Aşikâr olanı tekrar ederek başlayalım: Hatay merkezli 6.4 büyüklüğündeki depremin ardından işçilerinin fabrikadan çıkmasına izin vermeyen Antepli sanayicilerle Hatay’da 138 saat kaldığı enkaz altından kurtarıldıktan hemen sonra “param yok, ne olur beni özel hastaneye götürmeyin” diyen Emine Hanım tabii ki aynı gemide değil. Felaketin hemen ardından hisseleri tavan yapan çimento ve inşaat firmalarının sahipleriyle enkaz altında kalanları kurtarmak için canları pahasına didinen maden işçileri “tek yürek” olmuş değil.
Aksi yöndeki tüm laf kalabalığına karşın deprem gibi felaketler mevcut eşitsizlik ve hiyerarşileri ortadan kaldırmak bir yana bunları daha da pekiştirir. Naomi Klein bu hususta şöyle yazıyor: “Köklü adaletsizliklerin genelde ırksal fay hatlarını takip ettiği son derece eşitsiz toplumlarda felaketler, bizleri pofuduk bir insanlık ailesinde birleştirmez. Evvelden var olan ayrımları alır ve onları daha da derinleştirir, böylece felaketten önce zaten çokça sıkıştırılmış olan insanlar felaket sırasında ve sonrasında ekstra acı dozuna tabi tutulur.” (s.183)
Felaket karşısında “aynı gemide olduğumuz” iddiası koftur. Gemi aynı olsa da hepimizin o felakete sürüklenen gemideki yeri ve dolayısıyla yolculuğu sağ salim tamamlama ihtimali bambaşkadır. Kapitalizmde felaket karşısında kaynaklar, “Titanik paradigmasına” göre, yani “Titanik’teki tahliye sandalları gibi” örgütlenmiştir. Mike Davis bu hususta şöyle yazıyor: “Şirketin katı tutumu nedeniyle birinci sınıf yolcuların bir kısmı, hatta mürettebatın bir kısmı boğularak hayatını kaybedecektir; üçüncü sınıfta yolculuk eden yoksullarınsa tek bir cankurtaran sandalları bile olmayacak, bu yüzden hepsi buz gibi sularda yüzerek hayatlarını kurtarmaya çalışmaktan başka bir şansa sahip olamayacaklardır.” (s.193-4)
Ancak felaketin sadece yıkıcı sonuçları eşitsiz dağılmakla kalmaz, yıkım aynı zamanda sermaye için bir fırsattır da. 1999 depremi inşaat odaklı bir sermaye birikimin rejiminin nasıl müşevviki olduysa şimdi de inşaat ve müteahhitlik firmaları depremin yarattığı yıkımın üzerine açılacak ihalelerden pay kapmak için yarışıyor. Canlı yayınlanan sadaka ayinlerinde döktükleri timsah gözyaşlarına bakmayın. Timsah gözyaşları malum, timsahın kurbanını yerken gözünün sulanmasından ibarettir.
Marx Kapital’de, “toplumdan gelen bir zorlama olmadığı sürece, sermaye, işçinin sağlığına ve ömrünün uzunluk veya kısalığına karşı kayıtsızdır” diye yazıyordu. Ona göre emekçilerin hayatını yıkım getiren büyük küçük felaketler karşısında sermayenin tutumu açıktı: “İşçinin beden ve ruhça bozulduğu, zamansız öldüğü, aşırı çalışma işkencesi altında kıvrandığı yolundaki yakınmaya onun cevabı şudur: Bu acılar keyfimizi (kârımızı) artırdığına göre, niye bizi dertlendirsin?”
“Bırakınız yapsınlara” (laissez- faire) “bırakınız ölsünlerin” (laissez-mourir), yani nüfusun bir bölümünü ölüme terketme, ölüm tehlikesiyle karşı karşıya bırakma gücünün eşlik etmesi, bilhassa neoliberal kapitalizmin adabından. Türkiye’de yirmi küsür yılı geride bırakmış siyasal iktidar bu “adabı” adeta bir yönetim tekniği haline getirmiş, açıkça imhacı bir eğilimi temsil eder hale gelmiştir. İktidara içkin bu yıkıcılığın teşhirine, iktidarın felakete yol açan koşulların oluşumundaki sorumluluğunun hatırlatılmasına dönük her girişimin adeta bir öfke nöbetiyle, açık bir nefretle, küfürlerle karşılanmasının nedeni de bu.
Bu öfkeye hakkettiği öfkeyle, nefrete hakkettiği nefretle karşılık verilmesi zorunlu. Lenin, “Sol” Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı’nda burjuvazinin “sınıf politikacılarına” karşı duyulan “soylu bir proleter kinin”, emekçiler için gerçekte “bilgeliğin başlangıcı” olduğunu vurguluyordu. Elbette sadece bir başlangıç ama kaçınılmaz bir ilk adım. Çünkü aşağılananlar, hor görülenler, ölüleri üzerinde tepinilenler ancak mukabil nefretle doğrulabilir, ayakları üzerinde durabilirler.
Engels İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu’nda burjuvazinin sosyal cinayet düzenini teşhir ederken “bugünkü toplumumuzda işçi, ancak burjuvaziye karşı nefret duyarak ve ona karşı çıkarak insanlığını kurtarabilir” diye yazarken tam da bu hususu vurgular. Engels için nefret, “işçiyi amacına yaklaştıran tek doğru yol”dur. Nefret, emekçilerin saygınlıklarını yeniden elde etmeleri, kendi kaderlerine egemen olabilmeleri için zaruri bir duygudur. Emekçilerin “özgür kişiler gibi düşünmeleri ve hissetmeleri”nin yolu, “ancak kendilerini ezen, onları bu duruma sokan ve makinelerin düzeyine düşüren bu düzene karşı besledikleri nefretleri”dir.
Bu elbette bir “sınıf nefreti” olmalıdır. Üzerimizde hâkimiyet kuran, emeğimizi ve bedenlerimizi tahrip eden bir toplumsal güce yöneltilen bir nefret. Bu nefretin kör bir öfkeye yönelmemesi, hedefinden saparak yozlaşmaması için elbette örgütlülükle ve stratejiyle donanması zaruri. Ancak bu düzenin bitimsiz zorbalık ve barbarlığı karşısında radikal ve “yapısal” bir nefreti örgütlemek ilk adım olmalı. Üzülmek kadar öfkelenmek, yas tutmak kadar kin tutmak da elzem. China Miéville’in dediği gibi, “Bizleri tüketen, solduran ve öldüren bu nefret dolu, nefret yayan ve nefret tellallığı yapan zulüm sisteminden nefret etmeliyiz”.
Bu makale, daha önce, Foti Benlisoy’un kişisel blog‘unda yayınlanmıştır.
Foti Benlisoy’un Deprem, Felaket Kapitalizmi ve Direniş adlı broşürüne de şuradan erişilebilir.
Foti Benlisoy
1976 yılında İstanbul’da doğdu. Çevirmen ve editör olarak çalışmaktadır. Yazı ve makalelerine kişisel blog'undan erişilebilir. Yayınlanmış kitaplarından bazıları arasında, Kapitalist Kıyamet: Sermaye mi Dünya mı?, Gelecek 1917: Tarih, Devrim, Kültür (Y. Doğan Çetinkaya ile birlikte), Kahramanlar Kurbanlar Direnişçiler: Milli Mücadele’de Yunan Ordusu’nda Komünist Propaganda, Grev ve İsyan (1919-1922), Türk Milliyetçiliğinde Katedilmemiş Bir Yol ‘Hıristiyan Türkler’ ve Papa Eftim (Stefo Benlisoy ile birlikte), 21. Yüzyılın İlk Devrimci Dalgası, bulunmaktadır.