Eeyyy vaahhh TÜSİAD (*)
Literatürde az sayıda ampirik çalışma olsa da 1950’li yılların Türkiye’de büyük sermayenin oluşum yılları olduğu genel olarak kabul edilmektedir. Bu süreçte önceleri özellikle ithalat ile uğraşan tüccar sermayesi, iç pazarın belirli bir büyüklüğe ulaşmasıyla ticaretini yaptığı ürünün üretimine yönelmiştir. Üretim ve dağıtım süreçlerini bütünleştiren yeni sanayi sermayesi tekelci bir avantaja sahip olarak dünyaya gelmiştir. Örneklersek süreç tüccar Vehbi Koç’un, sanayici Vehbi Koç’a dönüşme sürecidir.
Diğer yandan belirli bir birikim düzeyine ulaşmış olan ticari sermayenin sanayi sermayesine dönüşmesi, yeni oluşmakta olan sanayi sermayesinin birikim koşullarının mümkün kılınması ile birlikte yürüyecektir. Henüz dış pazarlarda rekabet edebilmekten uzak olan sanayi sermayesi için bu dönemin elverişli koşulları 1960 kırılması ile birlikte düzenli hale gelen ithal ikameci iktisat politikaları ile sağlanacaktır.
Bu politikalar Türkiye’de 1960’lı yıllarda özel sektöre dayalı endüstriyel gelişmeyi hızlandırmış, hatta bu on yılda başlayan hızlı bir holdingleşme süreci gözlenmiştir. Bu süreç etkisini siyaset alanında da göstermeye başlamıştır. İlk holdinglerden biri olan Koç Holding’in kurucusu Vehbi Koç, Hayat Hikayem isimli kitabında, holdingleşmenin önünü tıkayan kanunlarda değişiklik yapılmasındaki rolünü anlatmaktadır. Böylelikle, öne çıkan sanayi işletmelerinin birçok yeni fabrika ve şirket kurarak, ürün çeşitlendirmesine giderek ve bankaları bünyesine katarak, holding ya da sermaye grubu olarak geliştiği bir süreç izlenmiştir.



Türkiye’de holdingleşme 1960’lı yıllarda başlamış ancak 1970’li yıllarda hızlanmıştır. 1979 sonu itibariyle Türkiye’de 210 holding vardır. Bunların kuruluş tarihleri belirlenebilen 183 tanesinden 148’i 1970’li yıllarda kurulmuştur. Diğer yandan bu dönemde Türkiye’de kurulan holdinglerde sermaye açısından da bir yoğunlaşma gözlenir. Toplam holding sayısının %2.8’i toplam sermayenin %22.9’unu, %3.9’u %30.18’ini, %7.2’si ise %45.85’ini kontrol etmektedir. Dolayısıyla sanayi sektöründeki yoğunlaşmaya ilave olarak büyük sermaye içerisinde de oldukça eşitsiz bir ilişki söz konusudur. Az sayıda sermaye grubunun büyük sermaye içinde öne çıktığı söylenebilir.
Tüm bu tespitler Türkiye’de hızlı gelişen sanayi sermayesi içinde ciddi bir hiyerarşinin de oluştuğunu göstermektedir. İşte yoğunlaşan bu güç, dönemin en önde gelen on iki sanayicisinin bir araya gelmesiyle 1971 yılında kurumsallaşarak Türkiye Sanayici ve İş adamları Derneği (TÜSİAD)’ı ortaya çıkarmıştır. Rahmi Koç, TÜSİAD’ın kuruluş felsefesi ve fikrinin Vehbi Koç’a ait olduğunu ifade ederken, kuruculardan olan Selçuk Yaşar da Vehbi Koç ve Nejat Eczacıbaşı’nın karar mercii olduklarını belirtir. TÜSİAD bir yandan sınıf içi güç temerküzüne dayalı olarak gelişen bir ayrışma sürecinin, diğer yandan da 1960’lar ve 1970’lerde sanayileşme süreci ile birlikte hızla gelişen ve kurumsallaşan işçi sınıfının gücüne ve etkisine karşı sınıflar arası mücadeleye dair bir sürecin ürünüdür.
TÜSİAD ile birlikte Türkiye büyük sermayesi politik süreçlerde de daha aktif bir görünüm kazanmıştır. Ancak 1970’lerin yükselen sınıf mücadelesi ve bunun siyasal düzleme yansıması bu sermaye grubunun hükümetler düzeyindeki yüksek tesirini sınırlayıcı olmuştur. Bu sınırlılık, 1979 sonlarında iktidardaki CHP hükümetine karşı ilanlar yoluyla aleni bir şekilde başlatılan ve hükümetin düşmesine yol açan saldırı ile aşılmıştır.



Söz konusu ilanlar 13 Mayıs – 12 Haziran 1979 tarihleri arasında yedi gazete ve bir haftalık dergide toplam 24 defa yayımlanmıştır. Toplamda daha fazla ilan tasarlanmışsa da sadece dört tanesi yayımlanmıştır. İlk ilan taslağının metninde TÜSİAD “Neden Yeni Bir Hükümet İstiyoruz” başlığını atmış ve hükümetin değiştirilmesi gereğini vurgulamış olsa da daha sonra ilan metinleri yumuşatılmıştır. Salt bu durum bile büyük sermayenin eriştiği ekonomik gücün siyaset üzerinde nasıl kullanıldığını gösterir niteliktedir. İlanlarda bir yandan Ecevit Hükümeti eleştirilirken bir yandan da çözümün dışa açılma, serbesti, hür teşebbüs, rekabet, batı ekonomisi içinde gelişme olduğu vurgulanmış ve her ilan neoliberalizme geçişin mottosu haline gelmiş olan “there is no alternative” söylemine benzer şekilde “Bir Başka Yol Yoktur” diye bitirilmiştir. Ecevit’in ilanlara yanıtı serttir: “Bu devlet, iş adamlarının muhtırası ile hükümet kurmaz, hükümet düşürmez, bu ülkede halkın dediği olur, halkı sömürenlerin değil.” Sonuç Ecevit Hükümeti’nin düşmesi olmuştur. Takip eden dönemde, 24 Ocak Kararları ve bu kararların hayata geçirilebilmesini mümkün kılan 12 Eylül Askeri Darbesi ile birlikte TÜSİAD’ın bir süredir işaret ettiği politika dönüşümleri hayata geçirilmiştir (1).
TÜSİAD’ın hükümet bile düşüren bir güce sahip olma noktasından, yarım asırdan uzun tarihinde belki de ilk defa, başkanına soruşturma açılma noktasına nasıl gelindiğini anlamak bugünü anlamanın da anahtarı olarak değerlendirilebilir. İleride fırsat buldukça bu konuya dönmek üzere şu noktanın altını çizerek bitirelim yazımızı: Şüphesiz bu yazı yandaş medyanın yaptığı üzere TÜSİAD Başkanı’na açılan soruşturmayı haklı kılmak gayesi ile değil aksine bugüne gelen süreçte TÜSİAD’ın rolünü hatırlatmak için kaleme alınmıştır.



TÜSİAD’dan devam… (**)
Oğlum, kızımın aksine deniz mahsullerini pek sevmiyor… Böyle zamanlarda sofraya bakıp şöyle diyor: Ben haydariden devam… O misal, bu hafta ben de TÜSİAD’dan devam… Yazılar belki zamansız bulunabilir ama asla yersiz değildir.
Geçen haftaki yazımda TÜSİAD’ın 1971’de kurulduğu, henüz 70’lerin sonlarına gelindiğinde de hükümet düşürme gücüne eriştiğini anlatmıştım, özellikle de Ecevit’e karşı vermiş olduğu gazete ilanları vasıtasıyla. Eriştiği gücün önemli bir göstergesi 80’lerde içine girilen sürecin öncülerinden biri olmasından da izlenebilir. Nitekim TÜSİAD’ın eski başkanlarından Ali Koçman bu durumu açıkça ifade etmektedir: “24 Ocak Kararlarının prensiplerini 24 Ocaktan çok önce savunan bir kuruluş olarak… kararların ekonomik hayatımızda yerleşmesini heyecanla takip ediyoruz”. İşçi sınıfının bu heyecanı paylaşmadığı açık olmakla birlikte, bu sürecin kolaylıkla gerçekleştiğini de düşünmemek gerekir. Özellikle işçi sınıfının mücadele gücünün son derece yüksek olduğu böylesi bir süreçte söz konusu kararlar ve onun arkasındaki prensiplerin hayata geçirilmesi ancak 12 Eylül darbesi ile mümkün olmuştur.
Cuntacıların olduğu kadar sivil siyasetçilerin de bu süreçte önemli bir yeri vardır. Turgut Özal, TÜSİAD’ın desteklediği 43. Hükümette Başbakanlık Müsteşarlığı yapmış ve bu süreçte Türkiye’de neoliberal dönemin miladı olarak kabul edilen 24 Ocak Kararlarının alınmasında başrolü oynamıştır. Özal, 12 Eylül Darbe Hükümetinde de Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı olarak görev yapmıştır. İlginçtir ki bu görev için ona kefil olan TÜSİAD’ın kurucularından Vehbi Koç olacaktır. Koç, cunta lideri Kenan Evren’e yazdığı mektupta “Turgut Özal… bu nazik dönemde mevcudun içinde meselelerimizi en iyi bilen insandır ve dedikodulara bakmadan kendisini tutmakta fayda var” demektedir. Darbe sonrası Özal Hükümeti’nde ise başta Özal olmak üzere çok sayıda bakan ve kabine üyesi özel sektörden gelmiştir. Çoğu da TÜSİAD üyesidir. Özal kimliği, sermaye sınıfı içinde en üst noktada bulunan az sayıda sermayedar ve onların yönetimindeki TÜSİAD ile Hükümet arasındaki somut bağa işaret etmektedir. TÜSİAD’la neredeyse örgütün kuruluşundan itibaren ilişkili olan Özal bir dönem bizatihi TÜSİAD’ın üyesi de olmuştur. Yolun nasıl yüründüğü, nasıl yürüneceği hususlarında zaman zaman yaşanan gerilimlere rağmen TÜSİAD’ın Özal’la izlenecek yol konusunda mutabık olduğunu söyleyebiliriz.
Yolun nasıl yürüneceği derken geçen haftaki yazımda “belki de ilk kez TÜSİAD Başkanı’na soruşturma açılması” diye yazmıştım. Bu düzeyde olmasa da TÜSİAD ile hükümetlerin yaşadığı gerginliklere değinirken daha erken dönemler için Cem Boyner, AKP’nin ilk dönemleri için de Mustafa Koç’un adını da anmak gerekir. Ama hiçbirinin bugünkü gibi bir uygulamaya tabi olmadığını da ekleyerek.
Cem Boyner örneğin, 1989-91 arasında TÜSİAD Başkanlığı yaparken Özal yönetimine ciddi eleştiriler yöneltmiştir. Neticede birkaç kez savcılığa ifade veren Boyner’in Özal yönetimi ile gerginliğinin bugünle kıyaslanamayacağı babası Osman Boyner tarafından aktarılan diyalogdan da açıkça görülmektedir. Hürriyet Gazetesi aktarıyor:
“Osman Boyner, hemen ardından Cem Boyner’in TÜSİAD Başkanlığı ve istifası üzerine şu anekdotu anlattı:“Günü hatırlamıyorum; ‘Cem bırakıyor’ dediler, ben de ‘Bırakırsa bıraksın bana ne’ dedim. Gece saat 01.00 telefon çaldı, korktum. Telefondaki ses ‘Osman Bey bu saatte rahatsız ediyorum kusura bakma ben Turgut’ dedi. Sonra aramızda şu diyalog geçti:- Buyurun Turgut Bey (bizim eskiden bir hukukumuz vardı, başbakan da olsa böyle hitap ederdik)- Yahu oğlun bırakıyormuş TÜSİAD’ı, gazetelerde gördüm.- İyi ya Turgut Bey bıraksın, sizi de zaten çok üzüyormuş.- Yahu yok öyle değil, sakın bırakmasın. O bir şey söylüyor, ben de Ankara’da kabinedekilere bakın dışardan nasıl görünüyorsunuz diye çıkışıyorum. Sonra ekledi:- Ha ben kendim de söylediklerine bazen çok kızıyorum ama kızgınlığım 5-10 saniye sonra geçiyor. Bakıyorum adam doğru söylüyor, bırakmasın. Turgut Bey öyle başbakandı işte.”
Diğer hadise o dönem başbakan olan Erdoğan’ın, TÜSİAD Başkanı Ömer Sabancı ve TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Mustafa Koç’un Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yücel Aşkın’ın yargılamasına yönelik eleştirilerinin ardından yaptığı ‘… bu anayasa suçu, devreye girilmelidir’ açıklaması ve savcıların harekete geçmesidir. Bugüne benzer şekilde o gün de yetkililer eleştiriler hakkında inceleme başlatılmasının Başbakan Erdoğan’ın açıklamasıyla ilgisi bulunmadığını, tamamen tesadüf olduğunu söylüyorlardı. Açıklamalar daha sonra düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilmiş ve soruşturmaya gerek olmadığına karar verilmiştir.
Açık ki bu örnekler bugün yaşanan sürecin yaşanma biçimi- polis eşliğinde ifadeye götürülme, savcılıktan mahkemeye sevk edilme, yurtdışı yasağı ve devam eden soruşturma- ve daha sonraki açıklamaların- örneğin Erdoğan’ın şu ifadeleri: “Eski Türkiye’yi özlüyor olabilirsiniz, ama yeni Türkiye’de haddinizi bileceksiniz…”- dozunda değil. Aradaki fark ise sadece bunlardan ibaret değil. İleriki yazılarda devam etmek umuduyla…
Sadede gelelim (***)
Mülkiyeti koruma, savunma ve geliştirmenin tarihsel süreç içerisinde çeşitli biçimleri olmuştur. Bu çeşitlilik kapitalist üretim tarzının egemen olduğu dönemler için de geçerlidir. Nitekim kapitalizmin kodları bir bütün olarak sermaye sınıfı için mülkiyeti korumanın, savunmanın ve geliştirmenin yaşamsal bir zorunluluk olduğunu ortaya koyar.
İdeal formuyla kapitalist üretim tarzının yönetim biçimi olarak karşımıza çıkan burjuva demokrasisi altında mülkiyete dair hâkim sınıfların bu talebi yansız varsayılan hukuk ile sağlanır. Böylelikle hâkim sınıflar tarihin daha erken dönemlerinde olduğu gibi bu koruma, savunma ve geliştirme dürtüsünü hayata geçirebilmek için oluşturulan baskıya/zora doğrudan katılmak zorunda kalmazlar. Onların doğrudan yönetmesi de gerekmez. Tarihsel olarak bakıldığında ulus devletleşme sürecinin düzenlemeleri, burjuva demokrasisi ve hukuku hâkim sınıf mülkiyetinin korunması, savunulması ve geliştirilmesi sürecini onun için yönetir, düzenler, teknikleştirir. İnşa edilen bu mekanizma ile birlikte burjuvazi zor uygulamalarına dahil olmadan en temel yaşamsal sorununu çözüme kavuşturmuş olur. Ancak sorun her zaman bu kadar kolaylıkla ya da pürüzsüz bir şekilde işlemeyebilir. Kapitalizmin tarihi bunun çeşitli örnekleri ile doludur. Böylesi momentlerde açıklanmaya muhtaç durumlar ortaya çıkabilir; kapitalizm, devlet, sermaye, sınıflar, uluslararası nizam vb. ilişkin algılar, kavramlar, yaklaşımlar yeni tartışmalarla gözden geçirilir.
Bir zamandır benzer bir sürecin içinden geçiyoruz diye düşünüyorum. Bu sürecin tartışılan, tartışılması gereken çokça momenti olsa da Türkiye örneğinde TÜSİAD etrafında olup bitenler de bu momentlerden biri aslında. Nasıl oluyor da Türkiye’de en büyük sermaye örgütü TÜSİAD’ın başındaki insanlar bu şekilde bir sürecin içine sokulabiliyorlar?
Kanaatim burjuvazinin egemen olduğu toplumların farklı yönetim biçimlerini, ister demokrasi olsun isterse otoriterlik ya da faşizm vb., temelde burjuva diktatörlüğünün farklı uygulamaları olarak görmek gerektiğidir. Diktatörlük bir sınıfın devlet aygıtı aracılığıyla, ekonomisinden, toplum yapısına, politikasından, kültürüne kendi uygarlık tasavvurunun diğer sınıflar aleyhine inşası olarak okunmalıdır. Bu inşa, krizler vb. gibi sistem içi engeller nedeniyle ya da başka birtakım nedenlerle oluşabilecek olan herhangi bir büyük direnişle karşılaşmazsa, diğer bir deyişle mülkiyetin korunması, savunulması ve geliştirilmesi verili hukuk kuralları içinde sağlanabiliyorsa adına burjuva demokrasisi denen bir yönetim biçimi burjuva diktatörlüğünün bir formu olarak karşımıza çıkmaktadır. Aksi durumda yani mülkiyetin savunulması, korunması ya da geliştirilmesi burjuva demokrasisi ve hukuku içinde hâkim sınıf ya da sınıf fraksiyonları açısından güçleşmişse hatta gerçekleştirilemez hale gelmişse, burjuva diktatörlüğünün otoriterlikten, faşizme ve daha başkalarına uzanan farklı alt bileşenleri tarih sahnesine çıkabiliyor.
TÜSİAD meselesinin yerleştirilmesi gereken zemin de burası kanımca. Bugün TÜSİAD özelinde açığa çıkan bu dönüşüm ne gücü kendinden menkul bir devlet, hükümet ya da siyasetçinin sermaye ilişkilerinden özerk bir varoluş ve davranışının bir sonucudur. Bu anlamda ne salt “siyasi”dir. Ne de basitçe sermaye fraksiyonları arasındaki birikim modeli bağlamında yaşanan bir güç savaşıdır, yani salt “iktisadi”dir. Söz konusu olan Türkiye burjuvazisinin homojenitesini yitirmesi, dolayısıyla siyasal iktidar üzerindeki etkisinin azalması, işçi sınıfının siyasal olanı belirleme, etkileme gücünü kaybetmiş olması ve bu süreçlere eşlik eden Müslüman, Anadolu vb. çeşitli sınıflarla anılan benim tercih ettiğim şekliyle geç sermayenin yükselişi ile birlikte, geç sermaye ve siyasal iktidar eliyle yeni bir Türkiye inşasıdır. Sürece tesir eden uluslararası dinamiklere değinmek bu ölçekteki bir yazıda mümkün görünmüyor.
Türkiye burjuvazisi homojenitesini kaybetmiştir. Homojenitesini kaybeden burjuvazinin tarihsel olarak devlet/hükümet/siyaset üzerindeki belirleyiciliği azalır. Bu tespit siyasal olana açılan alana işaret ederek, AKP iktidarını basitçe geç sermayenin bir uzantısı olarak gören okumalardan da ayrışır. Diğer yandan geç sermayenin toplumsal, ekonomik, politik, kültürel ufku ile iktidarın ufku arasındaki paralellik bu süreçte geç sermaye unsurlarının politik etkisini daha da artırmıştır. Ancak asıl önemli olan siyaset alanının sınıf içi bu denge değişimi ve sınıflar arası mücadelenin verili düzeyi düşünüldüğünde pratik olarak sınıflardan göreli özerk bir hareket alanı içine girebilmiş olmasıdır.
Süreç zaman içinde tek adam rejimi olarak anılacak olan Erdoğan iktidarına sermaye ve işçi sınıfı karşısında bir hareket alanı açmıştır. Yoksul kesimlerle dinsel örgütler aracılığıyla, iş çevreleriyle ise merkezden yerele uzanan ağlar aracılığıyla kurulan ilişkiler, hukuktan, medyaya, eğitimden, sivil toplum kuruluşlarına, sendikalara kadar hükümetin artan belirleyiciliği ve geç sermayenin ve iktidara yakın iş çevrelerinin artan gücü ile birlikte yani politik olarak hakim sermaye kesimlerinde yaşanan farklılaşma ile birlikte düşünülünce söz konusu olanın Türkiye’nin kapitalist gelişme tarihinde daha önce de rastlanan sermaye birikim süreçlerindeki bir farklılaşma ya da sermaye fraksiyonları arasındaki iktisadi bir mücadele olmanın çok ötesinde bir anlama sahip olduğu görülebilir.
Söz konusu olan “Yeni Türkiye”’nin inşası sürecidir. Yeni Türkiye’nin yeni sermayesi, yeni toplumu, yeni kültürü, yeni medyası, yeni hukuku, yeni rejimi… Bu yeni Türkiye’ye TÜSİAD da haddi bildirilerek içerilmeye çalışılmaktadır.
Türkiye’de demokrasinin kalmadığı, hukukun yok edildiği vb. eleştirileri sıklıkla duyuyoruz ve okuyoruz. Aslında olan Türkiye’nin içinde bulunduğu tarihsel dönemde geç sermaye ve siyasal iktidara dayalı olarak inşa edilen, edilmek istenen yeni sürecin gerekliliklerine verili burjuva demokrasisi ve hukukunun sınırlarının dar gelmesidir. Dolayısıyla mesele hukukun olmaması değil, yeni güç dengeleri çerçevesinde yeniden inşa ediliyor olmasıdır. Anlaşılan burjuva demokrasisi bu geçiş için uygun bir yönetim biçimi değildir. Otoriterlik benzeri tartışmaların zemini de burasıdır, verili hukuksal kurumsal yapının yeni güç dengelerini yansıtır biçimde yeniden düzenlenmesi burjuva demokrasisinin sınırlarını aşıyor anlaşılan.
Süreç şüphesiz kaçınılmaz değildir. Ama mücadele eski Türkiye için değil, belki de “yepyeni” bir Türkiye için olmalıdır.
Yazı görseli: VEKAM.
(1) Praksis Güncel, Editör notu: Bu dönem Praksis dergisi YK Üyesi Ebru Deniz Ozan‘ın doktora tezinden türetilmiş Gülme Sırası Bizde, 12 Eylül’e Giderken Sermaye Sınıfı, Kriz ve Devlet kitabında hegemonya krizi bağlamında kapsamlı bir şekilde değerlendirilmiştir:
“1970’lerin başlarında bütün kapitalist ülkelerde yaşanan iktisadi kriz Türkiye’de, yükselen sınıf mücadelesinin de büyük rol oynadığı bir siyasal krizle birleşmiş ve derin bir “hegemonya krizi” ortaya çıkmıştı. Gülme Sırası Bizde, sonunda 12 Eylül Darbesi’ne giden bu süreçte, sermayenin çeşitli kesimlerinin sürekli dile getirdiği çeşitli talepler ile darbe sonucunda devlet biçiminde ortaya çıkan değişim arasındaki yakın ilişkiyi inceleyerek sermaye sınıfının darbede oynadığı rolü saptamaktadır. “12 Eylül’le hesaplaşma” sözünü son yıllarda sıklıkla işitiyoruz. Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu koşullarda bunun mümkün olmadığını düşünen yazar şöyle diyor: “Yine de 12 Eylül’e giden süreci ve dönemin kazanan ve kaybedenlerini ortaya koymak, bu hesaplaşmaya küçük bir katkı sunabilir… Dönemin TİSK Başkanı Halit Narin’in darbe sonrasında sarf ettiği “20 yıl işçiler güldü biz ağladık, şimdi gülme sırası bizde” sözü, aslında sermaye sınıfının o dönemdeki konumunu çok iyi özetliyor. Öyle görünüyor ki, darbeden bu yana geçen yıllarda, belki birkaç an dışında, sermaye sınıfı hâlâ gülmeye devam ediyor.” Darbelerin sadece ordu içine yuvalanmış bazı kötü niyetli generallerin ve “derin devlet”in örtülü faaliyetleriyle açıklanmaya çalışıldığı, tarihsel analizlerin merkezine sık sık “ceberrut devlet geleneği” kavramının yerleştirildiği bir dönemde son derece uyarıcı bir çalışma.”



(*) Bu yazı daha önce Evrensel gazetesinde yayınlanmıştır.
(**) Bu yazı daha önce Evrensel gazetesinde yayınlanmıştır.
(***) Bu yazı daha önce Evrensel gazetesinde yayınlanmıştır.
Koray R. Yılmaz
Prof. Dr. Koray R. Yılmaz, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi, İktisat Bölümü’nden 1999 yılında mezun olmuş, yüksek lisans (2003) ve doktora derecelerini (2009) Marmara Üniversitesi Kalkınma İktisadı programından almıştır. Yılmaz “Mahalle Bakkalından Küresel Aktöre Arçelik: İşletme Tarihine Marksist Yaklaşım” ismiyle kitaplaştırılan doktora çalışması ile 2011 yılında Türk Sosyal Bilimler Derneği tarafından Genç Sosyal Bilimci Mansiyon ödülüne layık görülmüştür. 2012-2013 yılları arasında SOAS, Londra Üniversitesi Kalkınma Çalışmaları Departmanında misafir akademisyen olarak bulunan Yılmaz halen Ondokuz Mayıs Üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Eleştirel Politik Ekonomi, İktisat Kuramı, Kalkınma Çalışmaları, Düşünce Tarihi ve Türkiye başlıca çalışma ve ilgi alanlarıdır. Yayımlanmış kitap, kitap editörlükleri, İngilizce ve Türkçe çok sayıda makalesi bulunan Yılmaz, 2016 yılında M. Heinrich’in “An Introduction to Three Volumes of Karl Marx’s Capital” başlıklı eserini de Türkçeye kazandırmıştır. Yılmaz aynı zamanda Praksis Dergisinin Yayın Kurulu Üyesidir.