“21. Yüzyılda Kapitalist Tarım-Gıda Sistemi ve Tarım/Köylü Sorunu Tartışmaları” başlıklı makalem Praksis dergisinin 50. sayısında yayınlanalı dört yıla yakın bir zaman oluyor.
Söz konusu çalışmada 2000’lerle birlikte yeniden canlanan tarım/köylü sorunu tartışmalarının kuramsal bir değerlendirmesini sundum. Tarım-gıda bilgisi alanında, bu bağlamda gerçekleşen çeşitlenme ve kuramsal farklılaşma süreçlerinin eleştirel tarım-gıda çalışmalarının ortaya çıkışı olarak görülebileceğini ileri sürdüm. Bu temelde iddiam, eleştirel tarım-gıda çalışmalarının yükselişinin, yalnızca ana-akım liberal yaklaşımlar bakımından değil, 1960’lardan 1980’lerin sonlarına kadar ilgili literatüre kuramsal yönelimini veren siyasal iktisadî çözümlemeler bakımından da bir kırılma anı olarak işaretlenmesi gerektiğiydi. Bu kırılma, tarım/köylü sorunu literatürü bakımından post-kalkınmacı yaklaşımlar ile siyasal iktisadî çözümlemeler arasında giderek derinleşen bir kutuplaşma ve yarılma anlamına gelmekteydi. Bu kutuplaşmayı, tarihsel ve entelektüel bağlam, kuramsal varsayımlar, metodolojik stratejiler, sorunsallar ve politik önermeler düzeylerinde inceleyen çalışmam, 21. yüzyılda tarım/köylü sorunu tartışmalarının kuramsal ve politik sonuçlarının izini sürdü ve okuyucuyla paylaştı.
Praksis editörü, sevgili dostum Ali Rıza Güngen, bu makaledeki derdini ilgili okurlara hatırlatan Praksis Güncel için kısa bir yazı yazar mısın diye sorduğunda aklıma ilk gelen makalenin üzerinden geçen zaman oldu. Pek de hazzetmediğim bir düşkünlüğüm[1] olduğundan olsa gerek, zaman muhasebesi hızla hem geçmişe hem geleceğe dönük içsel bir muhasebeye evrildi. Sorgu içsel bir sorguya evrilince, insan kendisinin karşısına maharetlerini göstermek için sabırsızlanan bir jüri üyesi edasıyla çıkmaya da pek bir heves ediyor. Hadi iç sesi(mi)n çoğulluğunu “yargılayıcı beyaz adama” indirgemeyeyim de şöyle diyeyim: İç sesimin farklı karakterlerden oluşan çoğulluğunda, heveskâr yargılayıcı jüri üyesi modeline bir ayrı düşkünüm. Belki de 21. yüzyıl kapitalizminin kâhinlerinden de sayılabilecek olan “izleme-değerlendirme” uzmanı rolüne gereğinden fazla bir pay verdim, veriyorum. Velhasıl kısa blog yazısı oldu size neresinden nasıl tutacağını bilemediğim, zorlu, zorlayıcı bir sorgu.
Sorguyu, şu iki soruyla netleştireyim istedim (netleştirmek: işi iyice içinden çıkılmaz kılmak): (1) Kırsal-tarımsal ilişkilerin toplumsal analizine, kapitalist tarım-gıda sistemi eleştirilerine, bu bağlamda tarım/köylü sorunu tartışmalarına ve dolayısıyla da bu makalede dile getirmeye çalıştığım iddialara hangi güzergâhlardan nasıl geçerek geldim? (2) Geçen zaman içinde buradaki tartışmaların üzerine neler koydum / bir şeyler koyabildim mi? Ya da bugün neleri daha farklı söyler ve hatta belki de hiç söylemezdim? (Sanırım bir diğer iç ses karakteri bu soruları dışsallaştırabilir ve şöyle de ifade edebilirdi: Kapitalist tarım-gıda sisteminin eleştirel sorguları bağlamında tarım/köylü sorunu literatüründe bu makalenin yazımına giden süreçte ne gibi yönelimler, eğilimler söz konusu idi? Bu eğilimlerde son yıllarda ne gibi değişiklikler, farklılaşmalar oldu?) İzninizle ilk soruya dair bir şeyler söylemeye çalışayım, ikincisi bir başka zamana kalsın.
Lisansüstü çalışmalarıma 2005 yılında ODTÜ Sosyoloji Bölümünde başladım. Yüksek lisans ve doktora tez çalışmalarımı, Türkiye’de kır sosyolojisinin, tarım/köylü sorunu tartışmalarının önemli isimlerinden birisi olan sevgili hocam Prof. Dr. Mehmet Ecevit’in danışmanlığında yapma şansım oldu. Basitleştirmek pahasına ifade edecek olursam, Mehmet Hoca’nın üzerimdeki çok yönlü, çok boyutlu etkilerinden birisi de şu yönlendirmesi olageldi: “Tarım ve gıda ilişkilerini çalışıyoruz ama aslında kapitalizmi sorguluyoruz. Tarımı tartışırken, diyelim bir köyde buğday tohumunun tarlaya atılmasına, domatesin alınıp satılmasına ya da bir restoranda lazanya servisine bakarken genel olarak kapitalist toplumu sorguluyoruz. Kapitalizmin toplumsal, toplumsalın kapitalist karakterini dert ediniyoruz. Bunu sakın aklından çıkarma!”
Bunu biraz da şundan söylüyorum: 2000’ler, kapitalist tarım-gıda ilişkilerinde yaşanan neoliberal dönüşüm süreçlerinin (sonrasında da ivmelenerek devam edecek bir şekilde) olgunluk kazandığı yıllardı. Marks ve Engels’in Komünist Manifesto’daki ifadeleriyle söyleyecek olursam, toplumsal ve ekolojik bir ilişki olarak sermayenin “kendi suretinde / kendi imajında bir dünya yaratma” serüveninde yeni eşiklerle karşılaştığımız bir dönemde, tarım/köylü sorunu tartışmaları da yeniden ele alınıyordu. Yaşamın, var oluşun, bizatihi varlığın (yeniden) sermayeleştiği; sermaye birikiminin düzeyinin, ölçeğinin bütün bir gezegen olarak yeniden kurulduğu, bu anlamıyla dünyanın sermayenin suretinde yeniden yaratıldığı bir dönemde tarım ve gıdanın toplumsal içeriği kavramsallaştırılmaya çalışılıyordu. Salt bir kapsam genişlemesi olarak değil, kapsamı oluşturan bütün unsurların yeniden ilişkilenmesi bakımından da önemli değişiklikler yaratan; var olan bir şeyin genişlemesinin ötesinde, genişlediği oranda kendisini ve geçmişini de yeniden kuran bir ilişki olarak sermayeyi kavramaya çalışırken… Bu yeni eşikleri sermayenin gıda rejimi odağında somutlaştıracak olursak genetik ve biyoteknoloji alanındaki gelişmeler, dikey tarım, topraksız tarım, hücresel tarım, hassas tarım, dijital tarım, akıllı tarım gibi gelişmeler ilk akla gelenler. La Via Campesina’nın itirazıyla ifade edecek olursak sermayenin, “köylüsüz/çiftçisiz tarım” yaratma çabaları ve/ya gıdanın kendisini bir yazılım olarak kurgulamaya kadar varan arayışları içinde tarım/köylü sorununu yeniden analiz etmeye, kavramsallaştırmaya çalıştığımız bir dönem. Bir süredir kırı, tarımı ve gıdayı birbirlerinin bileşkesinde ele almak gerektiği konuşuluyordu zaten. Şimdi ise tarım ve gıdayı ve bunlar arasındaki ilişkileri biyoekonomi ölçeğinde ve derinliğinde sermaye merkezli bir şekilde yeniden kuran koşullarda tarım/köylü sorununu yeniden konuşuyoruz.
Sermayenin değerlenme alanını, yaşamın / gezegenin kendisi düzeyinde yeniden kurma çabalarının mevcut yönelimleri ve biçimleri, bunların tarihsel, toplumsal, siyasal, ekolojik, kültürel, ekonomik sonuçları, bütün bunlara nasıl dur deneceği, kısacası bu hikâyenin nasıl kavranacağı meselesi çok farklı alanlarda oldukça zengin tartışmaları da beraberinde getirdi, getiriyor. Bir yandan geleceğe dair kaygılar ve/ya arayışlar temelinde güncel soru(n)lar (iklim krizi, biyoçeşitlilik kaybı, açlık ve yoksulluk, gıda güvencesi, sürdürülebilirlik, vb.) zengin tartışmaların ve kuramsal açılımların konusu oluyor. Elbette bu sadece tarım/köylü sorunu bağlamında eleştirel tarım-gıda çalışmaları ile de ilgili değil. Örneğin feminist açılımlar temelinde toplumsal yeniden üretim kuramı ve ilgili tartışmalar, ekoloji-doğa merkezli kuramsal açılımlar, insan – insan-olmayan ilişkilerine ve etkileşimlerine dair genişleyen tartışmalar, ırksal kapitalizm kavramsallaştırmaları, ilk(s)el birikim kavramının güncel ele alınışları gibi listesi rahatlıkla uzatılabilecek ‘yeni’ tartışmalar bu bağlamda değerlendirilebilir. Diğer yandan, bugünün sorunları ve gelecek arayışları geçmişin bakiyesini, insanlığın, doğanın, kapitalizmin tarihini yeniden yazmaya bir çağrı çıkarıyor. Çevre/doğa tarihi literatürünün gelişmesi, kapitalist modernitenin köklerine ilişkin zenginleşen tartışmalar, “küresel tarih” kavramının ve literatürünün gelişimi gibi yine listesi uzatılabilecek kuramsal ve ampirik açılımlar da bu bağlamda değerlendirilebilir.
Bütün bu geniş kapsamı da gözeterek, tartışmalarımın bir diğer aksında ise – yine Mehmet Hoca’nın etkisiyle – modernite-postmodernite tartışmaları bağlamında özne sorgusu meselesi yer aldı. Şu tip sor(g)uları kastediyorum: Kırsalda, tarımda, tarım-gıda ilişkileri içinde ne türde ve nasıl özneleşme süreçlerinden bahsedilebilir? Tarım-gıda alanında toplumsal, siyasal, kültürel, ekolojik ve ekonomik özneleşme süreçleri hangi dinamikler içinde nasıl cereyan etmektedir? “Köylü” öznesi hem kavramsal düzeyde hem toplumsal, tarihsel düzeyde nasıl kuruluyor ve/ya kurulamıyor? Bütün bu özneleşme süreçlerinin kapitalist karakterinden ne anlıyoruz? (…)
Tarım/köylü sorunu tartışmaları odağındaki kuramsal/kavramsal iddialarım da kabaca yukarıdaki güzergahlar içinde, bir toplumsal ve ekolojik ilişki olarak sermayenin analizine ve eleştirisine dönük bu geniş kapsamdaki arayışlar içinde bir arayış olarak şekillenegeldi. “21. Yüzyılda Kapitalist Tarım-Gıda Sistemi ve Tarım/Köylü Sorunu Tartışmaları” makalesi de bu bağlamda sorup peşine düştüğüm (belki de makalede yeterince açık olmayan) şu sorulara yanıt arayışının bir ürünü oldu:
- Neo-klasik iktisat, kalkınma iktisadı, modernleşmeci okullar, gibi ana akım yaklaşımların yanı sıra klasik ve çağdaş sosyoloji kuramları ile kimi Marksist çevreler tarafından da 20. yüzyılda miadının dolduğu / dolacağı iddia edilen; bu bağlamda kapitalizm kavramsallaştırmaları bakımından kuramsal, olgusal ve politik olarak marjinalleştirilen tarım, kır ve köylülük, nasıl ve hangi toplumsal dinamikler çerçevesinde giderek artan bir ilginin konusu olmaktadır? 21. yüzyılın karakteristik gelişmelerinden birisinin, köylülüğün tarım-gıda analizlerinin ve siyasetinin merkezine yerleşmesi olarak belirmesini nasıl ele alabiliriz?
- Toplumsal, coğrafi, siyasal, kültürel, tarihsel, ekolojik, vb. olarak birbirinden önemli farklılaşmalar sergileyen; bu anlamıyla homojen bir topluluk olarak tarif edilemeyecek yerkürenin güneyinden ve kuzeyinden “köylülerin” kapitalist-endüstriyel tarım-gıda sistemi karşısında bir araya gelerek ‘ortak’ bir ses, bir çığlık yükseltmelerinin kuramsal karşılığına dair neler söyleyebiliriz? Örneğin, günümüzün önemli toplumsal hareketlerinden birisinin kendisini “Köylü Yolu” (La Via Campesina) olarak tarif etmesini; “köylü tarımı”, “köylü bilgeliği” gibi nosyonları merkezine alan gıda egemenliği, yerel gıda sistemleri, alternatif gıda ağları gibi kavramların/hareketlerin ortaya çıkışını kapitalizm çözümlemeleri ve tarım/köylü sorunu kavramsallaştırmaları bakımından nasıl anlayabiliriz?
Ne mutlu bana ki bu sorulara yanıt arayışlarım Praksis gibi kendisinden çok şey öğrendiğim, varlığından mutluluk duyduğum bir mecrada da yayınlanmaya değer görüldü.
Müsaadelerinizle son bir kişisel not ile bitireyim. Bu makaleyi yazarken “Barış Bildirisi” imzacılarından birisi olmam nedeniyle araştırma görevlisi olarak çalışmakta olduğum Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyoloji Bölümünden (ve Türkiye’de herhangi bir üniversitede ve herhangi bir kamu kurumunda çalışma ihtimalinden) ihraç edileli yaklaşık iki yıl geçmişti. Bu makale, bir yanıyla da ihraç sonrası koşullarda en azından doktora tezini bitirmeyi başarabilmiş ancak akademik bir kariyeri sürdürüp sürdüremeyeceği ziyadesiyle şaibeli birisinin akademiye tutunma çabası idi. Devam eden bu çabaya (ve şaibeye) nereden geldiğim, nasıl devam edeceğim ve/ya devam edip edemeyeceğim ise ayrıca bir muhasebenin konusu olsun!
[1] Huy mu desem, hobi mi desem derken, dileyenin içini dilediğince olumlu, dileyenin ise yine dilediğince olumsuz doldurabileceği “düşkünlük” düşüverdi dilime.
Görsel: Combine Harvester by Wolfgang Weiser from Pixabay