Praksis Güncel

güncel tartışma platformu

Lenin’in alternatifi – 2

Bu içeriği paylaş:

Bugün, kesişen mücadelelerin çoğaldığı bir dönemde böyle bir perspektifi yeniden inşa etmek ve güncellemek, Lenin’in ikili iktidar kavramının modern siyaset teorisinin ana akımlarına nasıl radikal bir alternatif önerdiğini ya da Lenin’in çekici bir şekilde adlandırdığı gibi ‘tamamen farklı türden bir iktidar’ kavramını tam olarak anlamamızı gerektirir. Bununla birlikte, çağdaş radikal düşüncenin en yenilikçi akımlarından biri (ve Lenin’in en yaratıcı okuyucularından biri), onu nihayetinde egemenlik paradigmasıyla uyumlu, hatta antagonistik bir şekilde okuma eğilimindedir.

İkili iktidar durumu bir kurucu iktidar anı mı?

Antonio Negri, ikili iktidarın teorik önemini, acımasız tarihin erimiş, devasa gücüne dayattığı daraltıcı anayasal formdan kopan özgün bir kurucu iktidarın yeniden patlak verme anı olarak anlar. Bu yaklaşım, 1992 tarihli İsyanlar adlı eserinde önerilmiştir, ancak bu pasajlar doğrudan 1977’de Lenin üzerine yaptığı önceki önemli çalışmasına dayanmaktadır [26]. Negri’nin İtalyan “anni di piombo” (kurşun yılları) kazanında Lenin üzerine ‘dersleri’, aslında burjuva iktidar biçimleri üzerine önceki çalışmalarından (örneğin, 1970 tarihli Descartes politico) bunlara somut alternatifler keşfetmeye yönelik sonraki çalışmalarına geçişinde belirleyici bir aşamaydı [27]. Nitekim, geriye dönük olarak baktığımızda, Negri’nin 1980’lerde ve sonrasında Spinoza üzerine etkili ve tartışmalı okumalarında “potential” ve “potestas” arasında niteliksel bir ayrım önermesinin, aslen Lenin ile ilişkili olarak siyasi bir düzlemde keşfedilen temaların metafizik bir devamı olduğunu görebiliriz [28].

Bu yaklaşım için ikili iktidar durumu, her anayasal düzenin temelinde yatan niteliksel olarak farklı bir yaratıcı gücün yeniden ortaya çıkışı olarak görülür; bu güç bastırılabilir veya çarpıtılabilir, ancak asla tükenmez veya yok edilemez. Yeniliğin ilksel gücü olarak, bu vizyonda kurucu iktidar, bir zamanlar mevcut ancak şimdi yok olmuş bir neden gibi işlev görür; yarattığı yeni anayasal düzene geçiş yapar, tıpkı yaratımına karışıp yok olan bir ‘yok olan Tanrı’ gibi. Ancak ontolojik olarak birincil olduğu ölçüde, kurucu iktidar, doğumuna başkanlık ettiği biçim içinde varlığını sürdürür; bu, ‘yeniliğin kalıcılığı’ ya da anayasal düzen er ya da geç yozlaşma ve çöküşe geçtiğinde yeniden canlanmanın gizli tehdidi olarak ortaya çıkar [29]. Bu şekilde anlaşıldığında, ikili iktidar, devrimci krizin tekilliğine dair Marksist bir teorinin (her zaman aşırı belirlenimlerin yeni bir aşırı belirlenimi) doğal hukuk geleneğinin temel varsayımıyla, yani siyasi eylem ve iktidarın nihai olarak genel ve ontolojik temeliyle birleşimini temsil ediyor gibi görünür. Ancak bu varsayım temelinde, kurucu iktidarın gerçekten ‘doğal bir tarihi’ olabilirdi [30].

Ancak, ikili iktidar durumunu özgün bir kurucu iktidar açısından kavramak, onun zamansal ve ontolojik önceliğini güvence altına alabilse de, onu doğumundan kısa bir süre sonra ölmeye mahkum eder. Çünkü Lenin’in iddia ettiği gibi, böyle bir güçler ‘iç içe geçmesi’ uzun süre dayanamaz. İkili iktidar durumu, tanımı gereği, egemenliğin ‘normal’ işleyişine bir istisnadır; yani Bodin’in terimleriyle, mutlak, bölünemez ve sürekli olma iddiasına bir istisnadır. ‘Kalıcı ikili iktidar’ durumu fikri ne kadar cazip görünse de – yani, halkın siyasi örgütlenmesinin (görece) özerk kurumlarının, uzun süren bir yapısal kriz boyunca devlet iktidarının yerleşik biçimlerinin yanında var olması ve onu ara sıra gerilla benzeri çatışmalarla rahatsız etmesi – bu, kurucu iktidar kavramının kalbinde yatan temel paradokslardan birini çözmez [31]. Bu paradoks, kurucu iktidarın ancak bu şekilde yapılandırılabileceği – ve kritik olarak, ancak kurucu iktidar olarak ayırt edilebileceği – kökeninde yattığı düşünülen kurulu iktidarla zamansal ve biçimsel farklılıklarına atıfla mümkündür.

Bu farklılıklar zamansal terimlerle kavrandığında, kurucu iktidar, modern egemen devletin hem öncesinde hem de içinde görünür; bu, devletin konsolidasyonunun aşması gereken tarihsel ve yapısal temeli temsil ettiği anlamındadır (Hegelci karşılıklı ve eşzamanlı iptal ve koruma anlamında). Öte yandan, biçimsel bir ilişki olarak anlaşıldığında, kurucu iktidar, anayasal düzeni öncelemez, aksine mevcut anayasal düzenin olasılık koşulu olarak aşkın (transandantal) bir şekilde konumlandırılır ve böylece geriye dönük olarak ‘yok olmuş bir neden’ olarak belirlenir [32]. Her iki durumda da, kurucu iktidar, toplumsal sözleşmenin soyut köken anına bir alternatif olarak işlev görür – ancak nihayetinde daha az soyut ve mitik olmayan bir alternatif.

Kalıcı veya uzun süreli bir ikili iktidar durumunda, zayıf bir şekilde ortaya çıkan kurucu iktidar, yerleşik düzene yapısal olarak tabi kalacak, performatif olarak özerklik iddiasında bulunacak, ancak bu iddia, antagonistinin varlığını tanıdığı sürece gerçekleşebilecektir. Böyle bir ‘düşük yoğunluklu ikili iktidar’ durumu ne kadar uzun sürerse, kurulu iktidarın kendini tek organizasyonel siyasi örnek olarak yeniden ortaya koyma fırsatları o kadar artar. Son 30 yılda Zapatista ayaklanmasının kontrol altına alınıp, yavaş yavaş tükenmesinden, Arap Baharı’nı ve yankılarını besleyen meydan hareketlerinin, ‘normallik’ – Mısır’da otoriterlik ya da Türkiye’de parlamenterizm– kendini yeniden dayattığında dağılmasına kadar- radikal hareketlerin yükselişi ve düşüşü, bu trajik diyalektiğin bolca kanıtını sunmuştur.

Bununla birlikte, ikili iktidarın böyle bir ontolojik anlayışının gözden kaçırdığı şey, yalnızca Lenin’in ikili iktidarın geçici istisnai statüsüne, bir ara dönem olarak vurgu yapması değildir. Aynı zamanda, Sovyetlerin Lenin için gerçekten de egemen otoriteye benzer bir ‘iktidar’ı [vlast] temsil ettiği, ancak “tamamen farklı türden bir iktidar” olduğu gerçeğini de ihmal eder. Bu farkın doğası neydi? Sovyet iktidarı, Geçici Hükümet’in iddia ettiği iktidarla ölçülemez olduğu için farklı değildi; ortak bir ölçü, iki farklı hükümet biçiminin aynı sosyal formasyonda üstünlük için rekabet eden iddialarda bulunmasıyla kaim konjonktür tarafından zaten dayatılmıştı. Ne Sovyetler ne de Geçici Hükümet kendilerini yalnızca genel iktidar biçimleri olarak (Weberci terimlerle, Macht, yalnızca eyleme kapasitesi olarak) ortaya koymadı. Daha ziyade, her ikisi de 1917’nin çok özel somut durumunda somut üstün otorite olarak işlev görme iddiasında bulundu – Weberci tabirle, eylemleri kısıtlayabilecek ya da isteksizce de olsa gerçekleştirmeye zorlayabilecek Herrschaft [egemenlik] olarak [33]. Geçici Hükümet’in kararnameleri en azından pasif ya da zımni bir rızayı (stratejik olarak konumlanmış nüfus kesimleri tarafından aktif olarak karşı çıkılmama anlamında) kazanabilseydi, Sovyetler’in alternatif bir hükümet iktidarını temsil etme iddiaları uzun süre ciddiye alınmazdı.

Peki Sovyetlerin üstün otorite iddiasına yapılan bu vurgu, Antonio Negri’nin ileri sürdüğü gibi, Lenin’in ikili iktidar kavramının nihayetinde yakın çağdaşları Max Weber ve Carl Schmitt’te bulunan “tek sesli iktidar anlayışı” ile uyumlu olduğu anlamına mı geliyor [34]? Yani bu ikili iktidar kavrayışı istemeden de olsa egemenlik paradigmasına -Lars Lih’in kışkırtıcı bir şekilde öne sürdüğü gibi daha sade Hobbesçu varyantıyla olmasa bile [35]- en azından on dokuzuncu yüzyıldan itibaren (ve soğuk savaşın ardından giderek artan bir şekilde) dayanıklı bir hükümet rejimi için tarihsel olarak geçerli tek temel olarak onaylanan ‘halk egemenliği’ varyantıyla evet mi demiş oluyordu [36]?

Lenin’in iddiası, Sovyetlerin, ister mutlakiyetçi ister halkçı olsun, siyasi otoritenin egemen modeline dahil edilmelerini engelleyen “tamamen farklı bir türden bir iktidarı” temsil ettiğidir. Bu, iktidarın hem nasıl üretildiği hem de nasıl işlediği açısından tamamen farklı bir türden egemenlikti. O egemen otorite olarak değil de, egemen otoritenin yerine geçen bir şey olarak işliyordu. Sosyal düzenin yapısında egemenliğin merkezinde yer alan temsiliyetin yok edici mantığı, kendisine karşı çevrilmişti; Sovyetlerin toplumdaki belirleyici süreçler üzerindeki kontrolü -halk güçlerinin inisiyatiflerinin yok ettiği- hükümran otoriteyi ‘yeniden temsil ediyordu’.

Üretim: Bir yanda, Geçici Hükümet’in, modern egemenliğin üretimine dair hakim paradigma içinde yapılmış: anayasal biçimle garanti edilen yasallık, temsiliyet yoluyla üretilen meşruiyet (ne kadar sınırlı olursa olsun), komuta üstünlüğü, hukuka işlenmiş zamansal süreklilik vb. gibi iddiaları vardı. Öte yandaysa, Sovyetler, siyasi temsilin her zaman geri çağrılabilir niteliğinde ısrar eden eski bir devrimci geleneği devralmıştı. Sovyetlerin kararlarının uygulanmasının sürekli gözden geçirilmesi – yani, yürütme, yasama ve idari yetkilerin birbirini karşılıklı düzeltmesi yoluyla organik bir ilişki içinde eklemlenmesi – sürekli yeniden düzenlemenin temeli olan her zaman gözden geçirilebilir bir siyasi düzen biçimini oluşturuyordu. Marx’ın Paris Komünü üzerine düşüncelerine yeniden atıfta bulunacak olursak, bu siyasal düzen “baskıcı” değil, “genişleyici” bir siyasi biçime denk düşüyordu [37].

İşleyiş: Geçici Hükümet’in kırılgan egemen otorite olma iddiası, temelde siyasal komuta ve düzenlemenin sosyal üzerindeki önceliğini ve siyasi iktidarın uygulanmasının amacı olarak düzenin sürekliliğini savunmayı amaçlıyordu. Diğer bir deyişle, Geçici Hükümet’in vlast’ı, mevcut düzeni ve onun kamusal yaşamın yapılandırıcı ilkesi olarak temelini oluşturan özel mülkiyet ‘hakkı’nı korumayı amaçlıyordu. Lenin’in argümanına göre Sovyetlerse, (modern temsili) “terimin gerçek anlamında devlet”in bir varyantı olarak değil, onun temel mantığından yeni başlayan bir kopuş biçiminde tasavvur edilmişti. Onların toplumdaki en yüksek karar merci olma iddiası da rakiplerinin (Geçici Hükümet, ç.n.) bu yöndeki iddiasına karşı özel bir reddediş olarak olumsuz bir şekilde ortaya çıktı. Kışlık Saray’ın dramatik şekilde ele geçirilmesi, bu anlamda aslında egemenliğin yerinin işgal edilmesinden ziyade, bu mekanın karşıt güçler tarafından ele geçirilip, içinin içeriden boşaltılmasını önlemek için kuşatılmasıydı. Bu, Sovyetlerin işleyişinin doğasında sürekli olarak gerçekleştirdikleri yeniden düzenlemeyi engelleyebilecek herhangi bir üstün gücün – Sovyetlerin kendi gücü de dahil olmak üzere – varlığını tanımayı reddetmekti; bu güç, kendi kendini doğrulayan bir şey değil, halkın güçlendirilmesi gibi siyasi bir amacın aracıydı.

Bu nedenle, Geçici Hükümet ve Sovyetler tarafından temsil edilen iktidar türleri arasındaki fark, iki niteliksel olarak farklı iktidarın ölçülemezliği ya da yalnızca bir güç setinin diğerine karşı simetrik bir antagonistik çatışması (güç fazlalığıyla çözülebilecek) meselesi değildi. Fark, onların egemenlik yerini işgal etmelerinin hem ifade ettiği hem de ürettiği iktidar türünün doğasında ve işlevinde yatıyordu. René Zavaleta Mercado’nun bir formülasyonunu çeşitlendirerek, bu farkı “ikili iktidarın ikiliği” olarak tanımlamayı öneriyorum [38].

“İkili iktidarın ikiliği” ve Bolşeviklerin kumarı

Zavaleta, Lenin (ve ardından Troçki) tarafından teorileştirilen devrimci durumun “tek, klasik anlamıyla benzersiz bir iktidarın” ikiye bölünmesini değil, “iki iktidar, iki tür devlet”in ortaya çıkışını içerdiğini vurgulamak için “ikili iktidar” (poder dual) veya “çifte iktidar” (doble poder) yerine “iktidarların ikiliği” (dualidad de poderes) kavramını tercih etti [39]. Ancak bu teorileştirme bana göre hâlâ belirsizdir; bir yanda iktidarların nicel bir farkı (çoğunlukçu ve azınlıkçı, halkçı ve elitçi) ile diğer yanda farklı şekillerde yapılandırılan ve işleyen iktidarların nitel bir ayrımı (“iki tür devlet”) arasında sıkışıp kalmıştır. Ancak her iki durumda da bu iktidarlar, aynı nesneye (toplum, bu farklı güçler arasındaki mücadelenin ortak ödülü) etki etmeye çalışmaktadır.

“İkili iktidarın ikiliği” kavramını yeniden ele alarak, egemen otorite yerini işgal etmek için mücadele eden iki güç arasındaki dengesizliği vurgulamayı amaçlıyorum. Bir güç – Geçici Hükümet – egemen gücü elde etmek ve korumak için çaba gösteriyordu; bu güç, Poulantzas’ın terminolojisini kullanırsak, tüm toplumsal çatışmayı kendi içinde ‘yoğunlaştırmayı’ ve böylece düzenlemeyi hedefleyen ‘birleştirici bir güç’tü. Burada egemenlik, hem kendi içinde bir amaç hem de kendi kendini yeniden temsil eden bir şey olarak işliyordu; Lih’in Hobbesçu terimlerle belirttiği gibi, düzeni sağlamak ve tebaasının (pasif) itaatini güvence altına almak için “hepsini ezmeyi” ve “onlara korku salmayı” hedefliyordu.

Öte yandan, Sovyetlerin temsil ettiği güç, Kışlık Saray’ın ele geçirilmesiyle gerçekten de egemenliğin ‘normal’ yerini işgal etmeye çalıştı; ancak bu ele geçirme, mevcut egemen sistemin sürdürülmesi için ‘iktidarı ele geçirme’ amacını taşımıyordu. Aksine, sadece Geçici Hükümetin değil, genel olarak egemen otoritenin normal işleyişini devre dışı bırakmak için yapılan bu el koyma, böylece Sovyetlerin halihazırda işleyen gücünün genişlemesine izin vermek, egemen otoritenin ‘yerini’, sürekli sosyo-politik yeniden düzenlemenin siyasi bir ilişkisi olarak “yer olmayan” bir yere doğru eritmeyi amaçlıyordu. Lih’e karşı olarak, Lenin’in “Bütün iktidar Sovyetlere!” sloganının tarihsel olarak somut ve patlayıcı anlamı tam da bu noktada yatıyordu – bu slogan, komünist bir Leviathan’ın doğrulanması değil, örgütsel ve birlikçi unsurların hiyerarşik birliğini temsil eden egemenliğin sürekliliğinin yerine devrimci hareketin sürekliliğini koyma anlamına geliyordu [40].

Janus gibi iki yüzü bulunan Sovyetler, bir yandan modern egemenlik paradigmasına hem katılmış hem de katılmamıştı. Ancak Bolşeviklerin korkunç kumarı burada yatıyordu. Bolşevikler, Ekim ayaklanması ve Geçici Hükümetin resmiyetinin bile feshedilmesiyle hükümet sorumluluğunu üstlenmenin zamanının geldiği konusunda ısrar ederek, Paris Komünü tipi bir ‘işçi hükümeti’nin popüler ifadesi olarak Sovyetlerin egemenliğin yapısökümcü çözülüşünde devrimin sürekliliğini sağlayacak siyasi ilişkiselliği ve dolaysızlığı üzerine kumar oynuyorlardı. Ekim’i hızla takip eden aksilikler ve geri dönüşler boyunca, iç savaştan NEP’in kuruluşuna ve bir ‘kültür devrimi’ girişimi olarak Birleşik Cephe siyasetine kadar, Rus devrimci süreci, Stalin’in karşı devriminin çıplak, mutlakiyetçi egemenliğinin restorasyonu tarafından kesin olarak süpürülmeden önce, bu kırılgan ütopik vizyonu ve deneyimi yeniden yakalamak için giderek daha çılgınca girişimlerle damgalandı.

Lenin’in “Başka Türlü Siyaset Önerisi” Bize Neleri Hatırlatıyor

Egemen devlet iktidarının ‘yüksek zirvelerinde’ izole olan Rus Devrimi’ndeki kendine özgü ikili iktidar deneyimi, klasik anlamda sert bir egemenlik sisteminin geri dönüşünü engelleyemedi – ya da Gramsci’nin terminolojisini tekrar kullanacak olursak, örgütlenmenin birlikteliğe üstünlüğünün yeniden teyit edilmesini ve tüm toplumsal unsurların siyasi toplumun rasyonalitesine tabi kılınmasını önleyemedi. Bu deneyim, yirminci ve yirmi birinci yüzyıllar boyunca diğer tüm büyük halk ayaklanmalarının sonunda o kadar sık tekrarlandı ki, bugün artık çoğu insanın nazarında siyasi toplumun çözülmesi, zararlı bir ütopyadan başka bir şey değidir. Düzen partisi siyasetinin kaçınılmazmış gibi görünen geri dönüşüne direnmek hala mümkün mü? Başka türden bir siyasetin ortaya çıkması için nesnel bir açılım – bir fırsat – olarak ikili iktidar durumu bugün hala mümkün mü?

Bu soruya somut yanıtlar yalnızca günümüzde devam eden mücadele hareketlerinin içinde ve onlar tarafından önerilebilir – bu hareketler, başka bir yerde de savunduğum gibi, genellikle düşünüldüğünden çok daha canlı ve yaratıcıdır [41]. Bugünle 1917’de Sovyetlerde kristalleşen devrimci enerjiler arasındaki mesafeyi vurgulamaya gerek yok. Yenilgiye dair (ki bu yenilgi çoğunlukla muhayyeldir) son 50 yılda provası iyi yapılmış hakim anlatı bize sürekli içinde bulunduğumuz postlapsaryan[1] durumu hatırlatıyor. Yine de dikkat çekici olan, son dönemdeki (isyan) hareketlerinin, her ne ne kadar sınırlı ve çelişkili olsa da, halk katılımı, müzakere ve kolektif içinde güçlenme gibi dinamikleri yeniden keşfetmesiyle karakterize edilmiş olmasıdır. Lenin’in ‘başka türden bir siyaset’ olasılığına ilişkin önerisi, bu hareketlere, çabalarına kalıcı eleştirel mihenk taşları olarak eşlik etmesi gereken dört temel ilkeyi hatırlatıyor:

Birinci ilke: Birincisi: şu anda resmi egemen ve temsili biçimleriyle oluşturulduğu haliyle siyaset, madunlaşmaya karşı bir panzehir değildir. Aksine halkın ve madunların taleplerinin yok sayılması ve bunların yerleşik siyasi ve yargısal alanlarda yoğunlaşmış komuta hiyerarşileri içinde temsil edilmesi mantığına her zamanki güveniyle, madunluk deneyimini tüm toplumsal alan boyunca genelleştirme ve normalleştirmenin en güçlü mekanizmalarından biridir. Hiçbir egemen güç bizi kurtarmayacak…

İkinci ilke: Günümüzde radikal siyasetle uğraşmak, yalnızca kurumsal ya da resmi siyasetin sınırlarının değil, aynı zamanda bildiğimiz haliyle siyasetin -hatta bazen özellikle radikal siyasetin- hareketlerimizin çözmeye çalıştığı sorunların bir ifadesi olmaya devam ettiği gerçeğinin tamamen farkında olarak hareket etmek anlamına gelir. Komuta hiyerarşileri, sınırlı veya kısıtlayıcı grupların üstünlük iddiaları, (hareket ve örgüt-içi) enerjiler ve farklı eğilimleri bastıran uygulamalar veya yapısal tıkanıklıklar: Bu olumsuzlukların hiçbiri bugünkü hareketler gibi çeşitli geçmişler, talepler ve hedeflerin kesişiminde şekillenen muhalif siyasi kültürler için de yabancı değildir. Egemen iktidarın zaptedilmesi değil, onun yapısöküme uğratılması devrimci siyasetin nihai hedefi olmaya devam ediyor.

Üçüncü ilke: Siyaset tek başına yeterli değildir. Siyasal modernitenin dayandığı, birlikteliğin örgütlülüğe tabiyetini pekiştirmeyen bir siyaset türü, hâlâ geleceğe dair bir proje olarak duruyor. Bu elimizin altında hazır bulunan bir miras değildir. Mevcut siyaset pratiklerinin sınırları içinde yalnızca ‘daha fazla siyasi olmak’, kendi başına yeterli değildir. Belirleyici olan, özgürleştirici hareketlerin mevcut siyasi yapılarla ilişkisinde sergiledikleri ve daha da önemlisi, bu hareketlerin kendi içlerinde yeni siyasi yapıların inşasına dair yenilikçi yaklaşımlarında saklı bulunan siyaset türüdür. Devrimci hareketin sürekliliği, devrimin kendi içindeki devrimlerin gerekliliğini de içerir.

Dördüncü ve son ilke: Hem kurumlar hem de daha da temelde kriz anlarında kurulu düzeni eski haline getirmeye çalışan yönelimler olarak temsiliyet ve egemenliğin somut eleştirisi olan “desubalternizasyon” (tabi kılınmışlıktan kurtulma) olmadan siyasallaşma mümkün değildir. Bugün radikal hareketler için temel zorluk, sözüm ona salt toplumsal taleplerin siyasallaştırılması ya da siyasi düzeyde temsil edilmesinden ibaret değildir; kesişimsel sosyo-politik hareketlerimiz, pratikte siyasi güç ilişkilerinin tüm toplumsal halleri ne ölçüde aştığını zaten göstermiştir. Bunun yerine, hareketlerin büyüme kapasitelerini belirleyecek olan şey, kendi içlerindeki siyasallaşma biçimi ve pratiğidir. Egemenlik ve temsiliyetin, siyasi eylemi yöneten mantıklar olarak, alternatif delegasyon ve halkı güçlendirme pratiklerinin deneyimlenmesi yoluyla somut eleştirisi, bugün bizim kuşağımızın, Lenin’in radikal önerisini miras alıp tabi kılınmışlığı sona erdirecek “başka türden bir siyaset” üretebilemek için atabileceği ilk adımdır.

Künye: Thomas, Peter D. (2025) “Lenin’s Alternative”, https://communispress.com/lenins-alternative-a-politics-of-another-type/, communis, Yayınlanma Tarihi: 28.01.2025, çev. Ali Ekber Doğan.

* Yazıdaki altbaşlıklar çeviri sırasında eklenmiştir.

Notlar

[1] Klasisizm üzerine antikacı değil, diyalojik bir anlayış için bkz. Niccolò Machiavelli, “Francesco Vettori’ye Mektup, 10 Aralık 1513”, Machiavelli and his Friends: Their Personal Correspondence, James Atkinson ve David Sices tarafından çevrilmiştir (DeKalb: Northern Illinois University Press, 2004), s. 265.

[2] Bu farklı Leninler üzerine bkz. Lars Lih, Lenin Rediscovered: “What is to be Done” in Context (Leiden: Brill, 2006); Alan Shandro, Lenin and the Logic of Hegemony. Political Practice and Theory in the Class Struggle (Leiden: Brill, 2014); Jean-Jacques Lecercle, Lénine et l’arme du langage (Paris: La Fabrique, 2024); Moshe Lewin, Lenin’s Last Struggle (Londra: Pluto, 1994); Craig Brandist, The Dimensions of Hegemony: Language, Culture and Politics in Revolutionary Russia (Leiden: Brill, 2015); Paul Le Blanc, Lenin: Responding to Catastrophe, Forging Revolution (Londra: Pluto, 2023). Lenin’in pratiğinin bu farklı boyutlarının tamamını bir arada düşünebilme yeteneği, daha yeni biyografik çalışmaları – örneğin Lih, Le Blanc ve Tamás Krausz’un Reconstructing Lenin: An Intellectual Biography (New York: Monthly Review Press, 2015) adlı detaylı incelemesi – Robert Service’in etkili ancak indirgemeci, teleolojik ve artık kesin olarak eskimiş Lenin: A Biography (Londra: Macmillan, 2000) adlı çalışmasından ayıran birçok faktörden biridir.

[3] Lenin’in tarihsel ve çağdaş önemine dair yeni okumaların son 20 yıldaki dikkat çekici artışı, daha sonra Lenin Reloaded: Towards a Politics of Truth başlığıyla toplanan 2001 konferansı ile başladı. Ed. Sebastian Budgen, Stathis Kouvelakis ve Slavoj Žižek (Durham: Duke University Press, 2007).

[4] Çağdaş neo-cumhuriyetçilik temsilcilerinden biri olan Maurizio Viroli’nin Hobbes (resmi düzenin, niteliksiz düzenin teorisyeni olarak) ile Rousseau (adil düzenin veya “iyi düzenlenmiş toplum”un belirli koşullarına odaklanan) arasındaki bu gelenek içinde çizmeye çalıştığı ayrım, her ikisine de ortak olan belirleyici özelliği – siyasetin, var olan bir düzensizlik üzerinde düzen kurma çabası olduğu varsayımını – bulanıklaştırır. (Hem Hobbes hem de Rousseau’da düzensizlik, ilkinin doğal, diğerinin ise yapay olarak görmesi fark etmeksizin, siyasetin efsanevi temeli olarak bilinçli bir şekilde sunulur). Bkz. Maurizio Viroli, Jean-Jacques Rousseau and the ’Well-Ordered Society’ (Cambridge: Cambridge University Press), s. 46 ve devamı. Modernitede bir siyasi topluluğun iç birliğini üretmek için aşkın düzenin gerekliliği, Schmitt tarafından en tutarlı şekilde teorileştirilmiştir; ancak bu da ancak efsanevi biçime (Schmitt’in durumunda, dış düşmanlık) başvurarak yapılır. Bu, çatışma unsurlarını yalnızca geriye dönük olarak içsel olarak çelişkili olarak değerlendirilebilecek biçimsel bir bütün halinde kaynaştıran “siyasi çimento” işlevi görür. Bkz. Carl Schmitt, The Concept of the Political (Chicago: University of Chicago Press, 1996), özellikle s. 23-29.

[5] Jean Bodin, Les six livres de la République, ed. Gérard Mairet (Paris: Librairie Générale Française, 1993). Özellikle Kitap I, Bölüm 8 (“Egemenlik Üzerine”), s. 111 ve devamı ile Bölüm 10 (“Egemenliğin Gerçek İşaretleri Üzerine”), s. 151 ve devamına bakınız. Burada Bodin, siyasi topluluğun yapısı gereği (komut birliği ile isteyerek ya da zorla itaat edenlerin hiyerarşik birliği olarak) egemen gücün yapısal ve zorunlu işlevini mantıksal olarak türetir. Hobbes ve Rousseau, bu içgörüyü farklı yönlerde genişletecek ve radikalleştireceklerdir, ancak bunun topografyasını ve önceliğini temelden değiştirmezler.

[6] Modern egemen düzenin yok edici mantığı üzerine bkz. Augusto Illuminati’nin klasik eseri, J.J. Rousseau e la fondazione dei valori borghesi (Milano: Il Saggiatore, 1977).

[7] Gramsci’nin “alt sınıf” kavramının yeniliğini şu çalışmamda ele aldım: Peter D. Thomas, “Refiguring the Subaltern”, Political Theory 46:6, 2018, s. 861-884.

[8] Rousseau’nun kurumsal analizinde temsilin belirsiz rolüne dair hâlâ faydalı bir açıklama için bkz. Richard Fralin, Rousseau and Representation (New York: Columbia University Press, 1978). ‘Genel irade’ kavramının, Rousseau’nun temsilin reddini meşhur biçimde ilan ederken, genel iradenin doğrudanlığı ve kendi kendini temsil etme kapasitesinin arkasından gizlice temsil mantığını yeniden tanıttığı yönündeki önemli bir argüman için bkz. Michael Hardt ve Antonio Negri, Assembly (New York: Oxford University Press, 2017), s. 27 ve devamı.

[9] Jean-Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Toplum Sözleşmesi ve Diğer Geç Dönem Siyasi Yazıları içinde (Cambridge: Cambridge University Press, 1997), s. 60.

[10] Derrida’nın gözlemlediği gibi: “Egemen Birlik, artık sayılabilir olmayan bir birliktir; bu, hesaplanabilir çokluktan daha fazla bir birliktir [plus d’un], hesaplanabilir bir birlik [plus qu’en] ötesinde”. Jacques Derrida, Rogues (Stanford: Stanford University Press, 2005), s. 168.

[11] Peter D. Thomas, Radical Politics: On the Causes of Contemporary Emancipation (New York: Oxford University Press, 2023), özellikle s. 117 ve devamına bakınız.

[12] Robert Service, bu tür bir okuma öneren etkili isimlerden sadece en sonuncusudur. Ancak bu tür bir okumanın izleri, çok farklı siyasi bağlılıklara sahip yorumların birçoğunda görülebilir.

[13] Referansım, Badiou ve Negri’nin, teorik varsayımları çok farklı olsa da, muhtemelen benzer siyasi sonuçlara yol açan terimlerine dayanmaktadır.

[14] Bkz. August H. Nimtz, Lenin’s Electoral Strategy from Marx and Engels Through the Revolution of 1905 (New York: Palgrave Macmillan, 2014); aynı yazarın Lenin’s Electoral Strategy from 1907 to the October Revolution of 1917 (New York: Palgrave Macmillan, 2014) adlı eserine de bakınız.

[15] Nicos Poulantzas, State, Power, Socialism (Londra: NLB, 1978), s. 252.

[16] Rus devrimci deneyiminde proleter vlast’ kavramıyla ilişkilendirilen geniş anlam yelpazesi, Lars Lih tarafından yıllar boyunca kapsamlı bir şekilde incelenmiştir. Lih’in erken dönem çalışmaları, özellikle vlast’ terimini İngilizceye çevirmedeki zorluklara vurgu yapmıştır. Ancak daha yeni çalışmaları, bu terim için potansiyel genel bir karşılık olarak “egemen otorite” kavramını önermeye meyilli olmuştur (1917’de Lenin’in dvoevlastie kullanımına özgü nedenlerle bu öneriye katılmıyorum; bunları yakında açıklayacağım). Özellikle şu çalışmalara bakınız: “‘Vlast’ From the Past: Stories Told by Bolsheviks”, Left History 6:2 (Sonbahar 1999), s. 29-52 ve “All Power to the Soviets: Marx meets Hobbes”, Radical Philosophy 201 (Şubat 2018), s. 64–78.

[17] Bkz. Tsuyoshi Hasegawa, The February Revolution, Petrograd, 1917 (Leiden: Brill, 2018).

[18] Lenin, “On Dual Power”, Collected Works Cilt 24 (Moskova: Progress Publishers, 1964), s. 38.

[19] Gramsci için siyasal ve sivil toplum arasındaki diyalektik ilişkiyi farklı açılardan şu çalışmalarımda inceledim: Peter D. Thomas, The Gramscian Moment: Philosophy, Hegemony and Marxism (Leiden: Brill, 2009), özellikle s. 186 ve devamı; ayrıca Peter D. Thomas, Radical Politics: On the Causes of Contemporary Emancipation (New York: Oxford University Press, 2023), özellikle s. 117 ve devamı.

[20] Lenin’in, Devlet ve Devrim‘de Kautsky’nin devlet kavramına yönelik eleştirisinin özü, Kautsky’nin modern devletin, liderler ve takipçiler, yönetenler ve yönetilenler arasındaki ayrılığı sürekli kılan bir sınıf iktidarı kurumu olduğunu – ve bir devlet “teriminin doğru anlamında” bu ayrılığı yapısal olarak ve sürekli olarak yapmaktan başka bir şeye muktedir olmadığını – görmeyi reddetmesidir. Bu konuda, Dibattito su stato e rivoluzione (Roma: La nuova sinistra, 1970) adlı eserde Colletti ve Magri’nin hâlâ çok değerli katkılarına bakınız.

[21] Lenin’in, 1917 Ocak ve Şubat aylarında Zürih’te derlediği “Devlet Üzerine Marksizm” notları ve alıntıları, bu anlamda, Şubat’tan itibaren ikili iktidarın yeni durumuna ilişkin gözlemlerini bilgilendiren ilk keşif hipotezleri olarak işlev gördü. Bu süreç, Lenin’in Marx klasiklerinden yaptığı alıntıların Sovyetlerin eylemlerinde somut olarak ne anlama gelebileceğini anlamasına yol açtı – ve bu öğrenme süreci, bu alıntıların yeniden düzenlenerek Devlet ve Devrim’in yazımında, yaz boyunca ve erken sonbaharda, tamamlanmasıyla doruğa ulaştı.

[22] Lenin, “The Tasks of the Proletariat in our Revolution”, Collected Works Cilt 24 (Moskova: Progress Publishers, 1964), s. 61. Lenin, Haziran ayında, “Çift İktidar Yok Oldu mu?” başlıklı çalışmasında ikili iktidarın istikrarsızlığı ve geçici doğasına ilişkin iddiasını tekrarlar. Collected Works Cilt 24 (Moskova: Progress Publishers, 1964), s. 445-448.

[23] Lenin’in “koşula özgü” okuma stratejileri üzerine bkz. Stathis Kouvelakis, “Lenin as Reader of Hegel: Hypotheses for a Reading of Lenin’s Notebooks on Hegel’s The Science of Logic”, Lenin Reloaded içinde, s. 164-204.

[24] Materyalist gelenek içinde “tamamlanmamışlık” temasına dair bkz. Slavoj Žižek, The Indivisible Remainder: On Shelling and Related Matters (Londra: Verso, 1996), s. 6.

[25] Ikili iktidarın çağdaş siyaset açısından önemi üzerine son dönemdeki farklı girişimler için bkz. George Ciccariello-Maher, We Created Chávez: A People’s History of the Venezuelan Revolution (Durham: Duke University Press, 2013), s. 234-256; Fredric Jameson, An American Utopia: Dual Power and the Universal Army (Londra: Verso, 2016); ve uzun 1970’ler boyunca küresel ölçekte, Michael Hardt, The Subversive Seventies (New York: Oxford University Press, 2023).

[26] Bkz. Antonio Negri, Insurgencies: Constituent Power and the Modern State, Maurizia Boscagli tarafından çevrilmiştir (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1999 [1992]), s. 286 ve devamı. Karşılaştırma için bkz. La fabbrica della strategia: 33 lezioni su Lenin (Padova: Librirossi, 1977); bu eser 2004 yılında Manifestolibri tarafından yeniden yayımlanmış ve orijinal alt başlık ön plana çıkarılmıştır; özellikle s. 130 ve devamına bakınız.

[27] Bkz. Antonio Negri, Political Descartes: Reason, Ideology and the Bourgeois Project, Matteo Mandarini ve Alberto Toscano tarafından çevrilmiştir (Londra: Verso, 2007 [1970]).

[28] Bkz. Antonio Negri, The Savage Anomaly: Power of Spinoza’s Metaphysics and Politics, Michael Hardt tarafından çevrilmiştir (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1991 [1981]).

[29] Negri’nin Insurgencies adlı eserinde, siyasi yapının, kurucu gücün “kalıcı yeniliği”nin bir ürünü olarak görülmesi gerektiği argümanı, Pocock’un yenilik kavramına dair ünlü ve görünüşte oldukça farklı anlayışıyla eleştirel bir diyalog içinde geliştirilmiştir. Bkz. Negri, Insurgencies, s. 29. Pocock’un The Prince üzerine yaptığı okumada, yenilik, fortuna’nın (birincil akış – “saf, kontrolsüz ve meşrulaştırılmamış rastlantısallık” olarak tasarlanır) temel akışına verilen ikincil bir düzenleyici yanıt olarak görülür. Bkz. J. G. A. Pocock, The Machiavellian Moment: Florentine Political Thought and the Atlantic Republican Tradition (Princeton: Princeton University Press, 1975), s. 156 ve devamı. Başka bir deyişle, yenilik, egemenlikçi gelenekle uyumlu bir şekilde, düzensizliğe düzen dayatma girişiminin geriye dönük bir çabası olarak değerlendirilir. Negri’nin kutupların ontolojik tersine çevrilmesi – yani kurucu gücün her zaman anayasal düzeni evcilleştirmeye çalışan temel yapı olduğu, baskılansa bile – görünüşte bu argümanın temel varsayımlarından kaçınır; çünkü terimler arasındaki karşıtlığı korurken onları farklı şekilde değerlendirir ve bu nedenle egemenlikçi mantığı pekiştirir. Yenilik, siyasi bir birliği kuran yönlendirici bir unsur olarak düşünülmeye devam ettiği sürece, bu mantığı güçlendirdiği söylenebilir. Egemenlik paradigmasının reddi yerine, Negri’nin yenilik kavramı bu anlamda “post-egemenlikçi” olarak veya Benjaminci terimlerle “egemenlikten önce/altında/ötesinde bir ‘gerçek’ egemenlik arayışı” olarak daha iyi tanımlanabilir.

[30] Bu kavramın sorunlaştırılması için bkz. Antonio Negri, Insurgencies, s. 7.

[31] “Kalıcı ikili iktidar” durumuna dair bu tez, Panagiotis Sotiris’in son dönemdeki çalışmalarında yaratıcı bir şekilde ele alınmıştır. Bkz. “Rethinking Dual Power”, 2017 Londra Historical Materialism Konferansı’nda sunulan bildiri, şu adreste mevcuttur:
https://www.academia.edu/35145688/Rethinking_Dual_Power. Ayrıca bkz. Michael Bray, “States of Excess: Passive Revolution, Dual Power and New Strategic Impasses”, 2022 Londra Historical Materialism Konferansı’nda sunulan bildiri, şu adreste mevcuttur:
https://www.academia.edu/90641614/States_of_Excess_Passive_Revolution_Dual_Power_and_New_Strategic_Impasses_HM22

[32] Anayasal bir perspektifte kurucu gücün paradoksal doğasını incelemek için bkz. Martin Loughlin ve Neil Walker (der.), The Paradox of Constitutionalism: Constituent Power and Constitutional Form (Oxford: Oxford University Press, 2007).

[33] Max Weber, Gesamtausgabe, Band 23 (Tübingen: Mohr und Siebeck, 2013), s. 210.

[34] Antonio Negri, Fabbrica di porcellana. Per una nuova grammatica politica (Milan: Feltrinelli, 2008), s. 15.

[35] Lih’in “All Power to the Soviets: Marx meets Hobbes”, Radical Philosophy 201 (Şubat 2018), s. 64–78 adlı çalışması, Lenin’in sloganının ve Sovyet iktidarının gerçekliğinin teorik önemi hakkındaki tartışmaya önemli bir katkıdır. Ancak, benim görüşüme göre, Lih, etkin operasyonel otoriteyi egemenlik olarak tanımlamakta fazla hızlı hareket etmektedir. Bodin’den Hobbes’a, Rousseau’ya ve sonrasına kadar egemenliğin belirleyici özelliği yalnızca komuta üstünlüğü, mutlak otorite ya da – Lih’in Hobbes’tan aldığı terimlerle – diğer tüm toplumsal unsurları “korkutma” ve böylece onları kurulu bir güce itaat etmeye zorlayabilme kapasitesini temsil etmesi değildir (s. 65-66). Aksine, Bodin’in, egemenliği, tiranlık, diktatörlük, magistra yetkisi veya antik Atina’daki Archon’un rolü gibi diğer üstün ya da karar alıcı güç kavramlarından ayırdığı nokta, modern egemenlik kavramının yeniliği, siyasi topluluğun hiyerarşik bir şekilde yapılandırılmış bir yönetme ve yönetilen ilişkisi (egemenliğin bölünemezliği) olarak kurucu düzen gücü fikrini türetmesinde yatar. Bu ilişkileri kalıcı ve zorunlu bir özellik olarak sabitler (egemenlik süreklidir). Özellikle Bodin’in Kitap I, Bölüm 8 “Egemenlik Üzerine”de kullandığı çıkarmalı-karşılaştırmalı tanım yöntemine bakınız. Bu nedenle, Sovyetleri bir egemenlik örneği olarak değerlendirmek yerine, Krausz’un, Ekim 1917’de diğer toplumsal unsurların (geçici ve koşula bağlı olarak) Sovyetlerin kontrolü altına alındığı (yani, Geçici Hükümet veya diğer kurumların kontrolü altına değil) yönündeki karşılaştırmalı formülasyonunun, Sovyet gücünün antagonistik ve bağlamsal doğasını daha doğru bir şekilde tanımladığını öneriyorum. Bkz. Tamás Krausz, Reconstructing Lenin: An Intellectual Biography (New York: Monthly Review Press, 2015), s. 201.

[36] Halk egemenliği tarihinin yeniden inşası üzerine bkz. Richard Bourke ve Quentin Skinner (der.), Popular Sovereignty in Historical Perspective (Cambridge: Cambridge University Press, 2016). Ne yazık ki, bu ciltte Lenin ya da Rus devrimci deneyiminin halk egemenliği kavramlarıyla ilgili önemi üzerine çalışmalar yer almamaktadır.

[37] “Genişleyici siyasi form” kavramı üzerine bkz. Stathis Kouvelakis, “Marx’s Critique of the Political: From the 1848 Revolutions to the Paris Commune”, Situations: Project of the Radical Imagination 2:2 (2007), s. 81-93; ve daha yakın bir zamanda Stathis Kouvelakis, “Événement et stratégie révolutionnaire”, Karl Marx ve Friedrich Engels, Sur la Commune de Paris, Textes et controverses içinde (Paris: Éditions Sociales, 2021).

[38] René Zavaleta Mercado, El poder dual en América Latina, Obra completa I: Ensayos 1957-1974, ed. Mauricio Souza Crespo (La Paz: Plural Editores, 2011 [1973]). Bu metnin önemi üzerine çağdaş bir tartışma için bkz. Susana Draper, “Hegemonía, poder dual, poshegemonía: las derives del concepto”, Poshegemonía: El final de un paradigma de la filosofía política en América Latina, ed. Rodrigo Castro Orellana (Madrid: Biblioteca Nueva, 2015).

[39] Zavaleta Mercado, El poder dual en América Latina, s. 378.

[40] Devrimin sürekliliği kavramının tarihi üzerine bazı boyutları şu çalışmamda inceledim: Peter D. Thomas, “Gramsci’s Revolutions: Passive and Permanent”, Modern Intellectual History 17:1 (2020), s. 117-146. Gramsci’nin bu kavramı yaratıcı bir şekilde yeniden düşünmesine ilham veren birincil metinler için bkz. Frederick C. Corney (der.), Trotsky’s Challenge: The ‘Literary Discussion’ of 1924 and the Fight for the Bolshevik Revolution (Leiden: Brill, 2016).

[41] Bkz. Peter D. Thomas, Radical Politics: On the Causes of Contemporary Emancipation (New York: Oxford University Press, 2023).

[1] Bu cümlede “post-lapsarian state” ifadesi, modern muhalif hareketlerin 1917’de Sovyetler’de kristalleşen devrimci enerjilerden ne kadar uzak olduğunu ve bu mesafenin sebebinin, düşüş sonrası bir dünyada olduğumuz gerçeğiyle ilişkilendirilebileceğini ifade ediyor. Yazar, son 50 yılda (çoğu zaman hayali olan) yenilgilerin iyi bilinen anlatısının, bizi sürekli olarak bu “post-lapsarian” durumda, yani ahlaki ya da siyasi olarak bozulmuş ve idealist devrimci geçmişten uzaklaşmış bir halde olduğumuza ikna ettiğini savunuyor. Bu, bir yandan geçmişteki devrimci hareketlerin sahip olduğu enerji ve umut ile bugünün daha umutsuz ya da parçalanmış muhalefetleri arasındaki uçuruma işaret ederken, diğer yandan insanlığın “düşüş sonrası” bir konumda olduğu teolojik imasını modern siyasal hayal kırıklıklarına ve mücadelelere bağlayan bir metafor kullanıyor (Çevirmenin notu).

Peter D. Thomas
Marksist Kuramcı

Dipnot Kitabevi tarafından İlker Akçay ve Ekrem Ekici çevirisiyle yayımlanan "Gramsci Çağı" kitabının yazarıdır.