteksiz olan ya da yetersiz kalan devrimcilere hücum etmiştir.
Lenin’deki bu eğilimi, sadece yürüttüğü geniş çaplı ve büyük siyasi mücadelelerde değil, karıştığı gündelik küçük çatışmalarda da gözlemliyor olmamız dikkat çekicidir. Lenin ilkelerine her zaman derinden bağlı kalmış olmasına rağmen, yine de belli bir anda istediği sonucu elde etmenin tek yolu olarak ortaya çıkan somut mücadele yöntemlerini uygulamaya koymaktan kaçınmadı; bu yöntem, Çar’ın mahkemelerine başvurmak olsa bile…
Bu noktada, Lenin’in ölümünden hemen sonra Elizarov’un anlattığı bir olayı hatırlamakta fayda var. Samara’da yaşadığı dönemde Vladimir İlyiç, zorbalık yapan bir vurguncuya, bir ulaşım tedarikçisine, ders vermek ister. Bu vurguncu, nehri geçmek için kendi feribotunu değil de sandalcıları kullanan yolcuları keyfi olarak alıkoymaktadır. Lenin şikâyette bulunur. Belediye meclisi eski başkanının (tabii ki vurguncu lehine) davanın görülmesini erteleyerek, bu yorulmak bilmez şikâyetçiyi bitap düşürme yönündeki bütün çabalarına rağmen, sonunda vurguncu suçlu bulunur.
Bu olayda dikkat çeken sadece, Lenin’in önemli meselelerde gösterdiği inatçılık, sertlik ve demirden iradesini bire bir, bu sefer ufak bir meselede göstermiş olması değildir. Önemli olan, istediği ve gerekli gördüğü zaman hukuki mücadele yöntemini nasıl harekete geçireceğini bilmesidir: Küçük tirana bu hususi konuda bir ders vermek ve zavallı sandalcıların çıkarlarını korumak için Çar’ın mahkemesine başvurmuştur. Eğer Lenin “toplumsal aktivist” olsaydı V. G. Korolenko gibi, bu tutum pek de şaşırtıcı sayılmazdı. Zira aktivistler için, toprak sahibi devletin yarı-serf Asyatik keyfiliğiyle kati surette yasal yolları kullanarak ve de “yasallık adına” mücadele etmek, etiket gibi bir şeydi. Hiç kimse bu aktivistlerle Lenin kadar acı dalga geçmemiştir. Bu durum Lenin’in otokratik keyfilik ve kapitalist sömürüye karşı yürüttüğü mücadelenin başında umduğu sonucu, tabiri caizse partizan bir pozisyon takınarak alamamışsa, bu tarz bir mücadele vermede de usta olduğunun ispatıdır. Ama nedense iyi devrimcilerimizin neredeyse yüzde 99’u, vurguncuyla ilgili hususi olayda basitçe omuzlarını silkip “meşgul olmaya değmez” derlerdi. Elbette bu tutumları, devrimciler olarak ilkelerine bağlılıklarının değil; ne yapmanın uygun olduğu ve bir avukat gibi hareket etmek gerektiğinde ortaya çıkan bilgisizliklerinin ve ayrıca isteksizliklerinin bir yansıması olurdu; zira fazla titizlerdi. Nihayetinde, bir devrimci için mahkemeye gitmekten ve dahası, yerel yönetimin başkanının karşısına çıkmaktan daha tatminkâr ne olabilirdi, değil mi! Ancak Lenin boş bir hayalci değildi; gerekli olan yerlerde kirli işleri nasıl yapacağını biliyordu. Bu örnekte Vladimir İlyiç’in izlediği yolun ne derece uygun olduğuyla ilgili bir argüman oluşturmak da pek tabii mümkündür. Acaba bireysel bir vurguncu hatırına mahkemeye gitmek için zaman ve enerji harcamaya değer miydi? Ancak görülecektir ki bu argüman, yine yararlılık meselesinin değil, ilkeler meselesinin tartışmaya açıldığı bir başka örnektir: Bir devrimci Kral’ın mahkemesine arka çıkmayı denemeli midir? Knowledge Yayın Evi’ni işleten bir kişi yasaları ihlal eder ve bu nedenle dava edilme tehdidiyle karşılaşır. Lenin’in Gorki’yle yazışmalarında bu sorun görüşülmüş; ne gibi pratik adımlar atılması gerektiği tartışılmıştır. Çarlık mahkemesine başvurulmalı mıdır? Buna müsaade var mıdır? Pek tabii ki ortodoks entelellektüel bakış açısı, yüzünü Çarlık mahkemesine dönerek devrimcilerin temiz ellerini kirletme korkusu, titizlerin ve anarşistlerin mahkemelerle genel ilişkisi ve herşeyden daha önemlisi “mahkemeye nasıl gidileceğine” dair her zamanki hukuki acizlik ve bilgisizliğin hepsi bu tarz bir eylem aracının kullanımına karşı sıraya girmişlerdir. Lenin ise bu görünen ve saklı gerekçelerin birleşimini var gücüyle eleştirdi. “P. konusuna gelince, mahkemeye gidilmesini savunuyorum. Seremoniye gerek yok. Duygusallığın da affı olmaz. Sosyalistler hiç de Kral’ın mahkemesine karşı değildir. Yasallığın kullanılmasını destekliyoruz. Marx ve Bebel, hem de sosyalist muhalefete karşı Kral’ın mahkemesini kullanmışlardır. Bunun nasıl yapılacağını bilmek ve yapmak gerekir.”
Bu darbe ile yetinmeyen Vladimir İlyiç, yine tüm gücüyle bastırır: “Elinizden gelen ardınıza koyulmadan, P. dava edilmelidir. Eğer bunu yaptınız diye eleştirilirseniz, eleştirenlerin yüzüne tükürün. Eleştirmek, ikiyüzlülüktür.”10
P.’nin akibetini bilmiyoruz. Öyle görünüyor ki olay mahkemeye taşınmadı. Ancak Vladimir İlyiç’e kalmış olsaydı, P. “koşulsuz şartsız” dava edilirdi.
Aslında Vladimir İlyiç’in bu yönünü; yani disiplin ihlalleri, ihmaller, yolsuzluklar ve taşkınlıklarla (ki Sovyet devletleri örneğinde her biri başlı başına bir meseledir) mücadele etmedeki katı tutumunu; işi ister istemez neticesine yani mahkemeye ve cezalandırmaya götüren bu meselelere karşı verdiği sert mücadeleyle karşılaştırmak gerekir. “Merkezden gelen emirleri ihlal ederek ve de merkezin zararına, yereldeki koşulları kayıran yetkililer nasıl cezalandırılmalıdır? Cezalandırılanlar kimlerdir? Bu ihlallerin sıklığında azalma görülüyür mu? Cezalar arttırıldı mı? Eğer arttırılıdıysa ne kadar?”11. Bir keresinde de şöyle söylüyor: “İşçi ve Köylü Müfettişliği’ni yeniden örgütlemeliyiz; öyle ki, hem bu Müfettişlik aracılığıyla hem de dışarıdan adli kovuşturmayla parti üyesi olmayanlar hesap vermeye çağrılabilsin.”12 (italikler bana ait E.P.) Aynı emirde yine şöyle deniyor: “Hırsızlarla mücadele önlemleri: Cezai sorumlulukları olacak mı? Peki ya idarecilerin? (Hırsızlıkla yeteri kadar mücadele etmedikleri için) fabrika ve iş yeri komitelerinin?”13
Aynı zamanda Lenin, Sovyetik mekanizmaların eksikliklerini gösterenlere, Sovyet yasallığının sağladığı tüm yöntemleri kullanarak mücadeleye katkı sağlamaları gerektiğini öğretir. Bir dava açılır açılmaz, Sovyetlerin ve Parti’nin tüm kanalları kullanılarak bu dava neticelendirilmelidir. Daha önce başarısız olmanız ya da nereye gideceğinizi bilmiyor oluşunuz asla sizi vazgeçirmemelidir. Yanlış bir karar karşısında nereye ve nasıl itirazda bulunulması gerektiğini herkes bilmek zorundadır; herkes hukuk bilgisine sahip Sovyet vatandaşı olmak zorundadır.
“Hukuki düzlemde” nasıl mücadele edileceği bilgisi, devrim öncesi dönemde fazla öneme sahip olmadı ya da olamadı. Ancak ilke olarak bu bilgi Ekim Devrimi’nden sonra çok farklı bir anlam kazandı. Otokrasi ve kapitalizm koşulları altında (otokrasi ve sermayeye karşı devrimci bir mücadele yürütmeden) kitlelerin hukuki acziyeti ve cehaleti ile mücadele etmek imkânsızdı. Bu acziyet, çarlık ve burjuva yasallığının sürdürmekle görevli olduğu genel zapturaptın kısmi bir fenomeninden başka bir şey değildi. Ancak proletarya iktidarı ele geçirdikten sonra bu hukuki mücadele hem kültürel yeniden eğitimin görevlerinden biri hem de sosyalizmin inşaasının bir koşulu olarak büyük öneme sahip olmuştur. Bu nedenle Lenin’in Sovyetler döneminden başlayan çalışmaları, aynı zamanda bir “hukuk karşıtı propaganda”; burjuva yasallık ideolojisi ile hukuki cehalet ve acziyete karşı yürütülen bir mücadele ve de bu cehalet ve acziyeti yok etmek için bir çağrıdır:
“İktidarın temel görevi askeri zapturapt değil, yönetim olduğu ölçüde; zapturaptın ve zorun en tipik özelliği de anlık infazlar değil, mahkemeler olacaktır. Bu doğrultuda 25 Ekim 1917 sonrasında devrimci kitleler doğru yola sevk edildiler ve daha burjuva demokratik yargı aygıtlarını fesh eden herhangi bir kararname çıkarılmamışken işçi ve köylü mahkemelerini kurarak, devrimin ne kadar canlı olduğunu gösterdiler. Ancak halk mahkemelerimiz ve devrimci mahkemelerimiz son derece zayıflar (…) Toprak sahiplerinin ve burjuvazinin boyunduruğundan miras kalan bir tutum olarak, bu mahkemelerin hükümete ait ve yabancı olduğuna dair yaygın görüş, hala tamamen yok edilemedi. Bu mahkemelerin proletaryanın ve en yoksul köylülerin iktidarının bir aracı ve disiplini sağlayan bir eğitim silahı olduğu gerçeğine dair yeterli farkındalık yok.”14
III
Hukuki mücadele yöntemlerini reddeden küçük burjuva devrimcisi kendini en büyük solcu olarak görebilir; aynı, aşırı sol Sosyal Devrimciler’in Bolşevikleri göz ardı edip, Üçüncü Çarlık Duması’nı boykot etmek için çağrıda bulunmaları gibi. Aslında bu boykot çağrısıyla sadece devrimci bir üsluba saygılarını göstermiş oluyorlar. Ancak bu beyefendiler, eski rejimin bayatlamış yasallığını basitçe reddetmediler: Devrimci mücadeleyi, münhasıran yeni bir yasallık için mücadele olarak kabullendiler. Böylece, biçimsel yasallık onlar için yine bir fetiş olarak kaldı. Muzaffer sınıfın çıkarlarından değil, soyut prensiplerden yola çıktılar. İktidarı ele geçiren ve acımasız bir iç savaş sonrasında iktidarda kalmayı başaran proletaryanın siyasetinin, uygun bir yazılı hukuka dayanan yeni bir yasallık türü inşa etmenin bir biçiminden başka bir şey olmadığını anlayamadılar. İyi biliyoruz ki, sol Sosyal devrimci hukukçular Sovyet hükümet yapısının içine girdiklerinin ertesi günü “devrim ceza hukukunu” hazırlamakla meşgul oldular.
Hiç kimse, küf tutmuş ve gerici biçimsel hukuki yaklaşımı devrimci sınıf mücadelesinin ortaya çıkardığı sorularla yerden yere vurmayı Lenin kadar iyi bilemez. Bebel şu sözleri hiç de boşa sarf etmiş değildir: “Hukukçular, dünyadaki en gerici insanlardır”. Bu, Vladimir İlyiç’in kullanmayı en çok sevdiği ifadeydi. Kautsky, Sovyet Anayasasının, sömürenlerin elinden oy verme hakkını alması konusunda “Yasal olarak kime kapitalist diyoruz?” diye sorduğunda, Lenin’in ona nasıl saldırdığını hatırlamak yeterli olacaktır. Sosyal devrimciler ve Menşeviklerin Tüm Sovyetler Merkez Yürütme Komitesi’nden “yasa dışı” ihraçları konusunda Kautsky’i paylamasını ayrıca hatırlamak gereklidir. Bu paylama, sınıf mücadelesinin sert gerçekleri karşısında yasal biçimciliğin bütün aptallıklarını ortaya çıkarmaktadır:
Bizler, Rus Bolşevikleri, ilk olarak Savinkovs ve Co.’nun, Lieberdans ve Potresovs’un (“aktivistlerin”) dokunulmazlıklarını garanti etmeliydik. Ardından, Çekoslovakya karşı-devrimine herhangi bir katılımın ve Ukrayna ya da Gürcistan’da, kendi ülkesinin işçilerine karşı Alman emperyalistleriyle iş birliği yapmanın “cezalandırılacağını” ilan eden bir ceza yasası hazırlamalıydık. Ancak bundan sonra, ceza yasasına dayanarak, “saf demokrasiye” göre “kimi şahısları” Sovyetlerden men etmeye hakkımız olacaktı!15
Nihayetinde ve de son tahlilde, eğer biçimsel yasallığı reddeden bir devrimci iktidar doktrini değilse, Lenin’in diktatörlük teorisi nedir ki? “Bilimsel diktatörlük kavramı, hiçbir şeyle; hiçbir yasayla, sınırlı olmayan iktidardan daha azı değildir; mutlak kurallar tarafından kısıtlanmamıştır ve doğrudan güce bağlıdır.”16. Başka bir yerde de şöyle diyor: “Proletaryanın devrimci diktatörlüğü, burjuvazinin proletarya tarafından baskıya maruz bırakılmasıyla kazanılmış ve sürdürülmüştür.”17 Ancak, ne kurallar ne de yasalarla sınırlanmış bu iktidar, örgütlü bir iktidarın yokluğunu da işaret etmez mi? Yerleşik burjuva hukukçusu için elbette durum budur; çünkü o, burjuva yasallığının, on yıllar ve yüzyıllar zarfında oluşmuş sınıf tahakkümünün istikrarlı bir biçimde uygulanışı olduğunu görmez; görmek istemez. Tahakkümün bu standart “hukuki” biçimi, olağanüstü olaylarla yıkılabilir ya da sarsılabilir. Ancak bu yine de burjuvazinin örgütlü tahakkümünün kendisinin ortadan kalktığını göstermez. Bu tahakküm, olağanüstü olaylara uygun olarak, olağanüstü ve hukuk-üstü diktatörlük biçimini benimseyebilir. Burjuva yasallığının (bütün parlamenterler, bilim insanları, hukukçular, hâkimler ve memurlar lejyonunun çalışmalarıyla) yaaş yavaş geliştiğini bildiğimize göre, daha dün gün yüzüne çıkan ve varlığını dahi silahlarla savunmak zorunda bulunan proletarya iktidarından aynı hukuki mükemmeliyeti ve yasallığı talep etmek saçma olur. Yasallık, yeni bir sınıfsal içerikle doldurulabilecek boş bir çuval değildir. Ancak Kautsky, durumun tam da böyle olduğunu düşünür. “Bu “ciddi bilim adamı” İngiliz burjuvazisinin (Orta Çağ’dan beri) yüzyıllar boyunca yeni bir burjuva anayasası yapmasına ve geliştirmesine müsaade eder; ama uşaklık eden bu bilimin temsilcisi bize; Rusya’nın işçi ve köylülerine, yeterli zamanı tanımaz. Bize gelince, birkaç ay içinde harfi harfine yazılmış bir anayasa ister”18. Hukukun sorunlarına devrimci ve Marksist bir yaklaşım, her şeyden evvel, ortaya çıkan ayaklanmanın temel sınıfsal eğiliminin değerlendirilmesini gerektirir. Ancak Kautsky böyle bir değerlendirmeyle hiç mi hiç ilgilenmez. Onu rahatsız eden tek şey, kapitalistlerin oy verme hakkını ellerinden aldığı için anayasamızın “keyfiyete” müsaade ettiği gerçeğidir. İşte Lenin, bu biçimsel-hukuki mankafalığın incilerine gerçekten ezici olan şu cevabı veriyor:
“Onyıllar ya da yüzyıllar boyunca, kapitalist ülkelerin burjuvazisinin tamamı ve gerici hukukçularının çoğu detaylı kurallar koyar; onlar ve yüzlerce ciltlik yasa ve bu yasaların açıklamasını yazar; işçileri ezer, yoksulları zincirler ve basit işçilerin her birinin önüne binlerce bahaneyi ve engeli koyarken sayın Kautsky ve liberal burjuvazi bunlarda “keyfiyet” tespit etmemişlerdir! Burada “düzen” ve “yasallık” vardır (…) Ancak ne zaman ki tarihte ilk kez işçi ve sömürülen sınıflar (…) kendi sovyetlerini kurdular; burjuvazinin boyunduruk altına aldığı, çiğnediği, yok ettiği sınıfları siyasi inşaaya çağırdılar ve vahşi bir savaşın tozu dumanı ve bir iç savaşın yangınının ortasında dururken, yeni bir proleter devlet kurmaya ve sömürenleri olmayan bir devletin temel ilkelerini çizmeye başladılar; işte o zaman burjuvazinin bütün alçakları, bütün vampir grupları ve onların seslerinin yankıları arasında Kautsky “keyfiyet” diye haykırmaya başladı.”19
Burjuva devrimcileri (mesela Jakobenler) kapitalizmin önünü açarken diktatörlük silahını nasıl acımasızca kullanacaklarını biliyorlardı. Ancak tarihsel eylemlerini yanlış ideolojik biçimiyle; yani özgürlük ve eşitliğin ebediyen temelini kurmak için verilen bir mücadele olarak yorumladılar. Cesur devrimci siyasetçiler olarak hareket ettiler ama tam da hukukçular ve ahlakçılar gibi düşündüler. Burjuva demokratik Jakoben devrimini kurtarmak için biçimsel yasallığı ayaklar altında çiğnemeye karar verdiler; ancak bunu özgürlük adına, insan ve yurttaşların mutlak hakları adına yaptılar.
Marx’ın takipçisi olarak Lenin için, varlığın maddi koşulları ile açıklanamayacak ve sınıflı bir toplumda sınıfsal niteliği olmayan hiçbir ülkü yoktur. Özgürlük ve eşitlik düşüncesi, ebedi ve vazgeçilmez insan hakları düşüncesi, doğal hukuk ülküsüdür. Devrimci bir durumda ve sınıf çıkarları adına, biçimsel yasallık temelini terk etmeye zorlanan burjuva hukukçusunun tek desteği budur. Bu ülkü, kökleri üretim koşullarında olan özgül maddi toplumsal bir içerik ile bağlantılı olarak ortaya çıkar.
İlk yazılarından birinde Lenin, bu populistlere bir hatırlatmada bulunur: “Marx, Rechtsstaat’ın medeni eşitlik, sözleşme özgürlüğü ve benzeri ilkelerinin kökeninde, meta üreticileri arasındaki ilişkinin yattığını tekrar tekrar işaret eder”.20 Lenin ulusal sorun ve sömürgelere dair sorunlarla ilgili tezlerine, eşitlik ideolojisinin aynı maddi eleştirisi ile başlar.
Doğası gereği burjuva demokrasisi, ulusal eşitliği de içeren genel eşitlik sorununun soyut ya da biçimsel beyanıyla tanımlanmıştır. Şahısların evrensel eşitliği görünümü altında, burjuva demokrasisi mülk sahipleri ve proletaryanın; sömüren ve sömürülenin biçimsel ya da yasal eşitliğini ilan eder ve böylelikle boyunduruk altındaki sınıfları büyük bir aldatmacaya sürükler. Meta üretimi ilişkilerinin yansıması olan [italikler bana ait E.P.] eşitlik düşüncesinin kendisi, şahısların sözüm ona mutlak eşitliği bahanesiyle, burjuvazi tarafından sınıfların tasfiyesine karşı verilen mücadelenin bir silahına dönüştürülür. Halbuki eşitlik talebinin gerçek anlamı, ancak ve ancak sınıfların yok edilmesi talebine dayanmaktadır.21
Marksist eleştirinin bu temel önermelerinin, Marx’ın halefleri olduklarını düşünen kişiler arasında hiç de genel kabul görmediğini burada hatırlatmanın zararı olmayacaktır. Menşevik kampın kimi temsilcileri “demokrasinin hukuki prensiplerinin mutlak değeri”nden, kendilerini ciddi ciddi devrimci Marksizmin temsilcileri olarak gördükleri zaman bile hiç şüphe duymamışlardır. Biz Sosyal Demokratlar genel oy hakkına karşı olduğumuzu ifade edecekken, bu durumun varsayımsal olarak tahayyül edilebilir olduğunu söyleyen Plehanov’u, delege Egorov İkinci Kongre de bile neden ıslıkladı acaba dersiniz. Ayrıca, “mutlak ilkelerin” savunucularıyla aynı hizada olmamasına rağmen Martov’un da sadece bu noktaya bir çekince konması gerektiğini düşünmesi ilginçtir. Martov, Sürgündeki Sosyal Demokratlar Birliği Kongresi’nde “ ‘Plehanov, proletaryanın kendi zaferini güvence altına almak için basın özgürlüğü gibi siyasi hakları çiğnemek zorunda kalabileceği kadar trajik bir durumu elbette kimsenin düşünmediğini’ sözlerine eklemiş olsaydı, bazı delegelerin memnuniyetsizliklerinin önüne geçilebileceğini” söylemiştir. Menşevikliğin özü, işte bu çekincede yatmaktadır. Marksist oldukları için, bir yandan biçimsel demokrasinin sınıfsız ve ebedi ilkelerinin savunucusu olarak öne çıkmak rahatsız edicidir. Diğer yandan ise Menşevikliğin gerçek küçük burjuva doğası, bu “sınıfsız” hatta hareket etmektedir. Sonuç, “elbette kimsenin bu kadar trajik bir durumu düşünemeyeceği” umuduyla, kendilerini bu çelişkiden kurtarmaya çalıştıkları gerçekten trajik bir ihtilaftır. Peki, Menşeviklerin umduklarının aksine “bu trajik durum” tarihsel bir gerçek haline gelirse ne yapılmalıdır? Bu sorunun cevabını hali hazırda biliyoruz. Bu cevabı, burjuva demokrasi fetişizmine itaat etmekten ve proletaryanın diktatörlüğüne karşı yoğun bir mücadele vermekten başka bir şey olmayan Menşeviklerin siyasi pratiği vermektedir.
[1] Çevirmenin notu: Rusça adı “Lenin i voprosy prava” olan metin 1925 tarihli Hukuk Devrimi Koleksiyonu’nda yayınlandı (Revoliutsiia prava: Sbornik 1, Kommunisticheskaia akedemiia, Moskova). 1980 yılında Piers Beirne ve Robert Sharlet tarafından derlenen “Pashukanis: Selected Writings on Marxism and Law” adlı kitapta “Lenin and Problems of Law” başlığıyla İngilizce’ye çevrildi (Londra: Academic Press, ss: 132-165). Metin ilk kez İngilizce’den Türkçeye bu kitaptan Onur Karahanoğulları tarafından 2008 yılında çevrilmiş ve Çağımızda Toplum ve Hukuk Dergisi’nin 26 (3) sayısında yer almıştır. Daha sonra aynı metin, 2018 yılında Yordam Yayınları’nın yayınladığı Karahanoğulları’nın Marksizm ve Hukuk: Diyalektik Hukuk Bilimi adlı kitabında yer bulmuştur. Okumakta olduğunuz metin, “Lenin and Problems of Law” başlıklı metnin Piers Beirne ve Robert Sharlet’in kitabından benim tarafımdan yapılan bir diğer çevirisidir. İngilizce metne şu linkten ulaşmak da mümkündür.
[2] Piers Beirne ve Robert Sharlet
[3] A. G. Goikhbarg, Fundamentals of the Law of Private Property (1924), Moskova, s. 68.
Notlar
- A. G. Goikhbarg, Fundamentals of the Law of Private Property (1924), Moskova, s. 68.
- V. I. Lenin, What the “Friends of the People” Are and How They Fight the Social Democrats (1894), LCW, Cilt 1, s. 153.
- P. Sagnac, La legislation civile de la Revolution francaise 1789-1804 (1898), Libraire Hachette, Paris, Cilt I, s.2.
- 4. ibid. I. Lenin, “The Agrarian Question in Russia at the End of the Nineteenth Century” (1918), LCW, Cilt 15, s. 84.
- ibid. ss 84-85.
- ibid. s. 85.
- A. G. Goikhbarg (1924), op. cit. s. 23.
- V. I. Lenin, Left-Wing Communism: An Infantile Disorder (1920), LCW, Cilt 31, ss. 35-36.
- V. I. Lenin, Sochinenii, Cilt. 1, s. 135.
- V. I. Lenin, “Instructions of the Council of Labour and Defence to Local Soviet Bodies” (1921), LCW, Cilt 32, s. 387.
- ibid. s. 389.
- ibid. s. 394.
- V. I. Lenin, Sochinenii, Cilt 25, ss. 215-216.
- V. I. Lenin, The Proletarian Revolution and the Renegade Kautsky (1918), LCW, Cilt 28, ss. 276-277.
- V. I. Lenin, “A Contribution to the History of the Question of Dictatorship” (1920), LCW, Cilt 31, s. 353.
- V. I. Lenin, The Proletarian Revolution and the Renegade Kautsky (1918), op. cit. s. 236.
- ibid. s. 274.
- ibid. ss. 274-275.
- V. I. Lenin, What the “Friends of the People” Are and How They Fight the Social Democrats (1894), op. cit. ss. 149-150.
- V. I. Lenin, “Preliminary Draft Theses on the National and Colonial Questions” (1920), LCW, Cilt 31, s. 145.
Evgeni Paşukanis
Evgeni Bronislavoviç Paşukanis 10 Şubat 1891 tarihinde, Kalinin yakınlarındaki Starica’da, Litvanyalı bir köylü ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi. Hukuk okudu ve 1912 yılında Bolşevik oldu. Stuçka’nın hukuk danışmanlığını yaptı. 1920 yılında emperyalizm üzerine bir çalışma yayımladı. 1924 yılında ise temel eseri olan Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm’i yayımladı. 1929 yılında, devletin sönümlemesine ilişkin görüşlerini inkar etmek zorunda bırakıldı. Devrim sonrası ortaya çıkan en seçkin hukukçu olarak değerlendirilen Paşukanis, Moskova Hukuk Kurumu’nun yöneticiliğini ve Komünist Akademi’nin başkan yardımcılığını yaptı. Adalet Komiseri Yardımcısı olarak, Başkanı olduğu Komünist Akademi Hukuk Bölümü üzerinde önemli etkisi olan, SSCB için yeni bir ceza kanunu tasarısı hazırladı. Ancak kaybolması, Stalin’in görüşleri için önemli bir engel olan bu ‘‘liberal’’ tasarıyı boşa çıkardı. Devletin sönümlenmesi konusundaki en etkili kuramcı olmayı sürdüren Paşukanis daha Ocak 1937’de, Pravda’da, doktriner nedenlerle şiddetli biçimde saldırıya uğramış ve Nisan’da ‘‘halk düşmanı’’, ‘‘yıkıcı’’ vb. olarak damgalanmıştı. Daha sonra kayboldu.