I. Giriş
Güncel ABD–Çin gerilimini yüzeydeki jeopolitik pozisyon alışlardan ibaret sayan egemenlik temelli yaklaşımların dışında; üretim ilişkileri, sınıf iktidarı ve dünya sistemi düzleminde bir çözümleme içinde anlamak mümkün değil mi, diye sorunca, bu yazı belirdi. Bana göre, küresel çapta yaşanan krizlerin -görüngü biçimi devletler arası rekabet olsa da- sermaye birikiminin tarihsel sınırlarına dayanmasının ürünü olduğu açıktır. Bu çerçevede ABD ile Çin arasında görünürdeki rekabet, kapitalist sistemin kendisini yeniden üretme biçimlerinden biri olarak okunmalıdır. Gerilim, bir sistem içi hegemonya devri değil, sistemin krizini Doğulu bir rejim aracılığıyla yönetme arayışıdır. İyi de bunu nasıl kanıtlayacağız?
Bu yazı, bu amaçla, üç kuramsal odakla hareket ediyor: İlki, Giovanni Arrighi’nin kapitalist dünya sisteminde hegemonya döngüleri teorisidir. Arrighi, Çin’in yükselişini Batı merkezli kapitalizme alternatif bir kalkınma modeline bağlarken, tarihsel olarak üretim ve finansın yer değiştirmesine dayanan hegemonya kaymalarının yeni bir kutupluluğa evrilebileceğini savunmuştur. İkincisi, Arif Dirlik’in Çin çözümlemesidir. Dirlik, Çin’in sözde sosyalist söyleminin, içerikte sermaye birikimini ve otoriter devlet kapitalizmini meşrulaştırmaya yaradığını vurgular. Üçüncüsü ise, bu yazının tezi zaten: Emek-sermaye çelişkisinin merkezine alınmadığı her çözümlemenin sistem içi simülasyona dönüşeceğini, Çin’in bugünkü pozisyonunun sosyalist bir alternatiften çok sermayenin krizine otoriter bir yanıt olarak değerlendirilmesi gerektiğini savunuyorum.
Benim kuramsal çerçevem, üretim ilişkileri, sınıf iktidarı biçimleri ve dünya sistemi içindeki konum olmak üzere üç düzlemli bir birikim analizine dayanıyor. Bu üçlü şema, kapitalizmin yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasal ve uluslararası boyutlarda nasıl yeniden üretildiğini açıklamak için geliştirilmiştir. Ben bu yazıda Çin’i bu üç düzlemin kesişiminde değerlendiriyorum. Ne yalnızca iç iktisadi yapısıyla ne sadece dış politikasının biçimiyle ne de salt ideolojik düzlemde bir çözümlemeyle yetiniyorum. Çin’in yükselişi ancak bu çoklu ilişkiler sisteminde, yani sınıf yapılarının dönüşümünden üretim rejimlerine, oradan da dünya sistemi içindeki rolüne kadar uzanan bir süreç içinde kavranabilir. Ben bu yazıda, kapitalist sistemin krizini yöneten yeni birikim biçimini analiz ediyorum ve bu nedenle Çin’in alternatif değil, sistem içi bir restorasyon projesi olduğunu savunuyorum.
Çin’in bugünkü dünya sistemi içindeki konumunu anlamak, aynı zamanda “hegemonya” kavramının farklı tarihsel biçimlerini karşılaştırmayı da gerektiriyor. Burada ben, Ernest Mandel’in Avrupa Amerika’ya Karşı çalışmasında kurduğu karşılaştırmalı çerçevenin yararlı olduğunu düşünüyorum. Mandel, Avrupa kapitalizminin uzun dönemli sanayi merkezli kalkınmasına karşılık, ABD’nin hegemonya krizleri dönemlerinde mali yayılmacılığı öncelediğini vurgular. Bugün Çin, bu iki eğilimin karışımı bir biçim olarak karşımızda durmaktadır: Sanayi kapasitesini devlet aygıtıyla destekleyen ama aynı zamanda mali kontrol araçlarını da merkezileştiren bir melez model. Dolayısıyla Çin’in bugünkü yükselişi, klasik hegemonya modelleriyle açıklanamayacak kadar karmaşık, ama sermaye birikimi mantığının sürekliliğini sağlayacak kadar sistem içidir.
Çin, kapitalist yeniden yapılanmanın tek merkezi değildir; Hindistan, Endonezya, Vietnam gibi ülkeler de yeni birikim stratejilerinin taşıyıcısı haline gelmiştir. Ancak Çin’in bu aktörlere göre farklılığı, sermaye fraksiyonlarını doğrudan yöneten bir devlet aygıtına ve küresel ölçekte yatırım kapasitesine sahip olmasıdır. Bu yüzden yazı, Çin’in özgül işlevine odaklanmaktadır.
Bu sistematik çerçevede sorduğum sorular şunlar: Güncel Çin–ABD gerilimi ne tür yapısal çatışmaları içeriyor? Çin’in üretim ilişkileri ve sınıf iktidarı hangi karakteristikleri taşıyor? Arrighi’nin Çin merkezli iyimser senaryosu hangi ölçütlerde doğrulanmış ya da çürütülmüştür? Ve son olarak: Gerçekte olan nedir? Çin, sistemin dışına mı açılmakta, yoksa onu yeni bir modelle içeriden mi yeniden üretmektedir?
Bu bağlamda, emperyal tahayyüllerin “medeniyetler çatışması” gibi ideolojik anlatılarını değil, üretim tarzının sınıfsal niteliğini merkeze alan bir yaklaşımla, Çin’in bugünkü dünya sistemi içindeki konumunu tarihsel maddeci bir yöntemle sorgulamaya çalıştım.
II. Güncel ABD–Çin gerilimi: Ne hegemonya devri ne yeni bir soğuk savaş
Günümüzde ABD ile Çin arasında yaşanan gerilim, sıkça yeni bir Soğuk Savaş olarak adlandırılmakta; bu çerçevede hegemonik güçlerin bir geçiş sürecinde olduğu varsayılmaktadır. Bazı realist uluslararası ilişkiler teorisyenleri (örneğin John Mearsheimer), bu süreci hegemonya devri teorisi çerçevesinde yorumlamaktadır: Yükselen güç (Çin), mevcut hegemonya (ABD) ile çatışmaya girer. Bu yaklaşım, Thukydides Tuzağı olarak da bilinir. Ancak, neredeyse tüm ana akım uluslararası ilişkiler disiplininde hâkim olan bu tür devlet merkezli okumalarda yaygın bir kavramsal hata var: Devletler arası çatışma ve rekabet, üretim ilişkilerinin tarihsel dönüşümüne ve sınıf iktidarının yeniden yapılandırılmasına içkin bağlamından koparıldığında, ideolojik bir görünüş düzeyine indirgeniyor. Halbuki, Çin ile ABD arasındaki çelişki, bir sistem dışı alternatifle sistemin mevcut temsilcisi arasında değil, aynı sistemin krizi karşısında konumlanan farklı sermaye blokları arasında yaşanmaktadır.
Çin–ABD gerilimi, klasik emperyalist çatışmalardan farklı bir biçim kazansa da yeni bir emperyalist bloklaşma sürecinin nesnel zeminini oluşturmaktadır. Bu çatışma, doğrudan savaş değil ama tedarik zinciri rekabeti, teknoloji ablukaları ve bölgesel vekil çatışmalar biçiminde sürmektedir.
Kapitalist dünya sistemi, özellikle 2008 küresel finans krizinden bu yana, durgunluk, borçlanma bağımlılığı, düşen kâr oranları ve bölgesel eşitsizlikler gibi çok katmanlı krizlerle sarsılmaktadır. Bu krizler, yalnızca ekonomik değil; siyasal, çevresel ve toplumsal düzeylerde de bir birikim rejimi bunalımı yaratmıştır. Çin, bu krizin sebebi olmadığı gibi bir ölçüde sonuçlarıyla başa çıkma aracı olarak öne çıktı. 2008 sonrası Çin’in altyapı yatırımlarına dayalı büyüme modeli, Batı sermayesinin değer kaybını telafi eden bir tampon işlevi görmüş; böylece küresel sermaye sınıfı adına sistemin kendisi içeriden yeniden tahkim edilmiştir.
Trump’ın ilk döneminde yükselen korumacı politikalar, çip savaşları, Huawei gibi teknoloji şirketlerine yönelik yaptırımlar, “friend-shoring” adı verilen tedarik zinciri yeniden yönlendirmeleri; Biden döneminde ise Asya-Pasifik’te askerî kuşatma, Tayvan üzerindeki hassasiyetin provoke edilmesi, Avustralya–İngiltere–ABD (AUKUS) paktı gibi hamleler, Çin’i sistem dışına itmekten çok, bir tür baskı altı entegrasyon biçiminde işlev gördü. Çin’in buna verdiği yanıtlar da (Kuşak ve Yol Girişimi, BRICS+ ortaklıkları, enerji koridorları, nadir toprak elementleri üzerindeki kontrol) bu düzenin dışına çıkma değil, içinde yeni bir rekabet rejimi kurma yönelimi taşıdı.
Bu nedenle, Çin–ABD geriliminin temel niteliği, hegemonya devri teorilerinin öngördüğü türden bir tarihsel kopuş değil; kapitalist merkezlerin içsel krizini çevresel ve otoriter formlar aracılığıyla yeniden üretme çabasıdır. Çin burada, üretim ilişkilerini dönüştüren bir özne değil, sermaye birikiminin sürdürülebilirliği için konumlandırılmış bir sistem içi karşı ağırlıktır.
Ancak bu durum, tarihin öznesiz bir biçimde aktığı anlamına gelmez. Çin’in mevcut pozisyonu, sermaye fraksiyonlarının ve parti-devlet ittifakının stratejik tercihlerinin ürünüdür. Bu tercihler, sistemsel eğilimlerle birlikte işleyen, tarihsel olarak belirlenmiş sınıf bileşimlerinin sonucudur. Kapitalist dünyanın krizi de çözümü de her zaman bu bileşimlerin iradi ve çelişkili müdahaleleriyle şekillenir.
Çin’in bu pozisyonu, merkezi planlamayı elinde tutan Parti elitleri ile teknoloji ve imalat sektöründeki sermaye fraksiyonlarının kurduğu stratejik ittifaka dayanmaktadır. Xi Jinping’in “Made in China 2025” stratejisi, devlet destekli teknoloji devleri (Huawei, ZTE) ve bunlara yönelen kamu finansmanı/AR-GE teşviki örneklerinde açıkça görünür hale gelen bu ittifak, dünya kapitalizminin kriz dönemlerinde yeni sermaye birikim alanları yaratma ve istikrar sağlama hedefiyle hareket etmektedir. Dolayısıyla Çin, “sistem içi bir motor” olarak işlev gördüğünde, bu motoru süren sınıf bileşenlerini ve onların tarihsel ittifakını da net biçimde görmek gerekir.
Çin’in yükselişini, eşitsiz ve bileşik gelişme yasası bağlamında da değerlendirmek gerekir. Troçki’nin bu yasayla ifade ettiği şey, tarihsel olarak farklı aşamalardan geçen toplumların birbirinden etkilenerek senkronik bir yapısal dönüşüm geçirebileceğidir. Çin, kapitalist dünya sistemine geç dahil olmuş bir ülke olarak, bu sistemin ileri teknolojisini ve finansal mantığını kendi özgül siyasal yapısına entegre etmiştir. Ancak bu gelişim, klasik anlamda bir “yakalama” değil, dünya sisteminin çelişkileri içinde sermaye birikiminin yeni periferik merkezlere yönelmesiyle mümkün olmuştur. Dolayısıyla Çin’in bugünkü konumu, kendine özgü bir eşitsiz-bileşik gelişim örneği olarak değerlendirilebilir; fakat bu gelişim, sosyalist bir kopuşa değil, kapitalist sistemin kriz dönemindeki yeniden yapılanmasına işaret eder.
Dolayısıyla asıl sorumuz, “Çin ABD’nin yerini alır mı?” değil; “Çin’in bugünkü yükselişi, hangi üretim ilişkilerine, hangi sınıf düzenine ve hangi dünya sistemi tahayyülüne hizmet etmektedir?” olmalıdır. Bu soruya yanıt aramak için Çin’in içsel üretim ilişkilerine ve sınıf iktidarı rejimine eğilmemiz gerekir.
III. Çin’deki hâkim üretim ilişkileri ve sınıf iktidarı
Kimi saygın iktisatçılar –örneğin Prof. Dr. Korkut Boratav– Çin’in kalkınma modeli içinde sosyalizmin bazı öğelerinin hâlen yaşamakta olduğunu ileri sürmektedir. Bu yaklaşımda kamu mülkiyeti, planlama, sanayi yatırımlarının kamu öncülüğünde sürdürülmesi gibi ögeler ön plana çıkarılmaktadır. Ben bu ögelerin biçimsel varlığını reddetmiyorum. Ancak ben, bu yapısal unsurların hangi sınıf ilişkileri içinde işlediğine odaklanıyorum. Kamu mülkiyeti, eğer kolektif denetim ve emekçi özneleşme içermiyorsa; planlama, eğer teknokratik bir yönetim biçimi olarak işçi sınıfını dışlıyorsa; bu mekanizmalar sosyalist değil, sermaye birikiminin devlet güvencesi altına alındığı otoriter araçlardır. Dolayısıyla ben, biçim değil içerik; statü değil işlev; mülkiyet biçimi değil sınıf iktidarı üzerinden analiz yürütüyorum. Bu nedenle Çin’de bazı “sosyalist öğelerin” varlığı değil, bu öğelerin hangi sınıf adına işlediği belirleyicidir.
Çin’in yüzeyde “reform” ve “kalkınma” olarak adlandırılan son kırk yıllık dönüşümü, gerçekte -önceki hâlinin sosyalist olup olmadığından bağımsız olarak- üretim ilişkilerinin köklü bir yeniden yapılandırılması süreci olarak gelişti. Bu süreçte olduğu kadarı ile planlamanın tasfiyesi, kolektif emeğin parçalanması ve sermaye birikiminin yeniden merkezileştirilmesi gibi adımlar, yalnızca ekonomik yönüyle değil, aynı zamanda sınıf iktidarının niteliği bakımından da tarihsel bir kopuşa işaret eder.
1980’lerle birlikte başlatılan “reform ve dışa açılma” süreci, kırsal komünlerin dağıtılmasıyla başlamış; tarımsal üretimde “hanehalkı sorumluluk sistemi”ne geçilmiştir. Bu geçiş, klasik köylü emeğini bir yandan çözündürmüş, öte yandan içsel proletarya havuzunu derinleştirmiştir. Ardından gelen sanayileşme atağı, özellikle “özel ekonomik bölgeler” aracılığıyla uluslararası sermaye ile bütünleşmiş, Çin’in ucuz ve disiplin altındaki iş gücü, küresel değer zincirlerinin merkezî bir parçası haline getirilmiştir. Ancak burada dikkat çekici olan, üretimin örgütlenme biçiminden çok, bu örgütlenmenin sınıfsal karakteridir.
Bugün Çin’de üretim araçlarının önemli bir bölümü “devlet mülkiyeti” olarak görünse de bu mülkiyet biçimi toplumsal denetimi ve işçi katılımını dışlayan bir bürokratik teknokrasi eliyle yürütülmektedir. Devletin “mülkiyet”i burada kolektif bir mülkiyet değil, devlet-sermaye blokunun çıkarlarına hizmet eden yönetsel bir mekanizma olarak işlemektedir. Bu yönüyle Çin, üretim araçları üzerinde halkın denetimini sağlamış bir toplum değil; sermaye birikimini siyasi merkeziyetçilikle yürüten tipik bir devlet kapitalizmi modelidir.
Çin’de parti-devlet biçimi, yalnızca politik bir aygıt değil, aynı zamanda sermayenin yeniden üretimini planlayan ve yöneten bir kolektif sermaye temsilcisidir. Bu yapı, klasik şirket-devlet birleşimlerine (örneğin İngiliz Doğu Hindistan Şirketi) benzer biçimde, siyasal zorla ekonomik mantığın birleştiği bir form oluşturur. Bu anlamda, devletin işlevi, yalnızca sermayeyi düzenlemek değil, onun bizzat taşıyıcısı olmaktır.
Çin Komünist Partisi’nin iç denetim aygıtı olan Merkez Disiplin Komisyonu, Xi Jinping döneminde yalnızca yolsuzlukla mücadele değil, aynı zamanda bürokratik kadroların hizaya sokulması ve sermaye fraksiyonlarının yeniden düzenlenmesi aracı haline gelmiştir.
Arif Dirlik, Çin’in bu dönüşümünü “post-sosyalist kapitalist restorasyon” olarak adlandırırken, bunun yalnızca ideolojik değil, sınıfsal bir yeniden yapılanma olduğunu vurguluyordu. Çin Komünist Partisi, bir işçi sınıfı örgütü olmaktan çıkarak, sermayenin teknik yönetimini üstlenen bir aygıta dönüşmüştür. ACFTU (All-China Federation of Trade Unions) dışında bağımsız sendika kurulması yasaktır; grev hakkı anayasal olarak güvence altına alınmamış, fiilen bastırılmıştır. 996 çalışma kültürü (sabah 9, akşam 9, haftada 6 gün) iş rejiminin normu haline gelmiş, göçmen işçiler (nóngmín gōng) sistemli bir statü dışılığı içinde tutulmuştur.
Bu sistemde hukou (ikamet kaydı) düzeni, şehirli ve kırsal işçiler arasında yapay bir ayrım yaratarak, içsel sömürünün mekânsal temellerini kurumsallaştırdı. Bu yönüyle Çin işçi sınıfı, yalnızca üretim ilişkileri içinde değil, bizzat devlet aygıtının sınıf ayrımcılığı yaratan yapısı içinde de tahakküm altındadır.
Sınıf iktidarı düzeyinde Çin’deki hakim yapı (iktidar bloku), klasik burjuvazinin ötesinde, bürokratik elit ile sermaye sınıfının birleştiği hibrit bir blok olarak şekillenmiştir. Bu blok, siyasal karar alma süreçlerini tekelleştirmiş, üretim ilişkilerini disipline etmiş, işçi sınıfının özneleşmesini engellemiştir. Dolayısıyla Çin’in üretim ilişkileri, klasik kapitalist birikim dinamiklerini sürdürmekte; ancak bunu sosyalist retorik ve otoriter siyasal disiplin eşliğinde gerçekleştirmektedir.
Bu durum, sermaye birikimi için uygun olan siyasal biçimin, yalnızca piyasa mekanizmalarıyla değil, toplumsal itaat rejimleriyle de belirlendiğini gösterir. Çin deneyimi, üretim ilişkilerinde köklü bir dönüşüm yaşanmadan kamucu ideolojinin siyasal aygıta yüklenmesinin, eşitlikçi değil, teknik-bürokratik bir tahakküm biçimi yarattığını göstermektedir. Bu durum, gelecekteki sosyalist denemeler için yalnızca ekonomik değil, anayasal ve kurumsal güvencelere dayalı, kamusal denetimi içeren bir kolektif karar rejimi ihtiyacını da ortaya koymaktadır.
Bu çerçevede Çin’in yalnızca otoriter bir sermaye birikimi rejimi kurmakla kalmayıp, bu rejimin doğurduğu sınıfsal çelişkilerle içeriden çatladığını da belirtmek gerekir. Özellikle 2018’de yaşanan Jasic Teknoloji işçileri direnişi, yalnızca kötü çalışma koşullarına değil, aynı zamanda bağımsız sendikal örgütlenmenin sistematik biçimde bastırılmasına karşı bir çıkış olarak tarihe geçti. Jasic direnişi, öğrenci Marksistlerin işçilere destek vermesiyle birleştiğinde, yalnızca sınıf değil, aynı zamanda kuşaklar arası bir siyasal bilincin kıvılcımını da taşımıştır. Bu olay, Çin işçi sınıfının “sessizliğinin” total olmadığını; sistemin baskı mekanizmalarına rağmen, sınıf mücadelesinin yeniden şekillenme potansiyeli taşıdığını göstermiştir. Dolayısıyla Çin’in sosyalist olmadığı iddiası, yalnızca üretim ilişkilerinin analiziyle değil, bizzat bu ilişkilerin içinden doğan çelişkiler ve direnişlerle de sınanabilir durumdadır.
Bu tabloda sosyalizm yalnızca tarihsel bir gönderme değil, bugünkü sömürü ilişkilerini meşrulaştıran ideolojik bir örtü olarak işlev görür. Bu nedenle Çin’deki sınıf iktidarı, sosyalist bir geçişin aracı değil; sermaye düzeninin teknik, otoriter ve kolektifleşmeye kapalı bir yeniden üretimidir.
IV. Arrighi’nin tezi ve iyimser senaryosu
Giovanni Arrighi, Adam Smith Pekin’de (2007) adlı eserinde Çin’in yükselişini yalnızca ekonomik bir başarı hikâyesi olarak değil, dünya sisteminde tarihsel bir dönüşümün habercisi olarak değerlendirdi. Ona göre kapitalist dünya sistemi, 14. yüzyıldan itibaren sırasıyla Cenova, Hollanda, Britanya ve son olarak ABD merkezli olmak üzere dört hegemonik döngü üretmişti. Her döngü, önce üretim temelli bir genişleme süreciyle başlamakta, daha sonra finansallaşma ve militarizmle karakterize olan bir “çözülme evresine” girmekteydi. Bu tarihsel şema içinde Arrighi, ABD’nin finans merkezli hegemonyasının çöküş sürecinde olduğunu ve yeni bir merkez olarak Çin’in, farklı bir birikim ve yönetişim modeliyle ön plana çıktığını ileri sürdü.
Arrighi’nin analizinde Çin’in potansiyel özgüllüğü üç düzlemde ortaya çıkıyordu:
i.Üretim Temelli Kalkınma: Arrighi’ye göre Çin, Batı’nın geç evre kapitalizminde görülen finansallaşmadan ziyade üretim kapasitesi ve uzun vadeli sanayi planlamasıyla öne çıkmaktaydı. 1990’larda ve 2000’lerin başında dışa bağımlılığı kademeli olarak azaltan ve iç pazarı genişleten stratejiler, Çin’i uluslararası tedarik zincirlerinde merkezî bir aktöre dönüştürmüştü.
ii.Barışçıl ve Sömürgeci Olmayan Yayılma: Arrighi, Çin’in dış politika yöneliminin ABD veya Britanya tarzı militarist genişlemelere dayanmadığını, bunun yerine ekonomik kalkınma projeleri, krediler ve ticaret yolları üzerinden “barışçıl bir küreselleşme” stratejisi güttüğünü savundu. Özellikle Kuşak ve Yol Girişimi’ni (Belt and Road Initiative), bu alternatif yayılma modelinin sembolü olarak sundu.
iii.Konfüçyüsçü Siyasal Kültür ve Devlet Rasyonalitesi: Arrighi, Çin’in uzun vadeli tarihsel devlet tecrübesini, Batı’daki siyasal modernitenin (ve onun yol açtığı militarizm, sömürgecilik, kısa vadeli çıkarcılık) karşısında yer alan bir alternatif olarak değerlendirdi. Konfüçyüsçü yönetim anlayışının “ahlaki ekonomi” ilkelerine daha yatkın olduğu ve halkçı sorumluluk fikrini barındırdığını iddia etti.
Bu üç unsurun kesişiminde Arrighi, Çin’in yalnızca yeni bir hegemonik merkez değil, aynı zamanda Batı kapitalizmine göre daha az yıkıcı, daha kapsayıcı ve daha uzun vadeli bir modernleşme modeli sunabileceğini ileri sürdü. Hatta Adam Smith’in Ulusların Zenginliği’nde savunduğu türden bir “ahlaki piyasa toplumu”nun Çin’de fiilen mümkün olabileceği yönünde iyimser bir kanaat geliştirdi.
Ancak burada dikkat çekici olan, Arrighi’nin üretim ilişkileri ve sınıf yapısı gibi temel meselelerde nispeten sessiz kalmasıdır. O, makro tarihsel döngülerle ilgilenirken, bu döngülerin dayandığı sınıf dinamiklerini ikincil düzeyde ele alır. Çin’in içsel toplumsal ilişkilerinde meydana gelen sömürü biçimleri, sınıf dışlanmaları, sendikal baskılar veya otoriter yönetim tarzı, bu modelin içinde ancak “maliyet” olarak yer bulur. Bu nedenle ve bana göre, Arrighi’nin iyimserliği, tarihsel maddeci bir analizden çok, tarihsel sistemler kuramının modernite biçimleri karşılaştırması olarak okunmalıdır. Arrighi, Wallerstein’dan farklı olarak üretim ilişkileriyle doğrudan bağ kurmakta zorlanır. Hegemonya devirleri üzerine yaptığı analiz, tarihsel ritimleri saptamada güçlü olsa da sınıf bileşimleri ve üretici güçler düzeyinde sessiz kalır. Kaldı ki, dayanak gösterdiği Çin’deki Konfüçyüsçü rasyonalite de yalnızca kültürel bir kalıntı değil, siyasal meşrulaştırma aygıtı olarak işlevselleştirilmiştir. Parti kadrolarının disipline edilmesinde, aile-devlet benzetmesinin ideolojik yeniden üretiminde bu miras sıkça kullanılmaktadır.
Arrighi’nin Çin’e dair iyimserliği, onun tarihsel kapitalist döngü anlayışından beslenmektedir. Ne var ki bu döngü, üretim ilişkilerini dönüştürmeden yalnızca sermaye akışını yeniden düzenlemektedir.
1970 sonrası kapitalist kriz, Fordist üretimin çözülmesi, işçi sınıfı mücadelelerinin bastırılması ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesiyle yeni bir dönemi başlattı. Mandel’in uzun dalga teorisine göre bu, krizin ardından gelen durağan birikim dönemidir. Çin, bu durağanlığı kırmak için oluşturulan yeni sermaye coğrafyasının başat halkası haline geldi. Ucuz işgücü, sıkı toplumsal kontrol ve devlet eliyle altyapı yatırımları, krizin maliyetini çevreye yayarak merkez ülkelerdeki sermaye oranlarını kârlı tutmaya; devasa tasarrufları ve biriken dolar rezervleri de başta ABD olmak üzere Batı’daki tüketim itilimli büyüme dinamiğine hizmet etti.
Kapitalist dünya sisteminin güncel krizi, ekonomik göstergeler bakımından da temellendirilebilir. Bugün, küresel sermaye verimliliğinde 2008’den bu yana ciddi bir düşüş yaşanmakta; borç/GSYH oranları hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerde tarihsel zirvelere ulaşmaktadır. Çin’in kendisi, özel sektör ve yerel yönetimler eliyle toplam borcun GSYH’ye oranını %280’in üzerine çıkarmış durumdadır. IMF ve BIS verilerine göre, reel yatırımlarda daralma yaşanırken, finansal spekülasyonun toplam kâr içindeki payı artmaktadır. Bu tablo, Arrighi’nin döngüsel çözülme evresiyle uyumlu biçimde, üretim temelli birikimin yerini spekülatif ve kırılgan bir sermaye akışkanlığına bıraktığını göstermektedir.
Çin’in BRICS+ yapısı içindeki etkisi, yalnızca bir ekonomik eşitlenme değil, aynı zamanda kredi ve yatırım politikaları yoluyla bölgesel hegemonya kurma çabasıdır. Bu yönüyle Çin, geleneksel emperyal biçimleri dolaylı ama işlevsel olarak tekrar etmektedir.
Çin’in dış yatırımları, altyapı projeleri ve kredi mekanizmaları yoluyla kurduğu ilişki ağı, onu yalnızca üretici değil, aynı zamanda bölgesel bir sermaye aktörü haline getirmiştir. Kapitalizmin metabolik karakteri, yalnızca doğanın sömürüsüyle değil, aynı zamanda emek-doğa ilişkilerinin farklı coğrafyalarda yeniden yayılmasıyla işler. Bu çerçevede, Çin’in üretici merkez, Afrika’nın emici çevre ve Batı’nın finansal merkez olarak konumlandığı yapı, kapitalist birikimin coğrafi döngüselliğini mümkün kılan uzamsal bir metabolizma örüntüsü sunmaktadır.
Troçki’nin eşitsiz ve bileşik gelişme yasası, Lenin’in finans kapital merkezli emperyalizm çözümlemesinden kopuk değildir. Çin’in sermaye ihracı politikaları, bu ikili yaklaşımla birlikte okunduğunda, geç gelen kapitalizmin yeni sömürü biçimlerini anlamamıza olanak sağlar.
Bu bağlamda krizin yapısallığını, yalnızca politik değil; aynı zamanda iktisadi göstergelerle de doğrulanabilir bir gerçeklik olarak görünür kılmak gerekir. Bu bağlamda, Çin’in bugünkü konumunu Mandel’in kapitalist gelişmenin uzun dalga teorisiyle de ilişkilendirilebilir görüyorum. 1970’lerden itibaren süregelen uzun yapısal kriz, Fordist birikim rejiminin çözülmesiyle birlikte dünya ölçeğinde yeni birikim biçimlerinin (esnek üretim, dijitalleşme, ucuz emek merkezleri) ortaya çıkmasına yol açtı. Çin bu yeni rejimin kurucu halkalarından biri oldu. Emek gücünün kitlesel disiplin altına alınması, ücretlerin bastırılması, planlamayla finansın eşgüdümlenmesi gibi özellikler, kapitalist uzun dalgaların kriz-fırsat döngüsünde Çin’in bir “geçiş rejimi” haline geldiğini gösteriyor. Bu yönüyle Çin, 1970 sonrası uzun krizin otoriter ve devletçi bir restorasyon biçimidir, ama bu restorasyon sosyalist değil, sermaye birikiminin sürdürülebilirliği içindir.
Giovanni Arrighi, Çin’in yükselişini dünya sisteminin yeni bir hegemonya devrine geçişi olarak okurken, bu sürecin üretim ilişkilerinde yapısal bir dönüşüm yaratmadığını yeterince irdelemez. Kâr oranlarındaki toparlanma, ücretlerin baskılanması ve Çin’in çevresel maliyetleri üstlenerek Batı sermayesi için birikim alanı yaratması, Arrighi’nin “ahlaki hegemonya” olarak nitelendirdiği yapının maddi temellerini sorgulatır. Ernest Mandel’in uzun dalga teorisi ise, dünya kapitalizminin yapısal krizlere verdiği tarihsel yanıtları sınıf mücadelesi ve sermaye oranlarındaki iniş-çıkışlarla açıklar. Çin’in 1990 sonrası yükselişi, Mandel’in öngördüğü geçici toparlanma evresine denk düşer, fakat yeni bir birikim rejimi olarak değil, eski rejimin yer değiştirerek sürdüğü bir evre olarak değerlendirilmelidir. Arif Dirlik’in katkısı, tam da bu noktada değer kazanır: Çin’in moderniteyle ilişkisini, devrim sonrası sosyalizmin çözülüşü üzerinden ele alır; üretim ilişkileri, ideolojik söylem ve küresel kapitalist entegrasyonun iç içe geçtiği bir restorasyon süreci tanımlar. Dolayısıyla, Çin’in bugünkü konumu -daha önce de vurguladığım üzere- ne yeni bir hegemonya ne de özgün bir sosyalist modeldir; tam tersine, kapitalizmin krizini Asyalı bir formda yeniden üretme çabasıdır.
O kadar ki, Çin’in bugünkü ekonomik pozisyonu, tarihsel olarak bazı geç kapitalistleşen ülkelerin kriz anlarında üstlendiği “restoratif birikim rolü”yle benzeşmektedir. Örneğin 1930’larda Nazi Almanyası, dünya sisteminin kâr oranı krizine, iç pazar odaklı yoğun üretim ve militarist kamu yatırımları yoluyla yanıt verirken, Çin bugünün “otoriter restorasyonu”nu çok kutuplu bir dünya tahayyülü içinde taşımaktadır. Her iki durumda da sermaye, otoriter aygıtlarla yeniden yapılandırılmakta, ancak sınıf ilişkileri kapitalist karakterini korumaktadır.
Çin’in üretim ilişkileri sınıf temelli olarak kapitalist bir karakter taşırken, bu yapıya karşı gelişen direniş hareketleri — örneğin Jasic işçileri, bağımsız sendikal çabalar, feminist gruplar — sosyalist bir özneleşmenin olanaklarını dışlamaz. Ancak bu potansiyel, devletin ve sermayenin birleşik aygıtı tarafından sürekli bastırılmakta, dolayısıyla Çin’in mevcut rejimiyle özdeşleştirilemeyecek bir siyasal hattır.
Mevcut dünya sisteminin krizini içeriden yönetmek için konumlanan bir restorasyon süreci içindeki Çin’in, Arrighi’nin savunduğu gibi alternatif bir dünya düzeni inşa ettiğini ileri sürmek neredeyse imkansızdır ya yine de bu teze, ancak bugünkü gelişmelere bakarak, iyimser senaryonun gerçeklik karşısındaki sınırlarını test ederek yanıt verebiliriz.
V. Bugünkü gerilimin gösterdiği: Arrighi mi Dirlik mi?
Arrighi’nin “barışçıl kalkınma”, “üretim temelli büyüme” ve “alternatif modernite” olarak kodladığı iyimser senaryonun bugünkü Çin pratiğiyle ne ölçüde uyuştuğu sorusu, artık yalnızca kuramsal değil, tarihsel olarak yanıtlanabilir bir sorudur. Çünkü 2007 sonrasında yaşanan ekonomik krizler, pandemi yönetimi, Tayvan gerilimi, çip savaşları ve Kuşak-Yol Girişimi gibi somut gelişmeler, bu tezlerin sınandığı maddi zeminleri fazlasıyla ortaya çıkarmıştır. Ne yazık ki bu tablo, Arrighi’nin umduğu yönde değil Dirlik’in uyardığı yönde gelişmiştir.
Çin’in 2008 sonrasındaki büyüme stratejisi, altyapı yatırımları ve kentleşme üzerinden kurgulandı. Bu süreçte inşaat sektörü merkezî hâle geldi, kent arazileri üzerinden değer transferi kurumsallaştı ve yerel yönetimlerin gelirleri büyük ölçüde gayrimenkul satışına bağımlı hâle getirildi. Bunun sonucu olarak Çin’de bir “emlak finansmanı rejimi” oluştu. Evergrande, Country Garden gibi dev firmaların borç krizleri, bu balonun patlamaya ne kadar yakın olduğunu ortaya koydu. Yani Çin’in büyümesi finansal spekülasyona dayanarak gerçekleşti ve bu durum doğrudan Arrighi’nin “finansallaşmadan uzak üretim temelli kalkınma” tezini çürüttü.
İşgücü piyasalarında ise 996 çalışma rejimi (sabah 9, akşam 9, haftada 6 gün), bağımsız sendikal faaliyetlerin yasaklanması ve taşralı göçmen işçilerin (nóngmín gōng) şehirlerde statüsüzleştirilmesi gibi uygulamalar, Çin’in içsel sınıf ilişkilerinde neoliberal sertliğin ve otoriter disiplinin hâkim olduğunu ortaya koydu – hele de işçi sınıfının tarihsel sendikal ilk taleplerinden birinin sekiz saatlik işgünü olduğunu düşünürsek. Bu koşullarda Çin işçi sınıfı, üretim araçları üzerindeki herhangi bir kolektif denetimden tamamen yalıtıldı; emeğin toplumsal örgütlenme kapasitesi sistemli olarak bastırıldı.
Kuşak ve Yol Girişimi (BRI) de “barışçıl yayılma” tezinin karşısında başka bir örnek olarak durmaktadır. Özellikle Sri Lanka’nın Hambantota limanını Çin’e 99 yıllığına devretmek zorunda kalması, birçok gelişmekte olan ülkenin Çin kredileri nedeniyle borç batağına sürüklenmesi ve altyapı yatırımlarının yerli halkın ihtiyaçları yerine Çinli firmaların kâr hedeflerine göre şekillenmesi, bu girişimin eşitlikçi bir işbirliği değil sermaye ihracı ve pazar genişletmesi amacı taşıdığını ortaya koydu.
Jeopolitik düzeyde ise Çin’in Tayvan üzerindeki askerî baskısı, Güney Çin Denizi’nde yapay adalar inşa ederek deniz sahası genişletmesi ve iç güvenlik politikalarında artan dijital gözetim uygulamaları, Arrighi’nin öngördüğü “Konfüçyüsçü devlet rasyonalitesine dayalı barışçıl modernite” fikrini geçersizleştirmiştir. Sosyal kredi sistemi, yüz tanıma teknolojileriyle desteklenen kitlesel izleme ağı ve pandemi döneminde uygulanan aşırı denetimci önlemler, Çin’in geleneksel Doğu bilgeliğiyle değil, yüksek teknolojiyle donatılmış bir otoriter rejimle yönetildiğini göstermektedir.
Tüm bu gelişmeler, Arif Dirlik’in Çin sosyalizminin, kapitalist dünyaya eklemlenmenin ahlaki yükünü hafifletmek için kullanılan bir retorik olduğu, gerçekte olanın, sermayenin siyasal bir otorite eliyle toplumsal denetim altına alınmasından ibaret olduğu tespitiyle örtüşür, görünüyor (2012).
Bununla birlikte benim tezim, hem Arrighi’nin iyimserliğini hem de Dirlik’in eleştirisini aşan bir noktaya işaret ediyor: Çin’in yükselişini bir hegemonya devri değil, kapitalist dünya sisteminin içeriden tahkim edilme süreci olarak niteliyorum. Burada söz konusu olan, örneğin “medeniyetlerin çatışması” değil, sermaye sınıfının küresel ölçekte kendi birikim düzenini, Doğulu bir disiplin aygıtı üzerinden yeniden kurmasıdır. Çin, ne sistem dışı bir alternatif üretmekte ne de mevcut düzenin yıkımına yol açmaktadır. Aksine, düzenin içsel çelişkilerinin yönetilebilmesi için bir otoriter istikrar motoru olarak işlev görmektedir.
Bu bağlamda, güncel gerilim içinde de Çin’in sınıf yapısının, üretim ilişkileri ve dış politika pratiğinin, Arrighi’nin iyimser senaryosunu değil Dirlik’in sert ama gerçekçi eleştirisini doğruladığı söylenebilir. Çin’in sosyalistliği bir olanak değil, bir ideolojik sis perdesi olarak kalmakta; küresel emekçi sınıflar için bir umut değil sistemin restorasyonunda kullanılan bir araç işlevi görmektedir.
VI. Sonuç
Ben kapitalizmi öznesiz bir süreç olarak kavramıyorum. Tam tersine, kapitalizmi sınıf ilişkilerinin tarihsel olarak kurduğu, ama bu ilişkilerin yeniden üretimiyle ayakta kalan bir sistem olarak analiz ediyorum. Çin sermayesinin stratejik kararlar alan, yöneten ve müdahale eden bir fail olduğu açıktır. Ancak ben, bu failin kapitalist sistemin krizi içinde bir alternatif değil, bu krizi yönetecek yeni bir biçim olarak işlev gördüğünü savunuyorum. Çin devleti bugün klasik sermaye birikimiyle siyasal iktidarın iç içe geçtiği bir mekanizma oluşturmuştur. Bu anlamda, İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin bir şirket olarak değil, kapitalist bir sömürge aygıtı olarak devlet-şirket melezliğini temsil etmesi gibi, Çin devleti de piyasa mantığıyla siyasal aygıtın kaynaştığı yeni bir sınıf formasyonudur. Benim yaklaşımımda siyasal olan, sermaye birikimine dışsal değildir; sermaye sınıfının tarihsel örgütlenme biçimlerinden biridir.
Çin’in yirmi birinci yüzyıldaki yükselişi, hâkim sınıfların ideolojik aygıtları tarafından ya yeni bir “küresel liderlik” vaadiyle ya da “medeniyetler çatışması” paranoyasıyla yorumlanmaktadır. Bu iki kutbun da ortak noktası, analizlerini üretim ilişkilerinden, sınıf yapılarından ve sermaye birikim biçimlerinden bağımsızlaştırmalarıdır. Oysa Çin’in bugünkü varlığı, ne Batı’yı tehdit eden tarih dışı bir “Doğu despotizmi”nin (*) dirilişidir ne de dünya halklarına umut vadeden bir “sosyalist modernite”nin örneğidir. Gerçekte olan, kapitalist dünya sisteminin tarihsel krizine karşı geliştirilen otoriter bir restorasyon biçimidir.
Bugünkü Çin, üretim ilişkileri düzeyinde özel mülkiyeti koruyan, emeğin kolektif örgütlenmesini bastıran ve kâr maksimizasyonunu temel alan bir kapitalist düzende işlemektedir. Devlet mülkiyeti, toplumsal denetimi değil, teknokratik bir bürokrasinin sermaye birikimini yöneten biçimini temsil etmektedir. Emek-sermaye çelişkisi, yalnızca bastırılmakla kalmamakta; sosyalist retorik aracılığıyla ideolojik olarak da görünmez kılınmaktadır. Çin işçi sınıfı, hem mekânsal olarak (kırsal/şehirli ayrımı yapılarak), hem de siyasal olarak (parti dışı tutularak) sistemli bir şekilde dışlanmaktadır.
Uluslararası düzeyde ise Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi, BRICS+ ortaklıkları ve enerji-kaynak stratejileri, sermaye ihracının, pazar genişletiminin ve stratejik kaynakların kontrol altına alınmasının araçları olarak çalışmaktadır. Sri Lanka, Pakistan, Kenya gibi örneklerde görüldüğü gibi bu girişimler, yerli ekonomileri Çinli şirketlere borçlandırmakta; toplumsal altyapı, ticari kârlılık mantığıyla şekillendirilmektedir. Çin’in bu politikaları, ABD ya da AB emperyalizminin doğrudan tekrarı olmayabilir; fakat işlevsel olarak sermaye merkezli bir yayılmacılığı temsil eder.
Dolayısıyla Çin’in bugünkü pozisyonu, ne reel bir sosyalist geçiş projesidir ne de halkların kurtuluşuna dayalı bir alternatif uluslararası düzendir. Aksine bu model, geç kapitalizmin krizini yönetmeye aday bir siyasal-iktisadi formdur. Teknokratik yönetim, dijital gözetim, ideolojik manipülasyon ve sınıf ayrımcılığı ile donatılmış bu yapı; sermaye düzeninin sürekliliğini sağlayan Doğulu bir otoriterliktir.
Bu bağlamda Çin’in “sosyalistliği”, tarihsel bir kopuşun değil, kapitalist birikimin Doğu’ya taşınmasının meşrulaştırıcı ideolojisi olarak işlev görmektedir. Çin, Batı hegemonyasının karşısına yeni bir eşitlik ve özgürlük modeliyle değil; Batı’nın kendi yarattığı tahakküm mekanizmalarını güncelleyerek çıkmaktadır.
Bana göre Çin, kapitalist dünya sisteminin krizine verilen otoriter ve teknokratik bir yanıttır. Üretim ilişkilerinin dönüştürülmediği, sınıf iktidarının değişmediği ve emek öznesinin bastırıldığı siyasal yapılar, sosyalist olarak adlandırılamaz. Sosyalizm, yalnızca üretim araçlarının kamu mülkiyetine geçirilmesi değildir. Bu araçlar üzerindeki toplumsal denetimin bizzat üreticilerin ellerine geçmesiyle mümkün hale gelir. Ve bu geçiş, ancak emekçi sınıfların siyasal özneleşmesiyle, bana göre de özgül olarak bir anayasal sosyalizmle, başlayabilir.
Bugün, Çin’in yükselişi bize bir şey vaat etmiyorsa, bu yalnızca onun sosyalist olmamasından değil, bugünün dünyasında emek hareketlerinin henüz “sosyalizm ya anayasal olacak ya da olamayacaktır” diyebilen siyasal bir alternatif üretememesindendir. Gerçek bir alternatif, ancak bu siyasal programı taşıyabilecek dünya-tarihsel siyasal öznenin tarih sahnesine dönmesiyle mümkündür.
(*) Burada kast edilen Karl A. Wittfogel’in “doğu despotizmi” teorisidir. Wittfogel’e göre, Çin gibi sulamaya dayalı tarım toplumlarında, üretimin kolektif organizasyonu güçlü bir bürokratik yapı ve merkezi siyasal kontrol doğurmuştur. Bu anlayış, Çin devletinin modernleşme süreçlerinde bile geleneksel despotik kalıpları sürdürdüğü tezine yaslanır. Ancak bu yaklaşım, Çin’in kapitalist dünya sistemiyle girdiği ilişkileri ve sınıfsal dönüşümleri ihmal ettiği için, Arif Dirlik gibi Marksist düşünürlerce haklı olarak eleştirilmiştir. Dirlik’e göre Çin’in siyasal formasyonu, tarihsel bir süreklilikten çok, 20. yüzyıl boyunca yaşanan devrimsel kopuşların ve üretim ilişkilerindeki dönüşümlerin ürünüdür.
Kısa Kaynakça
Arrighi, Giovanni. Adam Smith Pekin’de: Yirmi Birinci Yüzyılın Soy Kütükleri. Çev. İbrahim Yıldız. İstanbul: Yordam, 2021.
Arrighi, Giovanni. Uzun Yirminci Yüzyıl. Çev. Recep Boztemur, Ankara: İmge, 2016.
Dirlik, Arif. Global Modernite ve Sosyalizm – Üçüncü Dünya Hayaleti, Globalite ve Çin Halk Cumhuriyeti, Haz. Veysel Batmaz. İstanbul: Salyangoz, 2006.
Harvey, David. Yeni Emperyalizm: Mülksüzleştirme Yoluyla Birikim. Çev. A. Nüvit Bingöl, İstanbul: Sel, 2019.
Hung, Ho-fung. The China Boom: Why China Will Not Rule the World. New York: Columbia University Press, 2015.
Li, Minqi. Çin’in Yükselişi ve Kapitalist Dünya Ekonomisinin Çöküşü. Çev. Aydan Balamir. İstanbul: Yordam Kitap, İstanbul, 2010.
Mustafa Bayram Mısır
Hukukçu ve siyaset bilimci. Praksis Dergisi Yayın Kurulu Üyesi. Yayınlanmış kitapları arasında, Anayasal Tasarımın Demokratik Teorisine Giriş; Devlete Karşı Kamu Hukuku; Kapitalist Devlet; Modernizm, Postmodernizm ve Sol(Ecehan Balta ile); Tarihsel Seyri İçinde ÖDP: Solun Yakın Kısa Tarihi Üzerine; Demokrasiye Eleştirel Bakışlar; Demode Denemeler bulunuyor. Devlete Karşı Kamu Hukuku, Türkiye Barolar Birliği'nin "Halit Çelenk Akademik Araştırmaları Destek Ödülü"ne layık görülmüştür. Çalışmalarına, Ankara Barosu'na kayıtlı avukat olarak devam ediyor.